Devrim ile karşı devrim arasında Suriye

Aşağıdaki yazı, önce Arjantin’deki kardeş partimiz Partido Obrero’nun (İşçi Partisi-PO) gazetesi Prensa Obrera’nın 2 Ağustos 2012 tarihli 1233. sayısında İspanyolca olarak (http://po.org.ar/po1233/2012/08/02/siria-entre-la-revolucion-y-la-contrarrevolucion/) , daha sonra da Kanada’da bir sosyalist internet sitesi olan “Socialist Project”te 7 Ağustos günü İngilizce olarak (http://www.socialistproject.ca/bullet/676.php) yayınlanmıştır. Yazı, her ne kadar dünyanın Ortadoğu’yu bizim kadar yakından izlemeye olanağı olmayan bölgeleri için kaleme alınmış olsa da, Devrimci İşçi Partisi’nin ve Gerçek gazetesinin Suriye olaylarının en başından bu yana yapmakta olduğu çok kapsamlı analizi tek bir yazının sınırları içinde özetliyor ve günümüzde ulaşılan noktaya ilişkin tespitler içeriyor olması dolayısıyla Türkçe’de yayınlanmasının da anlamlı olacağını düşündük. Ortadoğu’ya uzak yabancı okuyucular için verilmiş olan, Türkiye’deki okuyucu için gereksiz bilgilerin ayıklanmasına rağmen yazı yine de Türkçe yazılmış olsaydı bazı yerleri farklı şekilde kaleme alınırdı. Bunun göz önünde tutularak okunması gerekir.

Beşşar Esad’ın Baas rejimi ile kentin ve kırın halk kitleleri arasında 15 Mart 2011’de başlamış olan mücadelenin sertliği her iki tarafı da tüketmiş gözüküyor. Bu gelişme, uluslararası karşı devrim güçleri tarafından özenli biçimde tasarlanmış, desteklenmiş ve silahlandırılmış olan bir üçüncü güce yakın gelecekte zafer getirecek anlaşılan. Bu üçüncü güç, farklı siyasi eğilimlerden oluşmuş bir burjuva koalisyonu: İçinde sürgünde yaşayıp ikbal gününü bekleyen oportünist emperyalizm yanlısı politikacılar, farklı yönelişlere sahip Sünni hareketler, en önemlisi Müslüman Kardeşler, Suriye burjuvazisinin çeşitli kesimlerini dolaysız biçimde temsil eden unsurlar, Suriye ordusundan firar edenler vb. var. Başta elbette ABD olmak üzere emperyalizmin, Suudi Arabistan ve Katar’ın başını çektiği Sünni Arap gericiliğinin ve Türkiye’nin oluşturduğu uluslararası karşı devrim güçleri, halk kitlelerinin Arap devriminin gerçekten parçası olarak başlayan ayaklanmasını, varolan burjuva devletinden köklü bir kopuş olmaksızın Esad’ın yerine geçebilecek “sorumlu”, emperyalizm yanlısı bir hareket yönüne saptırma olarak nitelenebilecek ana hedeflerine ulaşmaya yaklaşmış görünüyor.

Ne var ki, Suriye devrimi, yerini yeni bir burjuva hükümetine terk ederek sahneden çekilmeye hazırlanırken, son dönemde, Suriye’nin kuzeyinde, yalnızca Suriye’de değil bütün Ortadoğu’da statükoyu sarsma potansiyeline sahip bir özerk bölge biçimi altında bir yan ürün doğurmuş bulunuyor. Gözlerimizin önünde yeni bir özerk Kürdistan beliriyor; üstelik bu kez, kuzey Irak’taki Kürdistan Bölge Hükümeti’nden farklı olarak, bu siyasi birim ABD’nin yarattığı bir oluşum değil.

