İdlib’den sonra Libya’da da Amerikan vekilliği
Libya’daki iç savaşta Libya Ulusal Ordusu’nun başındaki Hafter’e karşı siyasal İslamcı Sarraç’ın başında olduğu Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni (UMH) destekleyen Türkiye hükümeti, bir süredir NATO’yu ve ABD’yi de Sarraç’ı desteklemek üzere daha aktif bir tutum almaya çağırıyordu. Nitekim NATO Genel Sekreteri Stoltenberg geçtiğimiz ay Sarraç hükümetine desteklerini açıkladı. Yakın zamanda da ABD’nin Afrika operasyonları merkezi (AFRICOM) subayları, Amerikan elçisi ile birlikte Sarraç’la resmi bir görüşme yaparak açık şekilde Libya’da Sarraç’ın yanında bir görüntü vermiş oldu.
Yine NATO’ya çark ettiler
Daha dün Doğu Akdeniz’de “emperyalist oyunları bozuyoruz” edebiyatı yapanlar da hemen çark ettiler. Mevlüt Çavuşoğlu, Trump ve Erdoğan’ın telefon görüşmesinin ardından Libya’da ABD ile birlikte çalışma talimatı aldıklarını açıkladı. Çavuşoğlu aynı açıklamasında İdlib’de de en büyük desteği ABD’den gördüklerini söyleyerek ABD ile ilişkilerin iyiye gittiğini vurguladı. Halbuki aynı iktidar İdlib’de ABD temsilcisi James Jeffrey ölen Türk askerleri için “şehidimiz var” dediğinde tepki göstermişti. Bu tepki iç kamuoyuna yönelikti ve İdlib’de bir Amerikan savaşı yaşandığını gizlemeyi amaçlıyordu. Oysa ABD’nin çoktan beri planlamakta olduğu gibi, İdlib’de Türkiye ile Rusya, sınırlı da olsa sıcak bir çatışmanın içine girmişti. Zaten Erdoğan iktidarının Libya politikasının tarihi de tutarsızlıklarla dolu. 2011’de önce “NATO’nun Libya’da ne işi var?” diyen Erdoğan, bir ay sonra Türk askerini NATO emrinde Libya’ya göndermek üzere meclise tezkere getirmişti.
ABD Türkiye’yi nasıl kullanıyor?
Şimdi de Libya’da ABD’nin devreye girmesiyle birlikte Türkiye bir kez daha Amerikan savaşının bir vekili haline getiriliyor. Uzun bir süre boyunca ABD siyasi ve askeri açıdan ölüm döşeğindeki Sarraç’ı tekrar hayata döndürmek için hevesli olmadı. Kaybeden ata oynamak istemedi ve bu seçeneği çok maliyetli gördü. ABD, vaktiyle Kaddafi’ye karşı CIA tarafından himaye edilmiş olan Hafter’le ilişkisini korudu çünkü Hafter’in kazanması halinde onu açıktan destekleyen Rusya’nın Libya’da tek başına etkisini arttırmak istemiyordu. Türkiye ise tam tersine bu iş için çok hevesli göründü. ABD de, hevesli NATO müttefikinin önünü sonuna kadar açtı. Böylece askeri maliyetleri Türkiye üstlenecek, karada İdlib’den ihraç edilen taşeronlar savaşacak, sahadaki sonuca göre de ABD kendi çıkarları doğrultusunda sürece müdahil olabilecekti. Ayrıca Türkiye İdlib’den sonra Libya’da da Rusya ile karşı karşıya gelecekti ve bu da şüphesiz ki ABD’nin çıkarınaydı. Aslında gelişmeler Rusya’nın bu niyeti gördüğünü düşündürüyor. Zira, Rus paralı askerlerinden oluşan Wagner grubu Libya’dan çıktı. Rusya son olarak Hafter’e bazı savaş uçakları hibe etmişti ancak ne bu uçakların etkin şekilde kullanıldığını gördük ne de Rusya’nın Libya’da görünür başka bir askeri hamlesini. Bunun yerine Ruslar Türkiye ile diplomatik kanalları açık tutmaya ağırlık verdi ve çabalarını ateşkes yönünde yoğunlaştırdı. Rusya Türkiye ile İdlib’deki ihtilafında da itidalli bir tutumu benimsedi. Ne var ki Rusya’nın bu girişimleri muhtemelen ABD’nin teşviki ile sonuçsuz kaldı. Öyle ki Rus Dışişleri Bakanı Lavrov ve Savunma Bakanı Şoygu’yu Türkiye’ye getiren uçak son anda, Türkiye’nin ateşkese yanaşmadığının öğrenilmesiyle, Karadeniz’den geri döndü.
Tüm maliyeti Türkiye üstlendi
Türkiye’nin Libya’ya askeri ve siyasi müdahalesi sonuç almış gözükse de hiç de kolay olmadı. SİHA’lar (silahlı insansız hava araçları), fırkateynler, savaş ve kargo uçaklarının kullanıldığı, Suriye’den gönderilen savaşçıların maaşlarının ödendiği, silah ve mühimmat maliyetlerinin üstlenildiği, parasal açıdan son derece yüksek bir bedeli olan bu girişim, bu mali yükün yanında Türkiye’yi önce Yunanistan’la ardından da Hafter’i destekleyen Fransa ve Mısır’la son derece gerilimli bir ilişki içine soktu. Yunanistan’la “savaşa hazırız” sözleri karşılıklı havada uçuşurken, Fransa, Türkiye’yi gemilerine tacizde bulunduğu iddiası ile NATO nezdinde kınadı.
