“Devlet geri dönüyor” da kim için?

“Devlet geri dönüyor” da kim için?

Salgın başka birçok şeyin yanı sıra şunu tekrar olanca çıplaklığıyla gözler önüne serdi: Kapitalist üretim ve onun temel kaynak dağıtım mekanizması olan piyasaların işleyişi devlet müdahalesini gereksinir; bu gereksinim özellikle kriz dönemlerinde daha da artar. 2008 yılında patlayan ve dünya ekonomisini çöküşün eşiğine getiren küresel mali krizde dünyaca ünlü Amerikan otomotiv şirketi General Motors battı; onu Amerikan devleti kamu kaynaklarıyla kurtardı. Gerek ABD’de gerekse de Avrupa’da ekonomiye yön veren bir dizi büyük çaplı banka ve yatırım şirketi de batmanın eşiğine geldi, onları da Amerikan, Alman, İngiliz vb. devleti kurtardı. Aradan geçen 12 senede devletlerin para basarak ucuza kredi dağıtmasına, batmak üzere olan şirketlere kamu kaynaklarıyla her türlü desteği vermesine rağmen dünya ekonomisi toparlanamadığı gibi, salgının da etkisiyle ekonomik kriz daha da derinleşti. Birçok firma yeniden iflasın eşiğine gelmiş durumda. “Devlet bizi kurtarsın” diye sıraya girmiş durumda.

Salgının da etkisi altında kapitalizmin çok daha ağır bir bunalıma gebe olduğunu fark eden başta İMF olmak üzere uluslararası burjuvazinin önde gelen kurumları devletin ekonomideki rolünü artırması ve piyasalara daha fazla müdahale etmesi gerektiğini vaaz ediyorlar. Nereden nereye geldik. Daha birkaç sene evveline kadar, temcit pilavı gibi “özel sektör öncülüğünde büyüyeceğiz”, “kamu ekonomiden anlamaz”, “devlet özel sektörün cebinden elini çekecek” diyen Ali Babacan’dan Berat Albayrak’a AKP hükümetlerinin çeşitli bakanları, İMF ya da Dünya Bankasının bu tavsiyelerini harfiyen yerine getirirken, şimdi “piyasa dostu” bu kurumların geçmişte söylediklerine taban tabana zıt politika önerilerine kim bilir hangi kulpları bulurlar. Ancak kapitalizmde piyasanın kendi başına ekonominin sorunlarını (kitlesel işsizlik, ekonomik krizler, yoksullaşma, iklim krizi) çözemeyeceğini; bir anlamda devlet müdahalesine muhtaç olduğunu salgın bize bir kez daha hatırlatıyor. Ancak asıl mesele şu: Devlet bu müdahaleyi ne amaçla ve kim için yapıyor?

Türkiye’de devletin ağırlaşan salgın koşullarında izlediği “sürü bağışıklığı” politikası kapsamında aldığı önlemlerin, kamu kaynaklarının dağıtımında önceliğin toplumsal ihtiyaçlara ve insan sağlığına değil, ekonomiyi ve piyasaları “kurtarmaya” verildiği her geçen gün belirginleşiyor. Söz konusu önlemlerin kimin için alındığını kavramak isteyenlerin bunlara verilen isimlere bakmaları bile yeter: Kredi Garanti Fonu, Ekonomik İstikrar Kalkanı, Sanayileşme İcra Komitesi (SAİK). Örneğin yeni kurulan SAİK’in kuruluş kararnamesinde yer alan bir madde altta yatan asıl amacı gayet güzel özetliyor: “Ülke için kritik öneme sahip şirketlerin ortaklık yapılarında, yurtiçi üretimin sürekliliğini ve ulusal güvenliği riske atabilecek değişikliklere ilişkin yapılacak işlemler konusunda karar almak.” Basitçe ifade edersek: Devlet “yabancı” firmaların rekabeti karşısında zorlanan “yerli” patronların çıkarlarını güvenceye almak için elinden geleni yapacaktır! 

Kapitalizmde devletin asıl işlevi, toplumun genel çıkarlarını güvence altına almak değil, sermayenin ihtiyaçları ve mantığı doğrultusunda hareket etmektir. “Ulusal güvenlik” gerekçesi, “ülkeyi bir A.Ş. gibi yönetmek” arzusu hep bu “daha fazla kâr” mantığına tabidir. Salgın dönemi, insan sağlığı başta olmak üzere toplumsal ihtiyaçların giderilmesi için gereken üretimi ayakta tutanın asıl emekçiler olduğunu ve fakat kapitalistlerin yarattığı krizin bedelini de emekçilerin ödediğini bir kez daha gösterdi. Bakın bu devletin aslında patronların devleti olduğunu Türk-İş Başkanı Ergün Atalay nasıl ifade ediyor. Yıllardır emekçilerin çıkarlarını savunmak yerine, yürütülen toplu sözleşmelerde “uzasa iş karışacağından” sessiz kalarak patronlara ve hükümete taraf olan Atalay, AKP hükümetinin yeni torba yasasında kıdem tazminatını tırpanlamaya dönük saldırılarına tepki olarak, salgın sürecinde en büyük bedeli, işsizlerin ve örgütsüz çalışanların ödediğini söylemiş. İşçi, memur ve emeklilerin, toplumun yüzde 70'ini oluşturduğunu ama bu kesimlerin Meclis'te aynı oranda temsilcisinin bulunmadığını dile getiren Atalay, şöyle konuşmuş: “Meclis'te yoksan, orada senin derdini anlatacak kişi de yok. Orası işveren ve sermaye ağırlıklı bir Meclis. Tulum giymiş adam orada olmazsa, bizim derdimizi, sıkıntımızı başkaları bizim gibi anlatamaz. Bu bir eksiklik.”

Bir Kurucu Meclis inşa etmek ve bir işçi emekçi hükümeti için mücadele etmek tam da bunun için gerekiyor. Bu “eksikliği” ortadan kaldırdığımızda sermayenin değil, aslında yüzde 70’ten çok daha fazla ağırlığı olan emekçilerin ihtiyaçları ve öncelikleri doğrultusunda kaynakları dağıtan bir işçi devletiyle, daha sağlıklı, refah içinde ve özgür bir topluma doğru ilerleyeceğimizden kimsenin kuşkusu olmasın.

 

Bu yazı Gerçek gazetesinin Kasım 2020 tarihli 134. sayısında yayınlanmıştır.