Emperyalizm, Arap gericiliği ve Türkiye, Suriye devrimini rayından çıkarıyor

Israrla sürdürülen asılsız söylentileri yalanlar biçimde, 2010 sonlarında Tunus’ta başlayarak birçok Arap ülkesine (en başta Mısır, Bahreyn ve Yemen’e) yayılan Arap devrimi, emperyalizmi hazırlıksız yakaladı ve Arap dünyasındaki mevzilerinde ciddi hasar yarattı. Özellikle devrimin bu erken aşamasında bile proletaryanın mücadelesinin belirleyici rol oynadığı Mısır başta olmak üzere ortaya çıkmış olan sürekli devrim dinamiğinin ve buna alternatif olarak bu ülkelerde onlarca yıl boyunca en iyi örgütlenmiş muhalefet olan siyasi İslam’ın şu ya da bu akımının iktidara gelmesi olasılığının dışında, aynı zamanda, İsrail ve Ortadoğu’nun otuz yıldır Camp David’e dayanan statükosu açısından bir tehdit de söz konusuydu. Kitlelerin, en çarpıcı biçimde Tahrir’de ifadesini bulan baş döndürücü atağı karşısında, emperyalizm, bir süre el yordamıyla yürüdükten sonra bir strateji oluşturdu. Bu strateji “düzenli geçiş” olarak anılacaktı: Temeli, eski rejimin en çok tepki duyulan oyuncularını feda ederken kurumların mümkün olduğunca muhafaza edilmesine dayanıyordu. Tunus’ta Bin Ali’nin, Mısır’da Mübarek’in, Yemen’de Salih’in gözden çıkarılması, kitlelerin ateşinin düşürülmesi için gerekliydi. Buna ilaveten, ABD ve Fransa’nın başını çektiği bir emperyalist koalisyon Libya’daki bölgeler ve kabileler arası savaşın üzerine atladı; Kaddafi’ye karşı muhalefetin askeri bakımdan desteklenmesindeki amaç, devrimler arasında en ileri gitmiş olan Mısır ve Tunus’un kontrolden çıkması halinde emperyalist müdahale için güvenli bir üs yaratmaktı.

Suriye’nin kendine özgü yanları vardır. En önemlisi, İsrail’le sınırdaştır. Her ne kadar Siyonist devlet Baas rejimini geleneksel olarak düşmanı gibi görse de, unutulmamalıdır ki, İsrail ve Suriye, Siyonizmin 2008 sonunda Gazze’ye taarruzu bütün planları bozana kadar, Erdoğan’ın arabuluculuğuyla kendi Camp David’lerini yaratmanın eşiğine gelmiş bulunuyorlardı. Esad’ın Alevi, hatta laik denebilecek hükümetine alternatif olabilecek bir Sünni İslamcı yönetimin İsrail için daha da büyük bir tehlike olacağından korkan ABD ve Siyonist yönetim, Mart 2011’de Suriye devrimi ile karşı karşıya kaldıklarında, başlangıçta kitle hareketinin taleplerini massetmek amacıyla varolan rejimin reformlar yapması yolunu tercih edecekti. Bu, aynı zamanda, daha önceki yıllarda Esad hükümetiyle ilişkilerine çok büyük yatırım yapmış olan Erdoğan hükümetinin çizgisi olacaktı.

Ne var ki, Esad hükümeti ile sosyo-ekonomik varoluşu açısından Baas rejiminin organlarıyla içiçe geçmiş olan Sünni, Hıristiyan ve Alevi büyük burjuvazi, kitlelerin taleplerine hiçbir ciddi taviz vermeye hazır değildi. Uluslararası karşı devrimci koalisyon ancak bu kapasite yokluğunu ya da gönülsüzlüğü kavradığında Esad’a sırtını çevirecekti. Devrimin başlamasından yaklaşık altı ay sonra, 2011 yazının sonlarında, AKP hükümeti, Suriye Ulusal Konseyi (bundan sonra SUK) şemsiyesi altında, sipariş üzerine hazırlanmış bir muhalefeti yaratacaktı. Bu konsey, Libya’daki Ulusal Geçiş Konseyi’nin bir benzeri olarak düşünülmüştü: Amaç, sürgünde, emperyalist düzene sadık bütün eğilimleri bir araya getiren “saygıdeğer” bir burjuva muhalefeti yaratmaktı. Bu, birkaç ay sonra Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) oluşturulmasıyla desteklenecekti. Bu ordu, Türkiye’den barınma ve eğitim olanakları alıyor, Suudi ve Katar parasıyla silahlandırılıyor, ABD’nin istihbarat desteğinden yararlanıyor. SUK-ÖSO ikilisinin temsil ettiği burjuva muhalefeti, emperyalizmin, Arap gericiliğinin ve Türkiye’nin, Suriye devrimini kendileri açısından kabul edilebilir bir yola saptırmak amacıyla icat ettikleri bir odaktır.

