Auto-golpe
Hatırlarda kalmıştır mutlaka. Bundan çok değil, yaklaşık on gün önce Tayyip Erdoğan seçimlerden sonra twitter ve YouTube’u kapatacağını söylemişti. Dayanamadı. Her ikisini de seçimlerden önce ardı ardına kapatmak zorunda kaldı. Ama bu, söylediği o sözün anlamını ortadan kaldırmıyor. Tayyip Erdoğan seçimlerde halktan yüksek bir destek elde etmeyi ve bu destekten elde ettiği güçle kendisine muhalefet eden güçlere saldırmayı, genel olarak demokratik hakları ezip geçmeyi, böylece toprağın ayağının altından kayıp gitmesine nihayet son vermeyi düşünüyor. Bu taarruz çerçevesinde, belki önceden planlayarak, belki de sürecin kendi dinamiği içinde sürüklenerek Türkiye’de bir rejim değişikliğini gerçekleştirmeye gitmesi de mümkün. Bunun nedenini anlamak için önce 17 Aralık ile doğan nesnel durumu kavramaya çalışmamız gerekiyor.
Türkiye bir devlet krizi içinden geçiyor. Bunun anlamı çok yalındır: devletin organları arasında ve bazen organların kendi içinde cepheden çatışma yaşanmaktadır. Devrimci İşçi Partisi, 17 Aralık’tan bu yana bu tespiti yapmıştır. Bu tespiti durağan olarak değil diyalektik hareketi içinde ele alırsak nasıl eğilimler yaratmakta olduğunu görmek mümkündür. Modern merkezileşmiş kapitalist ekonominin devleti, iktidar tekelini gerektirir. Dolayısıyla, varlığı için savaşmakta olan bir hükümet, kendisi ile savaşan öteki devlet organlarına diş geçiremediği ölçüde her şeyin tekelini eline geçirmek isteyecektir. Bu da her şeye rağmen belirli kısıtlar getiren parlamenter burjuva demokrasisi ile çelişir. Bir örnek: AKP hükümeti parlamentonun çalışmasını iki kez sansür etmiştir. Umut Oran’ın bir önergesinin internetten silinmeye çalışılması ve Kılıçdaroğlu’nun grup konuşması dolayısıyla Meclis TV’nin yayınının kesilmesi. Daha genelleştirerek söyleyelim: devlet krizi, kriz başka tür çözülemezse, devlet üzerinde bir operasyon dinamiği yaratır.
Erdoğan hükümeti pratikte bu tür bir tekeli kurmaya yavaş yavaş yöneliyor. “Özel yetkili bakan” ihdas edilerek HSYK’nın Adalet Bakanı’nın eline teslim edilmesi budur. İnternette içerik yasaklama yetkisinin yargının elinden alınarak MİT’in bir eski görevlisinin eline tevdi edilmesi budur. MİT’in her türlü denetimden bağımsızlaştırılması yönelişi budur. Öteki bütün kurumların MİT tarafından yağmalanmasının önünün açılması için hazırlık yönelişi budur. Bunlar basit birer “demokratik hak ihlali” olarak görülmemelidir. Elbette öyledir. Ama bunu yapabilmek için aynı zamanda devlet içinde yetki gaspını da gündeme getirir bunlar.
Devrimci İşçi Partisi, devlet krizi kavramının yanı sıra bir de “iç kabine” tespiti yapmıştır: Erdoğan’ın yanı sıra İçişleri ve Adalet Bakanları ve MİT müsteşarı. (TİB’in başına MİT’ten yollanan görevlinin Hakan Fidan’ın uzantısı olduğu açık. Onu saymaya gerek yok.) Bunlara Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da katılması gerektiği internete sızan son kasetten sonra gerekli hale gelmiştir. Bu iç kabinenin işlevini ve bileşimini iyi kavramak gerekir. Bir kere Erdoğan, parlamentodan (ve AKP grubundan) bağımsızlaşmaya yönelmektedir. İçişleri Bakanı Efkan Ala Erdoğan’ın kendi yetiştirmesidir. Meclisle en ufak bir ilgisi yoktur. Hâkim sınıfların iç savaşı ve devlet krizi esnasında kabinenin en önemli görevlerinden biri olan İçişleri Bakanlığı meclisle en ufak bir bağı olmayan bir mutemete verilmiştir. İç kabine aynı zamanda Bakanlar Kurulu’ndan da bağımsızlaşmak demektir. Partimiz, daha önce, Yatağan eylemi esnasında Ala’nın Çalışma ve Enerji Bakanlıklarını nasıl susturduğuna işaret ederek ikinci “özel yetkili bakan”ı teşhir etmişti.
Yani gözümüzün önünde yaşanmakta olan süreç, burjuva parlamentarizminin Erdoğan için bu koşullar altında bir cendere haline gelmiş olduğunu gösteriyor. Bu eğilimlerin daha da ileri gitmesi rejim değişikliğini davet edebilir.
