Sudan: Devrimin tasfiyesi yönünde bir adım

Genelkurmay karargâhı önünde 6 Nisan’dan 3 Haziran’a kadar süren ve 30 yıllık diktatör Ömer el Beşir’in iktidarına son veren iki aylık bir çadırkent eyleminden, düşük diktatörün vaktiyle kurduğu, Darfur bölgesinde korkunç işlere bulaşmış olan, o zamanlar Cancavid olarak anılan Çevik Destek Güçleri’nin 100’den fazla göstericiyi öldürdüğü 3 Haziran katliamından, devrimin 30 Haziran’da yüz binlerin, hatta milyonların yeniden sokağa çıkmasıyla başını bir kez daha kaldırmasından sonra, iktidardaki Askeri Geçiş Konseyi ile muhalefeti temsil eden Özgürlük ve Değişim Güçleri (eskiden Özgürlük ve Değişim İttifakı idi adı) 5 Temmuz’da nihayet anlaşmaya vardı. 3 Haziran katliamı dolayısıyla kesilmiş olan önceki müzakerelerde, iki taraf, hükümeti atayacak ve sivil demokratik bir yönetim tarzına geçişe nezaret edecek bir Egemen Konsey kurulması üzerinde anlaşmaya varmış, ama bu konseyde hangi tarafın çoğunluğa sahip olacağı meselesinde ortak bir nokta bulamamışlardı. Şimdi varılan anlaşmaya göre, her iki taraf da konseyde beşer üye ile temsil edilecek, bir üye ise iki tarafın üzerinde mutabakat sağlayacağı biri olacak. Bu kişinin emekli bir general olacağına dair bir söylentiden söz ediliyor. Üzerinde iki tarafın hukukçularının çalışmakta olduğu nihai metin henüz açıklanmamış durumda. Biz bu anlaşma üzerine yazabilmek için bir süredir metnin açıklanmasını bekliyoruz, ama aradan sekiz gün geçtiği halde ortada bir belge yok. Öyleyse, bu yazının amaçları açısından, işlerin iki tarafın sözlü olarak açıkladığı anlaşmaya uygun bir şekilde gelişeceğini varsaymak zorundayız.

11. üye ister emekli general olsun, ister Sudan Barosu başkanı, isterse Mars’tan gelmiş olsun, durum değişmez. Belirleyici olan şudur: Geleceğin siyasi rejiminin temellerinin oluşturulmasında ordunun da rolü olacaktır. Bu ordu, Ömer el Beşir’in katil rejimini otuz yıl boyunca desteklemiş olan, Darfur’da birçok yorumcunun “soykırım” olarak anacağı kadar kitlesel bir katliamı gerçekleştiren, Güney Sudan ile çıkan iç savaşta iki milyona kadar yükselen bir ölüm tablosunu yaratan ve de 2000’li yıllarda ülkenin (Güney Sudan’ın 2011’de ayrılmasından sonra dörtte üçü yitirilen) petrolünden, şimdi ise çeşitli bölgelerde keşfedilen altınından nemalanan ordunun ta kendisidir! Ordunun üst kademesinin iktidar üzerindeki kontrolünden kendiliğinden vazgeçeceğini düşünmek için hiçbir neden yoktur.

Generallerin son derecede gerçekçi hesabı, Egemen Konsey’in geleceğin anayasasını hazırlamaya girişip karmaşık hukuki inceliklere dalmasıyla birlikte halk kitlelelerinin politikaya ilgisinin sönümleneceği, halkın zaten sekiz aylık devrim sürecinde, hele hele iki aylık işgal döneminde neredeyse durmuş olan ekonominin yaratacağı sıkıntıları aşma derdine düşeceğidir. Buna, konseyin başkanlığının ilk 21 ay boyunca askeriyenin  elinde olacağını eklersek, insanın, generallerin devrimlerin evrensel yasası olan zamanın işin özünden olduğu gerçeğini kendi hanelerine yazacaklarını söylemesi için kâhin olmasına gerek de kalmaz. Zaman artık askerlerin lehine işleyecektir. Kitlelerin devrimci heyecanı ve özgüveni, özellikle de 3 Haziran katliamına rağmen devrimin kahramanca yeniden ayağa kalkmış olduğu bu aşamada doruğundayken bu tür bir iktidar paylaşımı planına teslim olmak anlaşılır gibi değildir. Özgürlük ve Değişim Güçleri’nin ve onun yönetici odağı olan Sudan Meslek Örgütleri’nin orduyla mücadelesinde tek güç kaynağı, halkın sokakta, işyerlerinde, mahallelerde, okullarda sergiledeği devrimci azim ve cesarettir. Bir kez anayasanın ayrıntılı maddeleri tartışılmaya başlandığında bu güç kaynağı buharlaşacaktır. Varılan anlaşma, devrimin tasfiyesine doğru atılmış bir adımdır.