Burada da strateji “düzenli geçiş”tir. “Suriye Dostları” adını alan ve emperyalist ülkeleri, Arap Birliği’nin üyelerini, Türkiye’yi ve emperyalizmin dizinin dibinden ayrılmayan başka ülkeleri bir araya getiren grubun düzenlediği üç konferans arasında en önemlisi bu yılın Nisan ayı başında İstanbul’da yapılmış olandı. Bu konferansta kabul edilen karar, amacın berraklığını çarpıcı biçimde ortaya koyuyordu: “barışçıl, düzenli ve istikrarlı bir geçiş” (“barışçıl” nitelemesi elbette tam bir ikiyüzlülüktür) ve Suriye’nin kurumlarının muhafaza edilmesi, yalnızca reforme edilmesi konusunda kararlı bir tavır. Bu ikinci nokta da, varolan rejimleri mümkün olduğu kadar muhafaza ederek bir halk yönetimini ya da İslami bir rejimi dışlama stratejisine dönük bir önlemdir.

Ne var ki, Libya’daki Ulusal Geçiş Konseyi’nin deneyimine karşıt olarak, SUK bir yıla yaklaşan varlığı boyunca Suriye muhalefeti üzerinde hegemonya kuramamıştır. Burada birkaç faktör etkili olmuştur. Birincisi, halk devriminin kendi güçlerinin birçoğu, en başta da sol hareketler, dış müdahaleye karşı çıkmış ve SUK’un emperyalizmin ve Arap gericiliğinin kuklası karakterini teşhir etmeye yönelmiştir. İkincisi, ülkenin kuzeyinde yaşayan ezilmiş halk Kürtleri temsil eden hareketler, muhalefetin yönelişinde en ufak bir umut görmemişlerdir, görmemektedirler. Üçüncüsü, SUK değişik burjuva eğilimleri arasında dahi uyumlu bir ilişki yaratmaktan acizdir. Uluslararası karşı devrim kampı bünyesinde, SUK’a ve ülke içindeki silahlı mücadeleye, Müslüman Kardeşler’in, Suudilere yakın Selefi hareketlerin, hatta El Kaide’nin gittikçe daha fazla hâkim olduğu konusunda bir kaygı yayılmaktadır.

Muhalefet hareketi içinde İslamcı etkinin bu şekilde artıyor olması, Suriye üzerinde verilmekte olan mücadelenin patlayıcı özellikler taşıyan bir boyutuyla yakından ilgilidir. Suriye, bu aşamada, İran’ın önderliğindeki Şii-Alevi cephesine karşı Suudi Arabistan tarafından oluşturulmakta olan Sünni kampın mücadelesinde cephe ülkesi haline gelmiştir. Ülke, günümüzde İran ile ittifak içindeki güçler zincirinde bir halkadır: Son dönemde Şiilerin hâkimiyetine girmiş olan Irak, şu anda Lübnan’da iktidarda olan hükümetin ardındaki en önemli güç olan Hizbullah ve Alevilerin hâkimiyetindeki Suriye. Daha önce İran’ın önemli bir müttefiki olan Filistin’in Hamas örgütü ise, Mısır devriminin ardından Müslüman Kerdeşler’in yükselmesinin etkisi altında Sünni kampa geçeceğine dair işaretler vermektedir. Kısacası, Suriye üzerindeki mücadele, Ortadoğu çapında Sünniler ile Şiiler arasında sürmekte olan mezhep kavgasının parçasıdır; bu kavganın Ortadoğu çapında bir yangına yol açması ve barbarca boyutlara erişmesi tehlikesi mevcuttur.

