İşçi sınıfı cennete nasıl gider?

AB’nin başını çeken Alman ve Fransız finans kapitali bir yıldır bölgenin “zayıf halkası” konumundaki Yunanistan’ı kurtarma bahanesiyle, aslında daha fazla kâr elde etmek ve geçmişte verdiği borçları geri almak üzere bir mali planı Yunan halkına kabul ettirme peşinde. Söz konusu plan uygulandığında faturayı kimin ödeyeceğini anlamak için, dayatılan “kemer sıkma” önlemlerine bakmak yeterli: Mevcut asgari ücretin düşürülmesi ve asgari ücret artışlarının birkaç yıl için durdurulması, maaş artışlarının dondurulması, yüz binlerle ifade edilen kamu çalışanının işten çıkarılması, kamu şirketlerinin özelleştirilmesi, sosyal güvenlik harcamalarının kısılması.

Buna karşılık, yetenekli çocuk misali, Türkiye ekonomisine düzülen övgülerin haddi hesabı yok. Brand Finance adlı bir kuruluşa göre Türkiye marka değeri itibariyle dünyanın en değerli 19. ülkesiymiş. Holding patronu Özilhan, “Sistem Fransa’nın notunu düşürmeye kadar geldi. Bunun Türkiye’yi etkilememesi imkânsız ama hakikaten Türkiye çölde vaha gibi.” demiş. Peki nasıl oluyor da Türkiye ekonomisi, dünya ekonomisinin durgunluğa girdiği 2008-2009 dönemi bir kenara bırakılacak olursa, bu kadar “değerli” olabiliyor? Üstelik ekonominin temelleri yıllardır oldukça zayıf iken. Büyük burjuvazinin önde gelen temsilcilerinden biri olduğu konusunda kimsenin kuşku duymayacağı İSO Başkanı Küçük, Türkiye sanayisinin durumunu yüzme öğrenmek üzere derin sulara atılan bir insanın durumuna benzeterek, “Batmayıp su üstünde kaldık, sıra yüzmede.” demiş. 30 sene sonunda ne büyük başarı! AKP’nin hükümete geldiği 2002 yılında 92 milyar dolar olan iç borç, 2011 yılında 230 milyar dolara; dış borç ise 130 milyar dolardan, 310 milyar dolara çıkmış durumda. Türkiye cari açıkta dünya ikincisi konumunda. Ekonomi Bakanı Çağlayan’ın geçenlerde açıkladığı “İthalat Haritası” ekonominin bağımlı yapısını bir kez daha, çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.

Türkiye ekonomisine ilişkin bu övgülerin altında, 2001 krizi sonrası Kemal Derviş’in önderliğinde uygulamaya konan ve AKP hükümetleri tarafından da 10 senedir aynen sürdürülen “yapısal reform” ve “mali disiplin” sayesinde işçi sınıfının daha fazla sömürüye maruz kalması gerçeği yatıyor. Ekonomiyi “çölde vaha” haline getiren, sermayenin becerikliliği değil, şimdi Yunanistan işçi sınıfına giydirilmeye çalışılan deli gömleğinin 10 yıldır Türkiye işçi sınıfının sırtında olması! TOBB bünyesinde faaliyet gösteren Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nun (DEİK) uluslararası tekellere Türkiye’ye yatırım yapmaları çağrısında bulunmak için hazırladığı “Türkiye’nin Küresel Üstünlükleri” başlıklı rapor, patronların gözünden işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu ortaya koyuyor. “İşçimiz ucuzdur, çok çalışır, az hastalanır.” diye sunulan avantajlar, Türkiye işçi sınıfının köle gibi çalıştırıldığının somut bir kanıtı niteliğinde. Elbette bu cazip ortama dövizin dışarıdan görece kolay bulunabilmesi ve özelleştirmeler gibi etkenlerin de katkıda bulunduğunu eklemek gerekir.

Şimdi aynı oyun Yunanistan’da oynanıyor. Yukarıda değinilen önlemler yerine sermaye hareketlerini vergilendirmekten tutun servet vergisi almaya kadar alternatif önlemler de pekâlâ alınabilirdi. Ancak dediğimiz gibi asıl dert başka. Maliye Bakanı Şimşek’in “Asgari ücreti belirlerken makul bir ücret ve rekabet gücünü göz önünde bulundurmalıyız. Yunanistan’a dönmek istemiyorsak dengeleri korumalıyız.” diyerek gözdağı verdiği basın toplantısında, “Asgari ücreti bin liraya çıkartmak Türkiye’yi batırır mı?” sorusuna verdiği cevap asıl derdi gayet iyi özetliyor: “Ücreti verimle ilişkilendirmezseniz Türkiye batmaz ama firmalar batar”! Türkiye işçi sınıfı için çölden cennete giden yol Yunanlı kardeşlerine omuz vermekten geçiyor.

 

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Mart 2012 tarihli 29. sayısında yayınlanmıştır.