Anlaşmanın diğer ayrıntıları, şu ana kadar ele aldığımız iki özelliğin ruhuna uygundur. Ülkenin günbegün işlerini yürütmekle görevli olacak olan hükümet, Egemen Konsey tarafından mutabakat temelinde atanacak ve bir “teknokratlar hükümeti” olacaktır. Bu son nokta aslında Özgürlük ve Değişim Güçleri’nin (ÖDG) kendi programında da mevcuttur. Önemli değişiklik, şimdi artık bakanların kim olacağı konusunda generallerin de söz hakkının olmasıdır. Bu durumda, insan Sudan halkının önümüzdeki 39 ay (üç yıl, üç ay) boyunca hayatını belirleyecek olan “teknokratlar”ın ne menem uzmanlar olacağını da kolaylıkla tahmin edebiliyor.

Kitle hareketinin ısrarla üzerinde durduğu ana taleplerden biri, devrim döneminde halkı katledenlerin cezalandırılması olmuştur. 3 Haziran katliamından sonra bu olayın sorumlularının cezalandırılması meselesi özel bir ağırlık kazanmıştır. Anlaşma bir “soruşturma” yapılacağını hükme bağlayarak aslında sorunu “rafa kaldırıyor”. Olayın ne kadar gülünç boyutlar taşıdığı şuradan da görülebilir: 3 Haziran katliamının Çevik Destek Güçleri’nce gerçekleştirildiği herkesin bildiği açık bir gerçekken, bu uğursuz gücün komutanı, aynı zamanda da Askeri Geçiş Konseyi’nin (AGK) başkan yardımcısı olan Muhammed Hamdan Dagalo (aynı zamanda “Hamidi” diye de biliniyor) son günlerde ortaya çıkıp 3 Haziran katliamının emrini veren kişinin tutuklandığını söylemiştir. Bunu ne zaman söylüyor? 8 Temmuz’da, yani katliamın üzerinden bir aydan fazla zaman geçmişken. Bu beyefendi, komutanı olduğu “güvenlik kuvvet”inin işlediği korkunç suçu soruşturmak için bir ay boyunca hiçbir şey yapmıyor, sonra kitleler 30 Haziran’da cuntayı milyonlarıyla sokağa çıkıp köşeye sıkıştırınca pazarlıklar yeniden başlıyor, o da o zaman sorumluyu arıyor ve buluyor. İnanırsanız! Bu kadar zahmete gireceğine aynaya baksaydı daha doğru olmaz mıydı?

AGK ile Sudan Meslek Örgütleri (SMÖ) ve ÖDG arasındaki anlaşmanın bu boyutunun ne kadar komik sonuçlar verdiğini görmek için bir örneğe daha bakalım. Anlaşmadan sonra SMÖ ve ÖDG temsilcileri Cenevre’ye Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’na (UNHCR) davet ediliyor. Bu görüşmede delegasyon Çevik Destek Güçleri’nin ve daha da ötede Askeri Geçiş Konseyi’nin “siviller ve insan hakları için tehdit oluşturduğunu” açıklıyor. Heyet aynı zamanda “şu ana kadar pozitif hiçbir gelişme kaydedilmemiş olduğunu, özellikle savaşların, uluslararası insani hukukun ciddi şekilde ihlalinin devam ettiğini, milyonlarca insanın yerinden yurdundan edilmiş olarak ya da mülteci olarak yaşadığını, soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işlemekle suçlananların cezasız kalmasının yaygın olduğunu” da belirtiyor.

