Düğmeye kim basacak?

İçinden geçtiğimiz dönemde Avrupa’daki ekonomik krizin boyutlarını ve durumunu The Economist dergisinin 9 Haziran tarihli baskısının kapağı yeterince iyi anlatıyor. Kapak resminde dünya ekonomisini temsil eden bir gemi giderek derinlere doğru batıyor ve gemiyi suların üzerine çıkarmak için Almanya Başbakanı Angela Merkel’in düğmeye basması gerektiğine vurgu yapılıyor. Kapaktaki başlık ise “Dünyayı Kurtaracak Kadın”! Hatırlanacak olursa 2008’de şiddetlenen dünya ekonomik krizinde yoğun devlet müdahaleleriyle Avrupa’yı da etkisi altına alan krizin geçici de olsa ötelenmesinde öne çıkan isimlerin başında gelen dönemin İngiltere Başbakanı Gordon Brown’ı da İngiliz Daily Mirror gazetesi “Dünyayı Kurtaran Adam” başlığıyla gazeteye manşet yapmıştı.

Kapitalizmin yapısal çelişkilerinin günümüzde büründüğü biçimin bir ifadesi olan Euro krizi bırakın dünyayı kurtaracak lider arayışıyla çözülmeyi, sınıf mücadalelerinde dünya ölçeğinde dönüşümlere gebe. Euro krizinin çözülememesinin en önemli sonucunun bir bütün olarak dünya ekonomisinin daha derin bir durgunluğa girmesi olacağı konusunda finans spekülatörü Soros’tan, “kâhin iktisatçı” Roubini’ye kadar herkes nerdeyse hemfikir. Buna mukabil Türk burjuvazisi “aynı gemide yer aldıklarını” sürekli hatırlattıkları uluslararası sermayeden “ayrışmış” gibi bir görüntü çizme peşinde. Adeta “gemi batıyor” diyen birine “buyurun oturun, koltuklarımız çok rahat” demek gibi bir yaklaşım söz konusu olan. Uluslararası sermaye çevreleri tarafından görece yüksek büyüme hızına atıfla “Türk reçetesi”nden, Türkiye’nin “Avrupa’nın yeni kaplanı” olduğundan bahsediliyorken içerde başta hükümet olmak üzere Türkiye burjuvazisi de bu “maskeli balo”ya eşlik ediyor. Bakan Şimşek “Kriz sert etkileyebilir, ama hasar kalıcı olmaz”, Cumhurbaşkanı Gül “Türkiye’nin zemini sağlam” diyor.

Türkiye ekonomisine ilişkin bu özgüven iki unsura dayanıyor: Bütçe açığının henüz ürkütücü boyutlarda olmaması ve bankaların mali durumlarının henüz fazla sorunlu olmaması. AKP hükümeti sosyal harcamaları kısarak, özelleştirmelere hız vererek ve dolaylı vergileri yükselterek bütçe gelirlerini sermayeye fazla yük olmadan artırabilirken, yüksek faiz vererek dışardan mali kaynak bulmaya ve cari açığın, özellikle de özel sektörün artan dış borçlarının ödenmesini güvence altına almaya çabalıyor. Başbakan Yardımcısı da Merkez Bankası Başkanı da “aşağı yönlü riskler gelişirse manevra alanımız var, krize karşı dayanıklıyız” derken bu “hassas dengeyi” yönetebileceklerini iddia etmiş oluyorlar.

Gelgelelim bu kriz ve belirsizlik ortamında hükümetin izlediği “yumuşak iniş senaryosu”, yani ekonominin yavaşlamasının uygun politikalarla kontrol edilebileceği umudu Avrupa kapitalizminin gidişatına doğrudan bağlı. Geçtiğimiz günlerde bir gazeteci büyük bir bankanın yönetim kurulu başkanının izlenimlerini aktarıyor: “Avrupalı bankacıları hiç bu kadar endişeli görmemiştim. Ve de bu kadar karamsar…” Aynı gazeteci “Bizde vaziyet nasıl?” diye sorunca aldığı cevap şu: “Çok iyiyiz şimdilik ama bizim iyiliğimiz de onlara bağlı. Avrupa’da durum daha da sarpa sararsa en azından rahatımız kaçar.” (vurgu bana ait). İşte size Türkiye burjuvazisinin “temkinli ve tedirgin” ruh halinin özeti.

Türkiye kapitalizminin bağımlı ve yapısal zaaflarla malul karakterini İstanbul Sanayi Odası eski başkanı geçen sene “batmayıp su üstünde kaldık, sıra yüzmede” benzetmesiyle özetlemişti. Oysa şimdi kocaman bir dalga geliyor! İş Bankası ve Türkiye Bankalar Birliği eski genel müdürü gelecekte ülke ekonomisinin daha büyük dalgalanmalara karşı beklenen gücü gösteremeyeceğine dikkat çekmiş.

Türkiye burjuvazisinin uluslararası sermayeye olan mali, teknolojik ve pazara dayalı bağımlılığından dolayı, Avrupa krizinin daha da derinleşmesinin Türkiye ekonomisini 1994, 1998 ya da 2001 krizlerine benzer bir altüst oluşa sürükleme olasılığı hiç de az değil. Aslında Türkiye burjuvazisi ve AKP hükümeti bütün o özgüven ve şişinmelerine rağmen krizin henüz Türkiye’yi vurmadığının, ancak vurursa yumuşak değil, “sert iniş” olasılığının azımsanmaması gerektiğinin farkında. Önümüzdeki dönemde rejimin daha fazla sopa göstererek işçi sınıfının sömürü koşullarını daha da ağırlaştıracağının ipuçlarını hükümetin memur maaş zamlarındaki ve THY’de getirilen grev yasağındaki “alikıran baş kesen” tutumundan anlamak mümkün.

İster yumuşak ister sert olsun, her inişin bir çıkışı vardır! Burjuvazi hem gemiyi batırıyor hem de faturayı işçi sınıfı ve ezilenlere kesmeye çabalıyor. O takdirde burjuvazinin şu (“kemer sıkma”) ya da bu (“harcamaları artırma”) politikalarının ya da liderlerinin dünyayı kurtarma umudundan vazgeçmek, “düğmeye basmak” için işçi sınıfı ve ezilenlerin birlikte ve patronlardan bağımsız bir mücadele hattı için çaba sarf etmek bu çıkışın önkoşuludur.

 

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Temmuz 2012 tarihli 33. sayısında yayınlanmıştır.