Toronto Mutabakatı: "Üçüncü Büyük Depresyon" nasıl olacak?

Geçtiğimiz hafta Toronto'da toplanan G20 zirvesi iktisadi ve sosyal yakın geleceğimize dair tuttuğu ışık kadar, burjuva demokrasisinin dar sınırlarını göstermesi bakımdan da çok önemliydi. Dünyanın en gelişmiş demokrasilerinden biri olmakla övünen, yeryüzünün barış havarisi olarak bütün dünyanın takdirini kazanmış devleti Kanada'nın takkesi düştü, keli göründü.

Bir milyar dolardan fazla para harcanarak gerçekleştirilen bu zirve sayesinde lüks mağazalarda satılan pahalı Fransız parfüm şişelerinin üzerinde adı her nedense Paris, New York, Londra gibi dünya metropollerinin yanında yer alan Toronto'nun aslında sıradan bir taşra kentinden çok da farklı olmadığı ortaya çıktı. Zirve boyunca yarı açık bir cezaevi görüntüsüne bürünen şehrin polis şefi Sayın Bay Blair az gelişmiş ülkelerde bile eşine az rastlanabilecek bir "güvenlik başarısı" örneği sergileyerek 900 kişiyi tutukladı. Bunun üzerine haklı olarak demokratik kurumların ve yasaların kendilerine şimdilik bahşettiği olanaklardan güç alan bazı insan hakları savunucuları, polisin "anayasayı hiçe sayıp, illegal davrandığını, "orantısız, keyfi ve aşırı" bir şiddet uyguladığını beyan ettiler. Kanada hükümetinin tutuklanan, şiddete maruz kalan barışçıl göstericileri derhal serbest bırakmasını talep ettiler. Ayrıca bu insanlardan özür dilenmeliydi.  Tabi ki gözler bir anda "yoksul kadınların ve çocukların" kurtarıcısı, kalbi insan sevgisiyle dolup taşan Kanada Başbakanı Harper'a çevrildi. Polis şefi güvenlik operasyonlarının bazı çevrelerce kasıtlı olarak biraz abartıldığını, hiç kimsenin ciddi bir biçimde canının yanmadığını, olayların bir avuç anarşistin kışkırtması olduğunu açıklayınca, humanist Başbakan Harper'ın özür dilemesine gerek kalmadı. Sonunda Kanada'da demokrasi her zaman olduğu gibi yine kazandı. "O Kanada !!!" (Kanada Ulusal Marşı)

Demokrasi kazanmasına kazanmıştı ama galiba ekonomi kaybetti.  27 Haziran'da New York Times'daki köşesinde G20 zirvesinin sonuçlarını değerlendiren Paul Krugman  meslekten iktisatçılara has o meşhur soğukkanlılığıyla kapitalizmin tarihindeki üçüncü Büyük Depresyon'a girmiş bulunduğumuzu yazdı. Nobel ödülü almış böylesine büyük bir iktisatçının ağzından bu tür bir söz çıkmışsa, bize ne demek düşer? Durum demek ki gerçekten ciddiydi.  Neyse ki Krugman sevinebileceğimiz bir başka haber daha veriyordu: Üçüncü Büyük Depresyon'umuz 1929'un Büyük Çöküşü kadar derin ve ani olmayacakmış. 21. yüzyılın biz talihsizlerini 1873'ün Uzun Depresyonu'na benzer bir felaket beklemekteymiş. Yani dedelerimizin yaşamış olduğu değil de, dedelerimizin dedelerinin yaşadığı türden bir sefalet dönemi bizleri beklemekteymiş. Düşünebiliyor musunuz kaç kuşak sonra tekrar aynı felaket!  Eh, kapitalizmin istikrarı da bu olsa gerek!

Nobel ödüllü iktisatçımızın makalesinin kısa meali şöyle: Önümüzdeki yıllarda milyonlarca insan işini kaybetmeye devam edecek, daha kötü koşullarda, daha düşük ücretlerde çalışmak durumunda kalacak, işlerini kaybedenler ise uzun bir süre iş bulamayacaklarmış. Bütün bu talihsizliğin temelinde ise, "Toronto Mutabakatı" olarak adlandırabileceğimiz, yanlış iktisat politikaları yatıyor olacakmış. Demek ki, Washington Mutabakatı'ndan sonra şimdi de uzun yıllar Toronto Mutabakatı'nı konuşacağız diyebiliriz. Dolayısıyla sormak durumundayız: Toronto Mutabakatı nasıl bir şeydir? Bu mutabakata göre burjuva hükümetleri ideolojiler üstü bir bilinçle sıkı para politikası ve mali disipline dayanan iktisat politikalarını büyük bir ciddiyetle uygulayacaklar, bankalara ve diğer mali kuruluşlara olan devlet borçlarını büyük bir sorumlulukla geri ödeyecekler, sosyal harcamalardan ve sosyal güvenlikten yapılan kesintilerle bütçeden sağlanacak fazlaların yetmediği durumlarda kamu varlık ve kaynaklarını özelleştirmelerle satacaklar ve de özellikle kamu sektöründe çalışanların grev ve toplu iş sözleşme haklarını budayacaklar.  Ve nihayetinde onlar muradına ererlerken,  bizler de kerevetine çıkacağız.