Dikkat edilsin: Burada bu kadar ağır suçlar isnat edilen güçler tam tamına SMÖ ve ÖDG’nin Sudan’a birlikte demokratik bir rejim getirmek için anlaşmaya vardığı güçlerdir, tam tamına! Komedinin doruğu!

Şunu da söylemeden geçmeyelim: Ömer el Beşir rejimine karşı silahlı mücadele vermekte olan güçlerin bir koalisyonu olarak kurulmuş olan Sudan Devrimci Cephesi, anlaşmayı tereddütsüz şekilde reddetmiştir. Bu silahlı gruplar, Sudan’ın Araplaşmamış, Müslüman olmayan halklarını temsil etmektedirler. Bunlar Ömer el Beşir’in İhvanı Müslimin (Müslüman Kardeşler) örgütüyle ittifak içinde kurduğu rejime karşı kendilerini savunmak için silahlı mücadeleye başvurmak zorunda kalmış hareketlerdir. Bir bölümü, Sudan topraklarının çok büyük bir bölümünü kaplayan altı eyaletten oluşan Darfur bölgesi kökenlidir; bir bölümü güneydeki Mavi Nil ve Güney Kardofan eyaletlerindendir; bir bölümü de Güney Sudan el Beşir rejiminden ayrılma kararı verip 2011’de ayrı bir devlet olduğunda kuzeyde, yani Sudan’da kalmış güneylilerdir. Bu grupların anlaşmayı reddetmesi aldatıcı olmasın: bunlar anlaşmaya kati şekilde karşı değiller. Peşinde oldukları şey, kendi halklarının ve bu arada yerinden yurdundan edilmişlerin ve mültecilerin çıkarlarının da anlaşmanın bir parçası haline getirilmesi. Bu sıralarda Etyopya’nın başkenti Adis Ababa’da ÖDG temsilcileriyle görüşmeler yürütüyorlar. Daha önce de komşu Afrika ülkesi Çad’da, o ülkenin cumhurbaşkanının himayesi altında düzenlenen bir toplantıda AGK’nin başkan yardımcısı ile Sudan Devrimci Cephesi’nin başkanı görüşmelerde bulunmuştu.

Sınıf sorunu

Bu işte bir muamma olduğu söylenebilir: geçtiğimiz sekiz ay boyunca rejimin baskı güçlerine karşı büyük bir cesaretle mücadele vermiş olan SMÖ ve ÖDG neden kendilerini bu kadar gülünç bir duruma düşürmeye razı olmuştur? Başka bir çıkış yolu olmadığı için mi?

Bunu anlayabilmek için, Sudan devriminin dinamiklerini oluşturan farklı güçlerin sınıf karakterini kavramak gerekir. Hatırlamakta yarar var: Devrim, ekmeğin fiyatının üç katına çıkmasına, benzinin fiyatının ve dolayısıyla ulaşımın bedelinin hızla yükselmesine bir tepki olarak başlamıştı. Yani devrimin kaynağında açıkça ekonomik bir mesele yatıyor. En baştan itibaren, toplumun en yoksul katmanları devrimin içindeydi.

Ne var ki, önderlik de en başından itibaren SMÖ tarafından üstlenilmişti. Bu gücün merkezinde doktorların, avukatların ve gazetecilerin ilerici örgütleri vardı. Hareket itibarını kısmen doktor ve eczacıların 2016’da sağlık hizmetleri alanının bütünüyle ihmal edilmesine karşı verdiği önemli mücadeleden alıyor. SMÖ başlangıçta daha kısıtlı ve alçakgönüllü hedeflerle kurulmuş olsa da, 2018 yılının son günlerinde devrim ivme kazandıkça hareket, başka güçlere paralel olarak daha cüretkâr bir rejim değişikliği hedefini önüne koymaya başlamış ve çok sayıda odakla birlikte 1 Ocak 2019’da Özgürlük ve Değişim Bildirgesi’ni yayınlamıştır. İttifak’a (bugünkü yeni adıyla Güçler’e) adını veren de bu bildirgedir. Çok geniş bir katılıma sahip olan bu ittifakın merkezinde SMÖ vardır.

