Aşırı birikim mi?

Sol perspektiften ekonomik krizler üzerine kafa yoranlar çeşit çeşit.  Dolayısıyla, ortaya çıkan görüşler de farklılaşıyor.  Bu farklılık en azından iki önemli alanda kendini gösteriyor.  İlki, krizin nedenlerini teşhis meselesi.  İlki ile ilişkili olmakla birlikte, ayrı bir alan olarak ele alınması gerekenkriz sırasında ve ertesindene yapılmalı sorusu da diğeri.

Söylemeye bile gerek yok, ama geçerken kaydedelim: görüşlerin farklılaşmasında, kişilerin formasyonları, konjonktürel koşullar, siyasi angajmanları, kurumsal ve öznel bağlılıkları, hatta kişilikleri önemli rol oynuyor.  Özgül ve ayrıntılı değerlendirmelerde bu faktörleri tabii ki tek tek ele almak gerekir. Bunları hesaba katarak yapılmış ciddi çalışmalar maalesef –belki de şarklılığımızdandır?—bizde pek yaygın değil.  Bu geri planın farkında olan, ama ele aldığı perspektifleri ve kişileri değerlendirirken, tabiri caizse, yaptığını biraz kaş göz yararak yapan Yalçın Küçük misali polemikler eğlenceli olmakla birlikte ihtiyacı gidermekten uzak.

Krizin nedenlerinin teşhisi konusunda sermayenin aşırı birikimi lafı üzerinden ne demek istediğimizi açalım.  Bir versiyon şudur: sermayedarlar çok kâr elde etmek istedikleri için çok yatırım yaparak çok meta üretirler (aşırı birikim).  Çok kâr etmeleri aynı zamanda çalıştırdıkları işçilere katma değerin olabildiğince az miktarını vermeyi gerektirdiğinden (ücretleri düşük tutma)giderek “çok fazla” miktarda ürettikleri metaları satamazlar(eksik tüketim).  Satamayınca da, o satılmayan metalardaki artık-değer realize edilememiş (paraya dönüştürülememiş) olacağından parasal kâr oranları düşer.

İkinci versiyon şudur: sermayedarlar kârlarını çatışmalı toplumsal ilişkilerle bezeli, dinamik bir ortamda gerçekleştirmeyi denerler.  Bu ortamın iki alanı sermayedarların neyi, nasıl yapmaları gerektiğini adeta onlara empoze eder: 1) yok olmamak için rakipleriyle kıyasıya etkin rekabet zorunluluğu-- ki, bu da son tahlilde emek üretkenliğini artıracak teknolojik yatırımlar yoluyla (aşırı birikim) birim maliyeti düşürmeye yol açar; 2) emekçilerin artık emek zamanına olabildiğince fazla miktarda el koyma gereği.  İlk çatışmalı alanın gidişatı, Marx’ın terminolojisiyle söyleyecek olursak, sermayenin organik kompozisyonunun artışında vücud bulur; ikincinin gidişatı ise artık değer oranının seyrinde görülür—ki, her iki oranın da Marx’ın öngördüğü üzere arttığı malumumuzdur.  Bu iki çatışmalı alanda var olma mücadelesi veren sermayenin kararlarının makroekonomik nihai sonucu parasal kâroranlarının düşmesidir.

Kriz sırasında ve ertesinde neler yapılacağı meselesinin, yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığım sermayenin aşırı birikim eğilimininin iki farklı yorumuyla doğrudan bağlantılı olduğu açıktır.  İlk versiyonu benimseyenler, kapitalizmle barışıklık derecelerine, devrimci alt üst oluşları ihtimal dahilinde görüp görmemelerine bağlı olarak,krizi aşmak için genellikle Keynesçi, gelir dağılımını düzeltici, talep eksikliğini giderici, vb.yolları önerirler.  Ayrıca, bu versiyonu savunanların çoğu için, kriz ertesi bir post-kapitalizm ihtimalizaten dışlandığı için, o tür bir formasyonun ekonomik yapısı üzerine düşünmek abesle iştigaldir, hayalciliktir. “Projeler” kapitalizm-içidir!

İkinci versiyonu benimseyenler, krizin nedenini bizatihi kapitalist toplumsal ilişkilerin çelişkili, çatışmalı alanları içinde teşhis ettiği için,özellikle günümüzdeki gibi depresyonların  kapitalizm içi “çözüm”lerinin toplumun her kertesini, insanlığı ve doğayı derinden tahrip eden geçici niteliğini öne çıkarırlar. Onlar için, yaşadığımız türden derin ve uzun süreli buhranlar, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimini engellediğinin kanıtıdır.  O nedenle, sol siyasetin projesi sosyalizmdir.

Bu yazı 3 Şubat 2013 Pazar günü BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.