Şimdi iki hafta öncesini hatırlayalım: O günlerde Çin'e akan büyük miktardaki doğrudan yabancı sermayenin yarattığı yanılsamaya bağlı olarak parlak bir gelecek beklentisiyle dünya borsaları yükselişe geçmişti. Bugün ise piyasalar dünyanın dört bir yanında hızla çöküyor. Daha önce yazmıştık ama belki bu bağlamda bir daha yinelemek anlamlı olabilir: Kapitalistler arasında canlılık ile ümitsizliğin birbirini ritmik biçimde izlemesi depresif  bir uzun dalgadan yani bir depresyondan geçmekte olduğumuzun açık bir işaretidir. Depresyon dönemleri ekonomi alanıyla sınırlı kalmayan aynı zamanda siyasal ve ideolojik alanlarda da köklü değişimler içerir. Bu tür dönemlerde burjuva toplumlarının bütününe anti-hümanist, anti-eşitlikçi ve anti-demokratik bir  ideolojik iklim egemen olmaya başlar. İşsizlik ve yoksullukla boğuşan, çaresizlikle baş başa bırakılmış milyonlarca emekçi arasında kıyasıya rekabet, aynen kapitalistlerin arasında olduğu gibi,  şiddetlenir, artar ve derinleşir. Yine de  kapitalistler  bir bütün olarak bütün ülkelerde emekçilere saldırma konusunda mutabakata varmaları gerektiğini çok iyi bilirler. İşte Toronto Mutabakatının özü budur.

Toronto Mutabakatı, sermayenin içinden geçmekte olduğumuz depresif uzun dalgadan çıkıp, insanı ve doğayı mülk edinerek, tekrar kendisine boyun eğdirebilmesi için kâr  oranlarının düşüşünü durdurup, yükselişe geçmesini sağlamayı hedeflemektedir. Günümüzde kâr oranlarını ekonominin bütününde canlanma yaratabilecek ölçüde yukarı çekebilmek için kapitalistler öncelikle gelişmiş ülkelerde işçilerin örgütsel gücünü ve mücadeleciliğini ciddi bir biçimde kırmak zorunda kalmaktadırlar. Çünkü burjuva demokrasisi bu ülkelerde emperyalizme bağımlı ülkelere kıyasla çok daha gelişmiş bir düzeydedir. Bu tür ülkelerde işçi sınıfının hukuksal zeminde daha geniş bir hareket ve mücadele alanı mevcuttur. Bu nedenle bu tür ülkelerde medeniyetin taşıyıcısı olduklarını her daim dile getirmekten hiç utanmayan emperyalistler, işçi sınıfına bir zamanlar tanımak zorunda kaldıkları demokratik özgürlüklerde radikal bir kısıntıya gitmek zorunda olduklarını, gün be gün artan işçi eylemlilikleriyle görmektedirler.

29 Haziran Salı günü Bilbao'dan Madrid'e, oradan Atina'ya Avrupa sokaklarındaki görüntüleri hatırlayın. Bu görüntülerdeki alevler, dumanlar, havada uçuşan taşlar ve sopalar da mı Toronto'da olduğu gibi kendini bilmez bir avuç anarşistin yarattığı bir hezeyandı? Bilmem televizyonlarda gözünüze çarptı mı, Bilbao'da bir bankanın köşesine polisler tarafından sıkıştırılmış yaşlı, muhtemelen de emekli bir Avrupalı emekçi,  İspanyol polisinin silahından çıkmış plastik mermilerin vücudunda açtığı yaradan akan kana acı içinde bakarken, iki arkadaşı kollarından tutmuş onu ambulansa taşımaya çalışıyorlardı.  Bu görüntüleri korkuyla seyreden bir grup sıradan Avrupalı, yani proleter, bir süre sonra korkularını yenip, harekete geçti. Görüntülerden anladığım kadarıyla polis baskısına ve şiddetine karşı slogan atıyorlardı. Evet burası sözde demokrasinin beşiği Kanada'nın Toronto'su değildi. Evet burada polis şefi Sayın Bay Blair de yoktu. Ama neden görüntüler aynen Toronto'daki gibiydi? Burası gerçekten neresiydi? Burası işine geldiğinde herkese insan hakları ve demokrasi dersi veren AB topraklarıydı. AB ve Kanada birbirine ne kadar çok benziyorlardı. İşte sermaye budur; nerede hakim olursa kendine benzer bir toplum yaratıyor. Belki de bu yazımızı şöyle bir soruyla bitirmeliyiz: İçinden geçmekte olduğumuz dönemi neo-liberal faşizmin ilk  evreleri olarak adlandırılabilir miyiz?


Bu yazı 5 Temmuz 2010 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.