Emperyalizm yanlısı burjuva muhalefetinin saflarındaki bütün bu çelişkilere rağmen, Suriye’de sınırlı bazı yörelerde vur kaç eylemleri biçiminde başlamış olan çatışmalar tam boy bir iç savaşa dönüşmüş bulunuyor; iddialara göre, muhalefet artık birçok bölgeyi kontrolü altında tutmaktadır. Ordudan ve sivil bürokrasiden (bunun en çarpıcı örnekleri bazı büyükelçilerdir[i]) bir dizi yetkili saf değiştirmiştir. Bunlar arasında en önemlisi, Esad ailesinin koruyucusu Cumhuriyet Muhafızları’nın generallerinden Manaf Tlas’ın son dönemdeki firarıdır. Sünni Tlas ailesi Baas rejimi içinde Esad ailesinin hemen ardından gelen bir aile olmakla kalmaz, aynı zamanda ülkenin en güçlü kapitalist ailelerinden biridir. Manaf, muhtemelen bir geçiş hükümeti kurulduğunda başında yer alabilecek adaylardan biri olarak görülmektedir. Bu tabii ülkede kapitalistlerin iktidarının garanti altına alınması olur. Tlas’ın, Çin ve İran ile birlikte emperyalist koalisyonun en aktif karşıtı olan Rusya’dan da destek alması mümkündür.

Esad’ın günleri sayılı görünüyor. Tlas ya da o tür biri geçiş hükümetinin başına getirilebilirse, emperyalizmin stratejik amacı gerçekleşmiş olacaktır: Devletin, hatta kısmen rejimin bile kurumları muhafaza edilmiş, emperyalizme tâbi kapitalist bir Suriye’nin varlığı güvenceye alınmış olacaktır. Mümkün senaryolar arasında en muhtemeli olan bu gelişme gerçekleşirse, Suriye’nin halk devrimi yumuşak bir ölüme terk edilmiş olacaktır. Suudi Arabistan’ın ve Katar’ın parası, Türkiye’nin burjuva muhalefetine sağladığı barınma ve askeri eğitim olanakları, emperyalizmin, karşısında zor durulacak diplomatik basıncı, hep birlikte burjuva muhalefetinin halk hareketi karşısında üstünlüğü ele geçirmesini olanaklı kılmıştır. Şu anda bir muamma niteliği taşıyan Suriye devriminin gizleri açığa çıktığında, Suriye solunun siyasi sorumluluğunun araştırılması gerekecektir. Ne var ki, henüz Suriye devriminin tükenmiş olduğunu iddia edemeyiz. Esad sonrası dönemde dünyayı şaşırtacak bazı sürprizler de yaşanabilir.

Suriye devriminin ardında bıraktığı bebek: özerk Batı Kürdistan

Son günlerde Suriye’nin kuzeyinde yaşanmakta olan olaylar, denkleme yeni öğeler katmıştır. 20 Temmuz’dan bu yana Suriye’nin kuzeyindeki kentler, en büyük kent Kamışlı (Qamişlo) da dahil olmak üzere, Kürt halkı tarafından Baas hükümetinin yetkililerinden devralınmıştır. Bu kent ve kasabaların halkı yerel işleri yönetmek için meclisler kurmuş, yeni siyasi düzeni savunmak için de milisler oluşturmuştur. Her yerde Kürt bayrakları dalgalanmaktadır.

Ne olup bittiğini anlayabilmek için Kürtlerin Ortadoğu’daki konumunu kavrayabilmek gerekir. Bölgenin yerli halklarından biri olan Kürtlerin ve Kürdistan’ın tarihi uzun ve karmaşık bir öyküdür. Kısaca belirtelim ki, Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Kürdistan dört parçaya bölünmüş, her bir parçası da bir Ortadoğu devletinin (Türkiye, İran, Irak, Suriye) sömürgesi haline gelmiştir. Yani, uluslararası hukukun statükosu açısından kuzey Suriye olan bölge, aslında Batı Kürdistan’dır. Değişik zaman ve yerlerde ulusal ezilme derece bakımından farklılık gösterse de, Kürdistan’ın dört bölümü onlarca yıldır bu dört devlet tarafından köleleştirilmişti. Dolayısıyla, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı ve ulusal birlik yolunda vereceği mücadele bütünüyle haklı bir mücadeledir. Yirminci yüzyıl boyunca elbette ulusal kurtuluş yolunda isyanlar ve savaşlar yaşanmıştır; bunların bazıları da geçici zaferler getirmiştir. Ama Kürdistan’ın ufukta belirmesi için yirmi birinci yüzyılın başının beklenmesi gerekmiştir.

