Suriye’de iç savaşın 10. yıldönümü: Başlamadan biten devrim ve bitmek bilmeyen iç savaş
2010 sonunda Tunus’ta patlak veren Arap devrimi dalgası, 2011 başında Tunus diktatörü Zeynel Abidin Bin Ali’yi, hemen ardından da Mısır diktatörü Hüsnü Mübarek’i devirdikten sonra 15 Mart 2011’de Suriye’ye ulaşmıştı. Deraa, Halep ve Şam’da yoksul ve emekçi kitleler yolsuzluk, eşitsizlik ve baskıyla özdeşleşen Esad diktatörlüğüne karşı büyük bir isyana kalkıştı. Suriye’de daha sonra yaşanacak gelişmelerin izlediği yolun aksine mücadelenin başlangıcında isyan eden kitleler açısından mezhep temel ve belirleyici unsur değildi. Kitleler mezhepçi motivasyonlarla isyan etmiyordu. Esad rejimi de zaten bürokrasideki Alevi etkinliğine rağmen özellikle Halep’in Sünni burjuvazisinin ekonomik hâkimiyetini garanti eden bir istibdad yönetimi mahiyetindeydi.
Tunus’ta ve Mısır’da ordu ayaklanan kitlelere karşı bir aşamadan sonra silah kullanmayı reddetmiş ve bu durum devrimin zaferinde büyük rol oynamıştı. Suriye’de ise Esad, orduyu kendi halkına karşı, kendi ülkesini işgal edercesine vahşice kullandı. Kanlı saldırılar halkın isyanını büsbütün bastıramadığı gibi Suriye ordusu kendi içinde bölündü. Bu bölünme sonucunda Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) ortaya çıkması, kitlesel protestoların yerini silahlı çatışmaların almaya başlaması, dışarıdan gerek emperyalist devletlerin gerekse de Suudi Arabistan, Katar, Türkiye gibi bölge güçlerinin müdahaleleriyle birleşince devrimin adeta başlamadan bittiğine ve kanlı bir iç savaşa dönüştüğüne tanık olduk. Eylül 2011’den itibaren Suriye’de adım adım Arap devriminin emekçi sınıflara yaslanan özelliklerinin yerini mezhepsel ayrışmalar ve çatışmalar alacaktı.
Suriye’de iç savaş 10 yıl içerisinde farklı evrelerden geçerek bugüne geldi. ÖSO’nun yükselişini, Suriye’nin savaş ağalarının nüfuz alanlarına bölünmesini, DAİŞ’in sahneye çıkışını, Rusya’nın ve ABD’nin doğrudan sahaya inişini gördük. Astana sürecinde Rusya ve İran, Türkiye’nin tekfirci mezhepçi örgütler üzerindeki etkisini kendi lehine kullanmaya çalıştı. Esad’ın Halep başta olmak üzere Fırat’ın batısında geniş bir alanı “çatışmasızlık alanları” adı altında kontrolüne almasında bu süreç önemli bir rol oynadı. ABD ise bir yandan DAİŞ’e karşı PYD-YPG’yi kendisine bağlıyor, Fırat’ın doğusunu ve özellikle de bu bölgedeki önemli petrol yataklarını kontrolüne alıyordu. Suriye devrimi gibi Rojava devrimi de başlamadan bitiyor ve Kürt halkının özgürlük mücadelesi ABD tarafından soğurulup bu mücadelenin önünü çeken yapılar yozlaştırılıyordu.