Rejimin karakteri henüz değişmemiştir. Ancak Tayyip Erdoğan her geçen gün daha fazla köşeye sıkışıyor. Ortaya çıkan rezillikler, başka bir ülkede başka bir hükümetin daha şimdiden devrilmiş olmasını gerektirirdi. Ama tarihi, sosyo-kültürel, sınıfsal ve kişisel psişik bazı faktörler, Erdoğan’ın sonuna kadar direneceğini düşündürtüyor.
Bunu yapabilme çabası Erdoğan’ın ayakta kalmasını iktidarının sarsılmamış olan iki dayanağına bağlı kılabilir: elindeki devlet baskı aygıtı ve halkın bir bölümünün güçlü desteği. Şimdi Erdoğan halkın desteğini seçimlerde test edecektir. Şayet seçimlerden başarılı çıkarsa devlet düzenini kendi ihtiyaçlarına göre biçimlendirmek üzere hızla atağa kalkabilir. Burjuva parlamentarizminin kendisi için bu zor koşullarda yaratmakta olduğu cendereden kurtulmak isteyebilir.
Rejimin kendi başında oturanlar tarafından daha otoriter, daha baskıcı bir yönde değiştirilmesi konusunda çeşitli örnekler verilebilir. Fransız devriminin ünlü generali Napolyon’un torununun 1848 devrimiyle işbaşına geldikten sonra 1851-52’de kendini plebisit yoluyla imparator ilan ederek kurduğu Bonapartizm’e de adını veren rejim bunun tarihi olarak en çarpıcı olanlarından biridir. Faşizm hem İtalya’da, hem Almanya’da böyle iktidara gelmiştir. Peru’nun 1990’lı yıllardaki devlet başkanı Fujimori kendisi devletin başındayken böyle bir darbe yapmıştı. Latin Amerika buna “auto-golpe” adını taktı. (Terimin uydurulmasında “kendi kalesine gol” anlamına gelen “auto-gol”ün de etkisi vardı.) Erdoğan’ın yeni rejimi muhtemelen Bonapartizmden ve faşizmden farklı olarak Fujimori’nin kendine özgü rejimine daha çok benzeyecektir.
Türkiye’nin kendi tarihinde ise auto-golpe olarak anılabilecek çeşitli dönemeç noktaları vardır. Bunların en çarpıcı olanı, II. Abdülhamid’in 1876’da meşrutiyet yönetimi getirmeye söz vererek tahta geçtikten sonra, 1877-78 Rus savaşındaki ağır hezimetin yarattığı kargaşa içinde 1878’de Meclisi Mebusan’ı tatil etmesi ve 30 yıl boyunca mutlaki yönetime geri dönmesidir. (Bilindiği gibi, Meşruiyetin yeniden kurulması ve meclisin yeniden göreve başlaması 1908’de ancak bir devrimle mümkün olacaktır.) Unutulmaması gereken bir nokta, bütün o 30 yıl boyunca 1876’da kabul edilmiş olan Kanunu Esasi’nin (anayasanın) hukuki varlığının geçerliliğinin sürmesidir.
Erdoğan’ın olası bir auto-golpe’ye başvurması da resmi bir rejim değişikliğie yaslanmayacaktır. Anayasanın içindeki boşluklar kullanılabilir; olağanüstü hale ilişkin maddenin olanaklarından yararlanılabilir; “savaş hali”ne ilişkin hükümler yürürlüğe sokulabilir. Hükümet yetkililerinin son günlerde benimsediği dil, kullanılacak gerekçeleri yavaş yavaş ortaya çıkarmaktadır. Bunlar arasında en çarpıcısı, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Suriye savaşı kışkırtıcılığının yapıldığı toplantının kaydedilmesi için “bu, savaş ilanıdır” demiş olmasıdır. Ortada savaş varsa, hükümet bunu çeşitli uygulamaları için gerekçe olarak kullanacaktır.
Debelenme
Hep söylüyoruz. İster Louis Bonaparte, ister Mussolini ve Hitler, ister Fujimori, tarihte kendi başta iken rejim otoriterleşmesine giden ve başarılı olan siyasi önderler hep yükseliş içinde iken yaptılar bunu. Oysa Tayyip Erdoğan çöküş içinde bir liderdir. Halkın bir bölümünün geçici desteğine yaslanarak sıkı rejim kurma girişimine tevessül ederse Tayyip Erdoğan belki gidişini biraz geciktirebilir. Gidiş sürecini daha sancılı kılacağı kesindir. Ama istikrarlı ve kalıcı bir rejim kurabileceğini umarsa yanılır.
Halk isyanının atmosferi hâlâ Türkiye’nin üzerinde bir heyûla gibi geziniyor. Kazanan mutlaka halk olacaktır. 30 Mart ise tarihe bir ayrıntı olarak geçecektir.