Burada kökenleri bakımından bütünüyle farklı iki ayrı faktör rol oynuyor. Bunlardan biri, Birinci Körfez Savaşı’ndan beri Irak’a yönelen emperyalist saldırı sürecinde ABD’nin himayesinde ülkenin kuzeyinde ortaya çıkan özerk Kürdistan’dır. Federal Irak’ın bir parçası olan Kürdistan Bölge Hükümeti’nin başında Barzani vardır. Öteki ise Türkiye’de 1984’te bir gerilla savaşının başlamasından bu yana PKK’nin verdiği mücadeledir. Her ne kadar PKK lideri Abdullah Öcalan 1999’da CIA tarafından yakalanıp Türkiye’ye devredilmiş ve on iki yıldır bir ada cezaevinde tecrit edilmiş olsa da, PKK kitlesel bir destek elde etmiş durumdadır. Bu kitle, aynı zamanda mecliste grubu olan bir yasal partinin de seçmen kitlesini oluşturmaktadır. PKK, aynı zamanda, İran ve Suriye Kürtleri üzerinde, kendisine gevşek bağlarla bağlı yerel partiler aracılığıyla ciddi nüfuz sahibidir.

Bu koşullar dolayısıyla, Barzani ile PKK’nin Kürdistan’ın bütünü üzerinde hegemonya konusunda birbirleriyle rekabet içindeki güçler olduğunu kavramak önem taşır. Bu rekabette ABD ve Türkiye Barzani’nin müttefikleridir. Türkiye son yıllarda hapisteki Öcalan ve PKK önderliğiyle ayrı ayrı gizli müzakerelere girişmiş, bunlar yarıda kesilmiştir. Buna rağmen, günümüzde Türk devleti ile PKK hâlâ birbirlerine karşı konumlanmış güçlerdir. ABD’ye gelince, PKK bu ülke için hiçbir zaman bir müttefik olarak cazip olmamıştır; zira bu örgüt, ABD’nin çok değer verdiği, NATO mensubu Türkiye’nin karşısında yer almaktadır, Barzani’nin ise rakibidir.

Bu arka plan göz önüne alındığında, Batı Kürdistan’da (Suriye’nin kuzeyinde) yaşananlar bazı çok ilginç özellikler gösteriyor. Her şeyden önce, Kürt kentlerini devlet görevlilerinden devralan güçlerin PKK taraftarları ile Barzani sempatizanlarının bir koalisyonu olduğunu kaydetmek gerekir. Yukarıda ABD, Türkiye, Barzani ve PKK arasındaki dört yanlı ilişki konusunda söylenenler ışığında bu hiç beklenmeyecek bir durumdur. Bunun açıklaması, Batı Kürdistan üzerinde PKK’nin açık ara hâkimiyetinden rahatsız olan Barzani’nin, Kürt kentlerinin ele geçirilmesinden sadece günler önce, PKK’yi denetim altında tutabilmek amacıyla, Suriye’deki bütün Kürt siyasi güçlerini bir cephede birleştirme girişiminde bulunmuş olmasındadır. Ama sonuçta olan, PKK taraftarlarının, bu tür denetim çabalarına rağmen, gözle görülür bir biçimde hâkimiyetlerini sürdürmeleridir.

İkincisi, Kürtlerin onlarca yıl süren köleleştirilmesinden sonra, on yıl gibi kısa bir süre içinde ikinci bir Kürt siyasi oluşumu ufukta belirmiş olmaktadır. Tabii bu Kürtleri ezmiş olan dört ülkenin hepsinde yüzlerin buruşturulmasına yol açmaktadır. Irak’ta bile, Barzani’nin bağımsızlık ilan edebileceği konusunda artan bir kaygı oluşmuştur. Son günlerde, Irak’ın federal silahlı kuvvetleri Barzani’nin peşmergelerine karşı bir operasyon tehdidine girişmiştir.