Son olarak Mısır, biri kıyıdaki Sirte diğeri içeri kısımdaki Cufra olmak üzere iki stratejik şehri kırmızı çizgi olarak ilân etti ve Sarraç’ın bu çizgiyi aşması halinde Mısır ordusunun Libya’ya gireceği tehdidinde bulundu. Türkiye, Sarraç’ı kuyudan çıkartmak için sadece mali bir yük altına girmiyor, ciddi ve çok yönlü bir husumeti de üzerine çekiyordu. Elbette ki Türkiye bunların karşılığını isteyecekti. Bu sebeple Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın ve MİT müsteşarı Hakan Fidan’dan müteşekkil bir heyetle Libya’ya adeta diplomatik bir çıkartma yaptı. Bu ziyarette askeri gelişmelerin yanı sıra inşaat ihalelerinden petrol arama ruhsatlarına kadar Libya’da Türkiye himayesini genişletecek konular ele alındı ve basına yansıyan bilgiler doğru ise büyük oranda da mutabakata varıldı.
Ankara artık Washington’la anlaşmadan adım atamaz
NATO’dan sonra ABD’nin de Libya’da Sarraç lehine devreye girişi tam bu gelişmelerin ardından oldu. Ve, ABD devreye girerken, kendisini asıl, Türkiye’yi vekil olarak gördüğü savaşın siyasi sınırlarını da çizdi. Sarraç’ın Türkiye’nin desteği ile Sirte’yi de Cufra’yı da alacak gücü vardı. Ancak ABD hayır dedi ve Fransa ile birlikte ateşkes çağrısında bulundu. Zaten ABD’nin AFRICOM generalleri Sarraç’la toplantı yaptıktan sonra, Amerikan yetkilileri Hafter’le de ilişkiyi kesmeyeceklerine dair bir kayıt düşmüştü. Nihayet ABD Dışişleri Bakanı Pompeo son noktayı şu sözlerle koydu: "Libya'daki siyasi müzakereleri yeniden başlatmak için Avrupalı ortaklarımızla birlikte çalışıyoruz. Hedefimiz, Türkler veya Ruslar olsun, herhangi bir kaynaktan silah tedariğini önlemek." Böylece ABD, Türkiye’ye, eğer daha ileri gitmek istiyor ve üstlendiği maliyetin karşılığını almak istiyorsa Trablus’la değil, Washington’la anlaşması gerektiğini hatırlatmış oluyordu. Nitekim İbrahim Kalın’ın katıldığı bir programda söylediği “Kahire’nin Mısır-Libya sınırı konusundaki meşru güvenlik endişelerini anlıyoruz” sözü mesajın alındığını gösteriyor.
Zafer şarkılarıyla cehenneme yürüyüş
Türkiye’nin zafer şarkıları eşliğinde içine düşmüş olduğu kapanı görmek zor değil. Washington’la anlaşmak, Türkiye’nin husumetini, NATO üyeleri Yunanistan ve Fransa ile İsrail’in ortağı Sisi’nin Mısır’ından çekip Rusya’ya doğru yöneltmesinden geçiyor. Bu koşullarda Türkiye’nin her şeye rağmen Sarraç’la birlikte Sirte ve Cufra’ya yürümesi mümkün olmaz. Türkiye’de iktidar bunu yaptığı takdirde karşısında sadece Mısır’la birlikte Fransa’yı görmeyecek, ABD ve NATO’nun desteğinden de mahrum kalacaktır. Türkiye için askeri ve siyasi güç dengesinden daha önemli olan kısıt ise dolara bağımlı Türkiye ekonomisidir. Merkez Bankası’nın net döviz rezervleri eksideyken ve iktidarınız her gün serbest piyasaya ve doların konvertibilitesine iman tazeliyorken, emperyalist merkezlere rest çekmek mümkün değildir. Ayrıca Fransa ve ABD, Kuzey Suriye’de de PYD’yi Barzaniciler içerisinde eritecek ve böylece inisiyatifi tamamen ele geçirerek Türkiye’nin bölgedeki manevra alanını daraltacak bir hamle içindedir. İşte Türkiye’nin “bağımsızlık ve milli çıkarlar” için yaptığı iddia edilen girişimlerin sonucu bir kez daha milletin boynundaki emperyalist zincirlerin daha da sıkılması olacaktır.
Tek alternatif: Halklarla barış emperyalizmle savaş!
Her seferinde aynı şeyleri yapıp nihayetinde farklı sonuçlar elde etmeyi ummak akıllıların işi değildir. Türkiye, sermayenin çıkarları doğrultusunda enerji kaynaklarının peşinde koştukça, kendi Kürt sorununu eşitlik ve kardeşlik temelinde çözmek yerine, sömürgeci politikalara emperyalist sponsor bulmaya çalıştıkça, İsrail’le laf dalaşına girip ticaret rekorları kırdıkça, İsrail’in Filistin yağmasından pay kapmaya çalıştıkça, emperyalist üsleri kapatmak NATO’dan çıkmak yerine Rusya’yla ilişkileri pazarlık kozu olarak kullandıkça sonuç hep aynı olacaktır. Bugün yapılmayanlar yapılması gerekenlerdir. Yapacak olan ise çıkarı halklarla barışmaktan ve emperyalizmle savaşmaktan geçen işçi sınıfının iktidarı olabilir ancak.