ABD diğer yandan da bir NATO ordusu olan TSK’nın Suriye’de elde ettiği alanları stratejik bir bakış açısıyla kendi hanesine yazıyordu. Türkiye, Suriye’de dört ayrı askerî harekât (Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, Bahar Kalkanı) gerçekleştirdikten sonra, Suriye’nin kuzeyi Hatay sınırından Irak sınırına kadar bir Amerikan-NATO koridoru hüviyetine bürünüyordu. Bu koridorda şimdi TSK, ÖSO (yeni adıyla Suriye Millî Ordusu) ve YPG birlikte bulunuyor. Nasıl mı? Trump’ın deyimiyle: “ABD’nin önce savaştırıp sonra barıştırmasıyla…”
Suriye iç savaşının en önemli özelliklerinden biri dünyanın en büyük iki nükleer gücü olan ABD ve Rusya’nın yanı sıra iki önemli bölgesel güç olan Türkiye ve İran’ın da sahada resmi askerî güçleriyle bulunuyor olmasına rağmen bu güçler arasında bir istisna dışında sıcak çatışmanın yaşanmamasıdır. Bunun tek istisnası 27 Şubat 2020’de Rus uçaklarının TSK taburunu İdlib’de bombalaması olmuştur. Bu olayın ardından ABD Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, “şehidimiz var” diyerek TSK ve ona bağlı milis güçlerin savaşını sahiplenmiştir. Bu süreçte Astana süreci dolayısıyla Türkiye ve Rusya’nın bir ittifak içinde olduğu yanılsaması yıkılırken, tüm iç çelişkilerine rağmen Türkiye’deki yarı askeri rejimin Suriye’deki varlığının ABD ve Batı emperyalizminin çizdiği çerçeve içinde olduğu apaçık ortaya çıkmıştır.
Bugün Suriye iç savaşının 10. yılını füze saldırılarının ateşi ve gürültüsü eşliğinde tamamlıyoruz. TSK’nın kendi emir komuta sistemine iliştirdiği Suriyeli milislerle ve Rusya’nın yeşil ışık yakmasıyla girdiği Fırat Kalkanı harekât bölgesindeki petrol alanları füzelerle vuruluyor. Bu sefer Rusya yeşil ışığı Suriye ordusu için yakıyor. Hatta bu bölgeleri doğrudan Rusya’nın vurduğu dahi söylenmekte. Haliyle İdlib’de de sular yeniden ısınmakta. ABD Suriye’den askerlerini çekmek bir yana ülkedeki askerî ve siyasi ağırlığını giderek arttırıyor. DAİŞ hücreleri uzun bir aradan sonra yeniden kendini göstermeye başladı.
Suriye’de halkların çıkarına bir çözüm ufukta görünmüyor. Bir masa kurulacaksa da o masaya yeni ve kanlı muharebelerin ardından oturulacağı anlaşılıyor. Sadece Suriye için değil aynı zamanda tüm bölge için emperyalizmin halklara daha fazla kandan başka bir vaadi yok. Bu yüzden Suriye’nin kanlı bir iç savaşla geçen son 10 yılı içinde halkın ekmek ve hürriyet için isyan ettiği ilk birkaç ayına dönüp ders çıkarmak gerekiyor. Halkı yoksulluğa mahkûm eden diktatörlükleri devirecek, hâkim sınıfların iktidarını kökten sarsacak, emperyalist zincirleri kıracak devrimler mutlaka gelecektir. Bu devrimler geldiğinde onu zafere ulaştırmak emekçi halklar için bir tercih değil zorunluluktur. O günlerde devrim yaşanan bütün ülkelerde Arap solu silahlanmaya karşıydı, insan hayatını tehlikeye atmaktan kaçınmaktan dem vuruyordu, “barışçıl devrim” şiarına sarılmıştı. Bu tavrın, (başka ülkelerdeki trajik sonuçları bir yana bıraksak bile) en azından Suriye’de sadece ve sadece devrim kampını silahsızlandırdığı bugün çıplak olarak ortadadır. Esad diktatörlüğü de, emperyalizmin ve bölge gericilerinin desteklediği çeteler de topu tüfeği, ülkeyi yerle bir edene, yüz binlerce, belki artık milyon insanı öldürene, kentleri yaşanmaz hale getirene, savaş öncesinde 22 milyon nüfusu olan ülkenin, 5 milyonu başka ülkelerde sığınmacı olmak üzere 12 milyon insanını yerinden yurdundan edene kadar kullandı.
Demek ki, devrimin zaferi emekçi halklar için bir hayat memat meselesidir. Devrimin zaferi için örgütlenmek de…