Üçüncüsü, şayet ayakta kalabilirse, bu yeni siyasi birim Irak’takinden çok farklı bir karakter taşıma potansiyeline sahiptir. Barzani’nin hâkimiyetindeki birim doğuştan ABD yanlısıdır ve son zamanlarda da Türkiye ile yakınlaşmıştır. Oysa, PKK şimdilik ve öngörülebilir gelecekte ABD emperyalizminden bağımsız bir güçtür, Türkiye içinse bir tehdittir. Durum gerçekten tuhaftır. Abdullah Öcalan Türkiye’de ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûmdur, ama gıyabında Suriye Kürdistan’ında iktidara yükselmiştir!

Dördüncüsü, Türk hükümeti Batı Kürdistan olma potansiyeli taşıyan bu birimin varlığı dolayısıyla paniğe kapılmıştır. Güneyinde PKK’ye bağlı bir iktidarın olmasının “ulusal güvenliği”ne aykırı olduğu iddiasıyla askeri müdahale tehditleri savurmaktadır.

Beşincisi, Kürt güçlerinin kuzey Suriye kentlerini kolaylıkla ele geçirmesi, Esad rejiminin bu gelişmeye en azından göz yumduğu kuşkusunu yaratmaktadır. Bu, bölgedeki yeni yönetimin değerini ortadan kaldırmaz. Ama Suriye’deki Kürt önderliğinin devrimci bir ruhla bir şeyler yapıyor olması ile emperyalizm ile bir bölgesel despot arasındaki çekişmeden yararlanıyor olması arasındaki fark önemlidir. Ayrıca, Esad hükümetinin davranışının ardında yatan saik de önemlidir. Aslında Esad Türkiye’yi Suriye’deki savaşın içine çekerek Suriye halkında yurtsever bir tepki yaratmak ve böylece iktidara tutunmak için son bir şans kullanmak istiyor olabilir.

Yönelişi potansiyel olarak anti-emperyalist olacak bir Batı Kürdistan’ın ufukta görünmesi, Ortadoğu’da güç dengelerinde muazzam bir değişikliğe işaret eder. Daha şimdiden Türk hükümeti bu yeni bir Kürdistan olma potansiyeli taşıyan siyasi oluşuma karşı savaş ve işgal tehdidinde bulunmuştur. Bu mazlum halkın kendisini ezenlere, yani gerici bölge devletlerine karşı olduğu kadar emperyalizme karşı da savunulması, dünyanın her yerinde enternasyonalistlerin vazgeçilmez bir görevidir. Ekleyelim ki, yeni yönetim kendini sağlamlaştırabilse dahi, Batı Kürdistan son derecede kırılgan bir birimdir. Ancak Kürdistan’ın bütün parçalarının özgürleşmesini hedefleyen bir sürekli devrim stratejisi temelinde bu yeni birim ayakta kalabilir ve serpilip gelişebilir.

Daha genel olarak, Arap devrimi ancak işçi sınıfı, yoksul emekçiler ve işsiz gençlik doğrultusunda bir sürekli devrim sürecine gittikçe daha fazla yaslandığı takdirde ileri doğru yürüyebilecek, hem emperyalizm yanlısı eski rejimin despotizminin, hem de gerici İslamcılığın boyunduruğunu kırabilecektir. Bu alanda da, uluslararası solun karşısında, Arap devrimini “ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmesi” türünden budalaca teorilere dayanarak açıklama çabalarına karşı mücadele etme ve bedenlerini yeni Firavunların, Bin Ali’lerin, Mübarek’lerin, Salih’lerin ve Esad’ların kurşunlarına kalkan etmiş sola ve halk kitlelerine elini uzatma görevi durmaktadır.

30 Temmuz 2012



[i] Bu yazı yazıldığında, tarihte az görülmüş bir olay olan, bir ülkenin başbakanının başka bir ülkeye kaçarak saf değiştirmesi henüz yaşanmamıştı.