SMÖ’nün devrimci hareketin başını çekiyor olması aslında açıklanması gereken bir şeydir. Devrimin, çok açık bir gerçekliği olan sınıf temelli ekonomik dinamiklerinin dışında bir başka mesele daha vardır. Bunu da dikkatle mercek altına almak gerekir. El Beşir rejimi, yukarıda da belirtildiği gibi, topluma İslami bir ideolojik görüntü sunuyordu. Ama bu cephenin ardında yeni bir taşra burjuvazisinin zenginleşmesine temel olan bir neoliberal çılgınlık harıl harıl işliyordu. El Beşir’in Sudan’da İhvan’ı temsil eden Hasan Turabi ile birlikte devleti yönetmeye başladığı ilk dönem olan 1990’lı yıllarda, İslamcı finans kodamanı Abdürrahim Hamdi ekonomi bakanı olarak Sudan ekonomisini yeni İslamcı burjuvazinin çıkarları doğrultusunda neoliberal bir düzen içinde, yaygın özelleştirmelerle yeniden biçimlendiriyordu.

20 yıllık bir Nasırcı dönemi izleyen bu yeni ekonomik rejim, 2000’li yılların petrol zenginliğinin de katkısıyla, kendine özgü bir sınıf yapısı yaratacaktı. İslamcı burjuvazinin yanı sıra, artık el Beşir rejiminin İslamcı kısıtlamalarına katlanamayan bir dizi toplumsal grup, modern küçük burjuvazi, ücretli sınıfların üst katmanları, aydınlar, sanatçılar, üniversite gençliği vb. kendi yollarını aramaya başladılar. Bu katmanlar Batı’nın emperyalist toplumlarını örnek alıyor, burjuva demokrasisini erişilmesi gereken “ideal” gibi görüyor. Bu toplumsal güçler, özellikle de gençlik, akıllı telefonlarının ve sosyal medyanın ustalıklı kullanımı sayesinde devrime “liberal” bir orta sınıf damgası vurmayı başardı. Bunlar ülkenin başkenti Hartum’un merkezine hâkim olduğu için aynı zamanda bir bakıma devrimci hareketin bütününe de kendi rengini veriyordu. SMÖ’nün toplumsal tabanı işte buydu. Siyasi güçlerin karşılıklı mücadelesi çerçevesinde muhalefet içinde SMÖ’nün neden hegemonik  bir konuma yükseldiğini açıklayan da budur.

Oysa Hartum’un çeperindeki mahallelerde ve başka eyalet ve kentlerde, örneğin Atbara’da, Port Sudan’da, Gedaref’te, Cezire’de, yani devrimin güçlü olduğu başka yerlerde, bambaşka bir dinamik hissettiriyordu kendini. Hartum’un merkezinde SMÖ’nün otoritesini kimse sorgulamıyordu. Ama işçi sınıfı ile ticari tarımın gelişmesinin kurbanı olarak köyden yeni göçmüş kent yoksullarının iç içe yaşadığı kenar mahallelerde ve taşra kentlerinde durum çok farklıydı. Burada yerel önderlik mahallelerin kendi içinden çıkıyordu. Bu insanlar, benzin fiyatlarının sıçramasının tetiklediği 2013 isyanında eğitilmişlerdi. Bir hafta süren o isyanda 200 insan hayatnı yitirmişti. Ölümlerin ölçüsüz oranda çevre mahallelerinde yoğunlaştığını da eklemek gerekiyor.

İslam âleminin öteki ülkelerinde, daha doğrusu ekonomik olarak geri kalmış ülkelerin çoğunda olduğu gibi, bizim de kendi işçi mahallelerimizden bildiğimiz gibi, bu mahalleler toplumsal olarak iç içe yaşayan insanların neredeyse hepsinin birbirini tanıdığı, siyasi ilişkilerin günlük arkadaşlık ve dayanışma ağlarıyla örtüştüğü ortamlardır. Buralarda SMÖ’nün etkisi daha uzaktan, daha dolaylı bir nitelik taşımıştır. Yine buralarda, aynen 2013’te olduğu gibi, devrimci halk ile “güvenlik kuvvetleri” arasındaki çatışmalar en sert biçimlerini almıştır. En yüksek sayıda ölüm de buralarda görülmüştür. SMÖ ve ÖDG’ye alternatif oluşturabilecek “direniş komiteleri” de en çok buralarda kurulmuştur. Halkın kendi içinden doğan bu komiteler Sudan’daki mücadele açısından birçok yerde belirleyici bir ağırlık taşımıştır. Hak ettikleri dikkatle incelendikleri de söylenemez.

