Anti-emperyalist olmadan anti-kapitalist olunmaz!
Türkiye’de 60’lı ve 70’li yıllarda devrimci hareketler ve işçi mücadeleleri güçlü bir anti-emperyalist tavır üzerinden yükselmiştir. Solun hegemonyasının temelinde bu anti-emperyalist tavrın yeri büyüktür. 6. Filoyu denize dökenler hala muteberdir. Amerika’yı kıble seçip Denizlere saldıranlar yıllar geçince makam mevki sahibi olmuş olabilirler ama asla itibar sahibi olamazlar. Bugün hâlâ Erdoğan’ı anti-emperyalist olarak övmek isteyen Rıdvan Dilmen’in bile Deniz Gezmiş’i örnek göstermesi boşuna değildir. Anti-emperyalizm bir bilinç haline gelmese ve tutarlı bir siyasi tavra dönüşmese de bir eğilim olarak sağcısıyla, solcusuyla tüm halka yayılmıştır.
Türkiye’de sosyalistlerin attığı anti-emperyalist temel o kadar güçlüdür ki “Amerika’nın çocukları”nın 12 Eylül darbesi bile bu temeli yıkamamıştır. Ancak anti-emperyalizme vurulan darbeler 12 Eylül’le sınırlı değildir. Özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından siyasal yelpazenin sağında da solunda da anti-emperyalist duygular ve yönelişler sistematik bir faaliyetle iğdiş edilmiştir. 28 Şubat bu doğrultuda çok önemli bir dönüm noktasıdır. 28 Şubat’ın devirdiği Necmettin Erbakan’ı terk eden Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan, AKP’yi Amerikan icazetiyle kurmuştur. Amerikancı Siyonist tarikat lideri Fethullah Gülen’le ülkeyi 10 yıl birlikte yönetmiştir. AKP iktidara geldikten sonra İslamcı cenahtaki anti-emperyalist eğilim ve duygular kâh dolar kâh avro cinsinden iktidarın nimetleriyle boğulmuştur. Mezhepçilik ise Amerika ve İsrail’e karşı nefretin ikamesi olarak devreye sokulmuştur.
Laik, cumhuriyetçi, Kemalist cenahta da ABD ve İsrail destekli 28 Şubat önemli bir rol oynamıştır. Bu cenahta ordunun ve emekli generallerin siyasi hegemonyası beraberinde organik bir NATO’culuk getirmiştir. Amerikan karşıtlığı sadece PKK karşıtlığının bir türevi, hatta örtüsü haline gelmiştir. Dolayısıyla da zayıf ve tutarsızdır. Amerikancılığa dönüşmesi an meselesidir. Bir dönem Vatan Partisi Genel Başkan Yardımcılığı da yapan eski Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı emekli general İsmail Hakkı Pekin bile bu eksende bir anda Amerikancı bir politik dönüş yapabilmektedir. Ortadoğu’daki Amerikan ve İsrail çıkarlarını korumak için PKK ve türevleriyle değil Türkiye ile işbirliği yapması için Trump yönetimini ikna etmeyi, böylece ABD’nin Asya-Pasifik’te Çin’e karşı yoğunlaşabilmesini sağlamayı öneren yazılar yazabilmektedir. Yine aynı partinin yöneticiliğini yapan, Öcalan’ı sorgulamasıyla ünlenen emekli Albay Hasan Atilla Uğur için NATO’dan çıkmak “abuk subuk bir fikir” olabilmektedir.
Sosyalist solda ise anti-emperyalizmi kemiren Avrupa Birlikçilik oldu. Bir kez AB yanlısı olduktan sonra AB’nin askeri çatısı NATO’ya karşı olmak elbette ki mümkün olamazdı. Bu zehir, ilk dönemlerinde, liberaller partiden ayrılmadan önce ÖDP’de zuhur etti. Ardından Kürt hareketi aracılığıyla hegemonik hale geldi. Günümüzde Amerikan muhalefetinin merkez partisi olan CHP’nin böyle bir solu arkasına takması da zor olmadı. Kimlikçilik bu yozlaşmanın harcıydı. Emperyalizmi zor hazmeden solcu bünyeler için ise “anti-kapitalist olmadan anti-emperyalist olunmaz” doğru önermesi, Hardt ve Negri’nin gerici “imparatorluk” tezleriyle çarpıtılarak damarlara zerk edildi. Artık uluslar üstü sermayenin imparatorluğu vardı. Emperyalizm aşılmıştı. Nitekim bir kez anti-emperyalist refleksler uyuşturuldu mu “insan haklarında yeni yöntemler” tartışılırken, tam da Irak’ın işgal edildiği günlerde Murat Belge iki eski Amerikan büyükelçisini sahneye çıkarmaktan utanmıyordu. AB fonları, Alman vakıfları derken iş, Angela Merkel’e mektup yazmaktan, Joe Biden’dan randevu istemeye kadar varıyordu.
Daha da solcu bünyeler için emperyalizmin bittiği tezi işlemeyince emperyalizm teorisinin çarpıtılması devreye girdi. Rusya ve Çin’i emperyalist ilan edip de “alt-emperyalizm” etiketiyle dünyanın neredeyse tamamını emperyalist lige alınca “emperyalistler arasında taraf tutulmaz” diyerek ABD’nin tüm suçlarına karşı tarafsız kalmanın güya Marksist/Leninist formülü bulunmuştu.
Sosyalistlerin anti-emperyalizmden koparılması sağcılarınkine benzemez. Peşinden sağcısıyla solcusuyla tüm toplum anti-emperyalizmden kopmaya başlar. Anti-emperyalist siyaseti tekrar ayağa kaldırmak ise aynı şekilde solun daraltılmış sınırlarını aşacak ve emekçi sınıfların içinde çok kuvvetli bir yankı bulacaktır. Bunun için başlangıç noktası Leninist emperyalizm teorisine sahip çıkmak ve çok daha isabetli olan “anti-emperyalist olmadan anti-kapitalist olunmaz” önermesini benimsemektir. Çünkü emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Amerikan karşıtlığı anti-emperyalizm değildir. Ama anti-emperyalizmin, Amerikan devletinin politikalarına net bir karşıtlığı gerektirdiğinden de şüphe duyulamaz. “Gerçek sorun kapitalizmdir” diyen Ali Koç ne kadar anti-kapitalist ise, Amerikan devletinin karşıtı olmayan bir anti-emperyalisti de ancak o kadar ciddiye alabilirsiniz.
BBC’nin son araştırması Türkiye’de Amerikan karşıtlığının yüzde 80’leri aştığını söylüyor. Türkiye’de emekçi sınıfların nüfusa oranı ile ne kadar da örtüşüyor değil mi? İşçi greve çıktığında Amerikan, Fransız, Alman tekellerinin çıkarı için grev yasaklayanlar bu toplumsal gerçekliği kucaklayamaz. Aynı zamanda Amerikan muhalefeti ile el ele AKP’ye karşı yüzde 50’yi tamamlamaya çalışan solun sefaletinin de tablosudur bu.
Görev yine sosyalistlerin omuzlarındadır. Bu vesile ile ODTÜ’de, ABD elçisi Vietnam kasabı Komer’in arabasının yakılışının yıldönümünde, Amerikan ve İsrail bayraklarını yakarak, “Türkiye NATO’dan çıksın! İncirlik Üssü Kapatılsın!” sloganıyla eylem yapan DİP’li öğrencilere selam olsun!