Devletin ekmeğini kim yiyor?
Kısa bir süre önce Barış için Akademisyenler Grubu’nun bini aşkın imzayla yayınladığı bildiri, son aylarda Kürt illerinde sürdürülen savaşın bir an evvel sona erdirilmesine dönük bir barış çağrısıydı. Devlete en kısa zamanda yeniden müzakereye dönük bir yol haritası çizmesi öneriliyordu. Bu köşenin yazarının da dâhil olduğu bazı üniversite emekçileri ise bu bildiriyi, metnin politik açıdan içerdiği sorunlar nedeniyle imzalamamışlardı. Gelgelelim Erdoğan'ın başını çektiği ve ülkenin politik ortamına hızla sirayet eden abluka ve linç girişimleri karşısında bu metni imzalayan tüm akademisyenleri sahiplenen bir savunma hattını oluşturmaya elimizden geldiğince destek verdik; veriyoruz.
Biz bu yazıda başka bir noktaya, bildiriye Erdoğan'ın gösterdiği tepkide ortaya çıkan bir yaklaşıma, dikkat çekmek istiyoruz. Akademisyenlerin imzaladığı bildiriye tepki gösterirken Erdoğan iki yerden saldırdı. Bir taraftan “müstemleke aydını” diyerek imzacıları “hain” olmakla suçladı; öte yandan "hem milletin birliğini bozmaya çalışacaksınız, hem elinizi kolunuzu sallayarak devletten aldığınız maaşla hayatınızı sürdüreceksiniz, o günler geride kaldı" dedi. Daha sonraki konuşmasında ise “bu devletin ekmeğini yiyip de düşmanlık eden herkes en kısa sürede hak ettiği cezaya çarptırılmalıdır. Hiçbir kurumumuzda milletinin birliğine karşı olan kamu çalışanı olamaz. Böyle bir duruma müsaade edemeyiz” dedi. İzan sınırlarını aşan “müstemleke aydını” ifadesine gerek ODTÜ'lü üniversite emekçilerinin yayınlanan destek metniyle (http://gercekgazetesi.net/haberler/odtuden-akademisyenlere-saldiran-erdogana-cevap) gerekse de Eğitim-Sen'in İstanbul üniversiteler şubesi tarafından yayınlanan metniyle (http://www.egitimsenistanbul6.org/13-duyurular/77-mustemleke-aydini-suclamasini-iade-ediyoruz) cevap verildi. Biz özellikle “devletin ekmeğini yiyip de...” ifadesinde karşılığını bulan bakış açısının üzerinde durmak istiyoruz.
Metni imzalayan her akademisyen ve/veya aydın devlet üniversitesinde görevli olsa da olmasa da nihayetinde bir kamu hizmeti görmektedir, bilimsel bilgi üretiminde toplumun genel faydasını gözetmekle yükümlüdür. Hükümetin izlediği politikaların ya da patronların çıkarlarının toplumun büyük çoğunluğunun faydasına olmadığı durumlar söz konusu olabilir; sıklıkla da olur. Bu durumda bilim insanları sırf devlette çalışıyorlar diye sesini çıkarmayacaklarsa, toplumsal sorumluluklarına göre değil “sahibinin sesi”ne göre hareket ediyorlar demektir. Nasıl bir doktor kanser gördüğü yerde sarılık diyemezse, nasıl bir sosyal bilimci örneğin İsrail’in Filistin halkına yaşattığı mezalim karşısında suskun kalamazsa, Kürt sorunu gibi bu ülkenin halklarını doğrudan ilgilendiren can alıcı bir sorunda da aydınların daha özgürlükçü çözüm olanaklarını tartışmaya açması, bu ülkenin emekçileri ve ezilenlerinin gelecekleriyle ve genel çıkarıyla doğrudan ilgilidir. Asıl bu sorumluluktan kaçanları mahkûm etmek gerekir. Bu, meselenin bir boyutudur.
Sorgulanması gereken diğer bir boyut ise “işveren-devlet” tavrıdır. Biz Erdoğan'ın bu işveren edasının çeşitli liberal/sol liberal aydın çevrelerinin çoğu politik sorunda başvurdukları “devlet aklı” ile açıklanamayacağı kanaatindeyiz. Zira burada Erdoğan'ın kamu çalışanı akademisyenlere tepkisi öyle sanıldığı gibi devletin yurttaşlarını kul gibi görmesinin değil; onları adeta bir işveren, bir patron gibi görmesinin ürünü. Bu noktayı gözden kaçırmamalıyız. Aslında Erdoğan bunu kısa bir süre önce “ülkeyi bir anonim şirket gibi yönetmek istiyorum” diyerek açıkça ifade etmişti. Erdoğan'ın bu tepkisi, ta Özal döneminden beri “memurlar yan gelip yatıyorlar, verimli çalışmıyorlar” diyen, özelleştirmeci, kamu çalışanlarını bir maliyet unsuru olarak gören, günümüzde de 657 sayılı yasayı değiştirerek memurların iş güvencesine göz dikmiş olan, patronların bakış açısının ürünü bir tepki. Erdoğan ve AKP hükümetleriyle doruğa çıkmış bulunan, kamusal hizmetleri “sermaye aklı”na, kâr mantığına teslim etmeye dayalı işveren-devlet tavrı bu meselede de bir kez daha su üstüne çıkmıştır.
Üniversite emekçilerinin maaşı da, diğer memurlar gibi devletin vergi gelirlerinden ödenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin vergi gelirlerinin yüzde 70'ine yakınını ise daha ücreti eline geçmeden gelir vergisi kesilen işçiler, emekçiler ödemektedir. Buna karşılık şirketler devlet gelirlerinin yüzde 30'unu ödemektedir, ama kamu harcamalarının çoğu onların kasalarına akmaktadır. Daha öncekiler gibi AKP hükümeti de “milletin parasını”, yani kamunun kaynaklarını istihdam yaratan sosyal harcamalar (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vb.) için harcamak yerine batan şirketleri kurtarmada, kamu bankalarından “yandaş” medya şirketlerine reklam vererek kaynak akıtmada, emniyet, diyanet ve örtülü ödenek bütçelerini kat kat artırmada kullanırken, işçiden kesilen paralarla biriktirilen fonlar sermayenin hizmetine sunulurken kimse “devletin ekmeğini yiyenler” edebiyatı yapmıyor. Başka türlü ifade edersek; kamusal hizmeti, yani “devletin” ekmeğini üretenler işçiler, memurlar; ama ekmeğin çoğunu yiyenler patronlar ve işbirlikçi hükümetler! HDP eşbaşkanı Demirtaş'ın da kendine özgü üslubuyla söylediği gibi “para kimdeyse devlet onun devleti olmuş”sa (Milliyet, 21.07.2015), bir kamu çalışanı olarak “akademisyen”in de daha özgür bir toplum için çözüm üretebilmesinin ancak “devlet aklı”ndan çok “sermaye aklı” ile hesaplaşmakla mümkün olduğunu bu bildirinin başına gelenler bize tekrar hatırlatıyor.
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Şubat 2016 tarihli 76. sayısında yayınlanmıştır.