İşte SMÖ ve ÖDG’nin uzlaşmacı tavrını açıklayan da bu sınıf farkıdır. Nispeten hali vakti yerinde (“nispeten” sözcüğünü vurgulamadan geçmeyelim) olan modern küçük burjuvazi ve proletaryanın üst katmanları, proletaryanın sıradan kitlesinden, kent yoksullarından ve yoksul köylülükten farklı olarak, devrim çok ileri giderse kaybedecek şeylere sahiptir. Üstelik, bu katmanların emperyalist ülkelerindeki hamileri devrim değil, sadece daha “çağdaş”, “uluslararası toplum” ile titreşim ortaklığı kurabilen bir burjuva demokrasisi istemektedirler.

Öyleyse şimdi biraz da Sudan devriminin uluslararası boyutuna bakalım.

Devrimin evcilleştirilmesi

Sudan devriminin uluslararası yönünün üç önemli boyutundan söz edilebilir. Bunlardan ilki İslamcı güçlerin kendi aralarında verdikleri mücadele ile ilgili. Yukarıda da belirtildiği gibi, El Beşir 1989’da, kendinden önce Cafer Numeyri’nin 1969’da kurmuş olduğu Nasır eğilimli, göreli olarak laik ve ekonomide devletçi rejime karşı tepki olarak İhvan damgası taşıyan bir İslamcı dalganın yükselişi sonucunda iktidara gelmişti (arada bir dört yıl olduğunu, Numeyri’nin 1985’de bir devrimle devrildiğini ekleyelim). Tayyip Erdoğan 2002-2003 dönemecinde Türkiye’de hükümetin başına geçince, derhal yüzünü Sünni Arap âlemine dönecek, İhvan’ı müttefiki belirleyecekti. Tabii bu durumda el Beşir gayet doğal olarak bir müttefik adayı oluyordu.

Ne var ki, tarihsel açıdan bakıldığında Sudan modern çağda hep Mısır’la yakın ilişki içinde olmuştur. 2011-2013 Mısır devrimi İhvan tarafından çalınınca her şey Tayyip Erdoğan’ın istediği kulvardan ilerlemeye başlamıştı. (Burada, Arap devriminin o evresinde başka ülkelerde ne olup bittiği konusunda ayrıntıya girmek bizi ana konumuzdan uzaklaştırır.) Ama Mısır’ın günümüzdeki Bonapart’ı, eski Genelkurmay Başkanı, sonra Cumhurbaşkanı el Sisi 2012 seçiminde İhvan adayı olarak başa geçmiş olan Muhammed Mursi’yi bir darbeyle devirince, bütün tablo yeniden değişiyordu. Sisi’yi Arap Ortadoğu’sunun ana karşı devrimci gücü Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) destekliyordu: İkisi birlikte, darbeyi izleyen yıllarda Mısır’a 23 milyar dolar akıtacaklardı. Bu yalnızca Arap dünyasında devrime karşı bir hamle değildi. Elbette öyleydi, ama aynı zamanda İhvan’a karşı bir ataktı. Bu hareketin Vahhabi tarzı İslam’a uzaklığı ve ümmetçiliği Körfez’in bu iki hükümdarlığının yanı sıra Kuveyt ve Bahreyn’i de ürkütüyordu.

