AB emperyalizminin Gümrük Birliği zinciri kırılmalıdır

Avrupa emperyalizminin Türkiye üzerindeki tahakkümünün en somut ifadesi Gümrük Birliği anlaşmasıdır. 1995 yılında Tansu Çiller'in başbakanlığında ve CHP'nin koalisyon ortaklığı yaptığı hükümet tarafından imzalanan anlaşma ile Türkiye henüz AB üyesi olmadan AB ile ticarette gümrük vergilerini kaldırıyor ve üçüncü ülkelerle ticarette AB'nin gümrük politikasını benimsemek zorunda kalıyordu. Ancak Türkiye AB üyesi olmadığı için AB'nin dış ticaret politikasında söz hakkı yoktu ve üçüncü ülkelerin AB ile yaptığı anlaşmalardan Türkiye yararlanamıyordu. Örneğin bugün AB ile Tunus arasında serbest ticaret anlaşması var ve AB malları Tunus'a, Tunus malları da AB'ye gümrüksüz şekilde giriyor. Gümrük birliği dolayısıyla Türk gümrüğü de AB gümrüğü sayıldığından Tunus malları Türkiye'ye de otomatik olarak gümrük vergisinden muaf olarak giriyor. Ama Türkiye Tunus'a gümrük vergisi ile mal satmak zorunda. Çünkü sonuçta Tunus anlaşmayı AB ile yapıyor ve Türkiye AB üyesi olmadığından bu anlaşmanın gereklerini Türkiye karşısında da uygulama yükümlülüğü yok.

Tunus'un dış ticaretteki önemi nispeten az olabilir ancak AB'nin ABD ile müzakere ettiği serbest ticaret bölgesi eğer Trump tarafından baltalanmamış olsaydı Türkiye bundan tek yanlı büyük bir zarar görecekti. Üstelik Tunus'la olan duruma benzer bir durum, ihraç ettiğimizin üç katından fazlasını ithal ettiğimiz Japonya ile yaşanırsa, yapılacak bir ikili anlaşmanın pek de hükmünün olmayacağı açıkça görülebilir. Tüm bunların yanında AB'nin, tarife dışı engeller olarak tanımlanan kotalar, izin belgeleri vb. yollarla özellikle karayolu taşımacılığında kendi çıkarları için malların serbest dolaşımını kısıtlamayı sürdürdüğü unutulmamalıdır. Dolayısıyla Gümrük Birliği ile birlikte Türkiye en baştan dış ticaretteki ulusal kontrolünü yitirmiştir. Bu anlamıyla Türkiye gibi AB üyesi olmayan ülkelerden sadece Andorra (nüfus 70 bin), Monako (nüfus 30 bin) ve San Marino (nüfus 32 bin) tarafından imzalanmış Gümrük Birliği, tam anlamıyla Avrupa emperyalizmine verilmiş bir kapitülasyon niteliğindedir.

Vaktiyle büyük sermayenin liberal propagandistleri Gümrük Birliği'nin Türk sanayisini AB ile rekabete açarak güçlendireceğini savunmuştu. 1995'ten 2017'ye gelindiğinde artık bilanço net şekilde görülebiliyor ve AB ile ticarette rekabet endeksinin de Türkiye aleyhinde -0,159'dan -0,250'lere indiği görülüyor. Tüm bunlar Türkiye'de sermaye çevrelerinin dahi Gümrük Birliği'nin revize edilmesi yönünde talepler yükseltmesine neden olmuş durumda. Hatta 2016 sonunda Başbakan Binali Yıldırım’ın, TÜSİAD yüksek istişare kurulunda bu durumu "bize madik attılar" diyerek nitelemesi bu doğrultudaki tartışmaları alevlendirmişti. Ancak büyük sermaye ve onun iktidarı Gümrük Birliği'nden tam çıkışı bir alternatif olarak tartışmaktan kaçınmaya devam ediyor.

Çünkü mesele bir dış ticaret rejimi meselesinin ötesindedir. Sorunun adını doğru koymak gerekir. Sorunun adı Avrupa emperyalizmidir. Büyük sermaye ve iktidarı, muhalefetiyle onun partileri, Gümrük Birliği'nden çıkmaya yanaşmıyor, çünkü kendi stratejik çıkarlarını emperyalizmle bütünleşmekte görüyorlar. Niyetleri emperyalist sofradan daha fazla kırıntı kopartmak. Bu kırıntıları arttırmak için revizyon istiyorlar. Patronların zaman zaman keyifleri kaçabiliyor ama onların canı yanmıyor. Çünkü rekabetin tüm acısını işçiye emekçiye çektiriyorlar. Bu yüzden Avrupa emperyalizmine karşı kendine "milli burjuva" müttefik aramaya soyunan milliyetçi solcuların arayışı boşunadır.

Nitekim, Türkiye'de taşeronlaştırmadan iş yasalarında işçi aleyhinde yapılan tüm değişikliklere, özelleştirmelerden sendikasızlaştırma saldırılarına her şey AB'ye uyum politikaları çerçevesinde ve yapısal reform adı altında dayatılmıştır. Türkiye'de ihracat yapan sanayi dallarındaki işçiler Alman işçilerin 1/6'sı, Fransız işçilerin 1/5'i, İngiliz işçilerin 1/4'ü kadar ücret alabiliyor. Avrupa'ya gümrüksüz ihracat yapmak için Türkiye'de yatırım yapan Amerikan ve Japon emperyalist şirketleri de işçinin acısı üzerinden elde edilen bu tatlı kârlardan fazlasıyla yararlanmakta. Bu emperyalist vampirlerin yerli ortakları da haliyle bu sömürü çarkının durmasını istemiyor.

AB süreci ile birlikte Türkiye'de tarımın çöküşü de, çiftçinin can çekişmesi de ortadadır. Türkiye'ye tarımsal destekleri kısıtlaması için dayatmada bulunan AB, kendi çiftçisine 50 milyar dolara yakın sübvansiyon veriyor. AB'de tarımın milli gelire katkısının %50'si ve üzerinde tarıma destek verilirken Türkiye'de bu oran ancak %7 seviyesinde. Bu anlamda AB ve Gümrük Birliği çiftçinin boynundaki zincir olarak karşımızda duruyor.

Özetle Gümrük Birliği ve AB dayatmaları işçinin, emekçinin, köylünün canını yakıyor. Emperyalizm, geniş emekçi kitleler açısından masadan kırıntı toplama meselesi değil bizatihi hayat memat meselesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu yüzden Devrimci İşçi Partisi, Türkiye'nin emekçi halkını zincirlerinden kurtarmak için verdiği mücadelede ısrarla Türkiye Gümrük Birliği'nden çıkmalıdır diyor. 

Bu yazı Gerçek gazetesinin Mayıs 2017 tarihli 92. sayısında yayınlanmıştır.