Mısır üzerindeki bu çatışma el Beşir için bir açmaz yaratıyordu. Sisi destekçileri ile karşıtları (en başta Erdoğan Türkiyesi ve Katar) arasında kılıçlar çekilmişti. El Beşir iki kutup arasında umutsuzca manevralara başladı. Suud’u ve BAE’yi yatıştırmak için onların Yemen halkına karşı açmış oldukları zalim savaşa 14 bin asker yollamaktan kaçınmadı. Ama BAE 2017’de el Beşir’i ağırladığında, hiç kuşku yok ki Suud’un da bilgisi dâhilinde, İslamcıları (yani İhvan’ı) hükümetinden atmasını talep edecekti. Bu toplantıdan sonra Sudan’a 7,5 milyar doların üzerinde bir finansman sağlanıyordu. Ne var ki El Beşir kendi hükümetindeki dengeleri bozmadı, bu talebe olumlu yanıt vermemiş oldu. Üstüne üstlük Mart 2018’de Katar parasıyla (4 milyar) Port Sudan yakınında Sevakin adasında bir liman (bazı söylentilere göre bir de askeri üs) kurmaya girişince, Sudan devrimi bağlamında zayıf düştüğünde kendisi hükümetten atılıyordu. El Beşir 11 Nisan’da bir saray darbesi ile devrildiğinde diğer komutanların arasında bulunan Milli İstihbarat ve Güvenlik Hizmetleri (İngilizce kısaltması olan NİSS olarak biliniyor) müsteşarı Salih Kuş’un (Salah Gosh) ya da Çevik Destek Güçleri’nin komutanı Muhammed Hamdan “Hamidi”nin Suud’dan ve BAE’den ya da doğrudan ABD’den emir almış oldukları bile düşünülebilir.

Geçerken belirtelim ki el Beşir’in devrilmesi ve İhvan’ın partisi Milli Kongre Partisi’nin böylece iktidardan uzaklaştırılmış olması Tayyip Erdoğan’a ve Ortadoğu ve Kuzey Afrika Sünni İslam âleminde İhvan aracılığıyla hâkimiyeti ele geçirme düşüne bir yeni darbe olmuştur.

Madalyonun ters yüzünde ise şu gerçek yatıyor: İster Suud-BAE ikilisi aracılığıyla olsun, ister doğrudan doğruya kendisi hareket etmiş olsun, ABD el Beşir’in düşmesinden kârlı çıkacaktır. Unutulmamalıdır ki, ABD, Trump’ın başa geçmesinden sonra, Ortadoğu’da kendisinin ve İsrail’in kaderini katil veliaht Muhammed bin Salman’ın Suudi Arabistan’ına bağlamış bulunuyor. Dolayısıyla İhvan’a karşı her zafer ABD için de bir kazanımdır. (Hatırlanmalı ki, Trump yönetimi İhvan’ı “terörist örgüt” listesine alma fikrini bile tartışmaktadır.)

Ne var ki, İhvan’ın bir müttefikini iktidardan düşürmek başka şeydir, bir devrime göz yummak başka şey. Kuş, “Hamidi” ve şürekâsının el Beşir’i devirmesi, Mısır’da 2011’de, devrim, yaygın grevlerin başlamasıyla bir sosyal devrime dönüşme potansiyeli gösterdiğinde  Hüsnü Mübarek’in ordu tarafından görevden alınması kararı ile çok büyük bir benzerlik taşıyor. ABD’nin o aşamada Mısır’daki en sıkı müttefiki olan ordu komuta heyetine bunu tavsiye etmesinin ardında, gizlisi kapaklısı olmaksızın bir “düzenli geçiş” sağlama hedefi yatıyordu. Bu daha sonra genel yaklaşım haline getirildi. Daha düşük bir başarıyla Yemen’de de uygulandı.

El Beşir’in sağdan sola bütün siyasi yelpaze tarafından bir “askeri darbe” olarak nitelenen bir hamle ile devrilmesi tam da aynı nedenle atılmış bir adımdır. “Askeri darbe” nitelemesi, siyaset biliminin, ister sağ ister sol bakışla olsun, formalizme hapsolduğunu ve bu yüzden zaten iktidarda olan bir ordunun devrim karşısında bir son hamle yapmasını sanki yeni bir rejim kuruluyormuş gibi gördüğünü gösterir. Biz o saray darbesinin ardından bunun devrimin kısmi bir zaferi olduğunu açıkça belirtmiştik. (https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/sudan-devriminin-ilk-zaferi-halk-duzenli-gecisi-asabilecek-mi). Güvenlik güçlerinin (ordu, polis, NİSS, Çevik Destek Güçleri) başındaki komutanların el Beşir’i 11 Nisan’da genelkurmay karargâhının önündeki meydanı beş gündür işgal etmiş yüz binlerin (ve başka kentlerdeki benzer eylemlerin) basıncı altında görevden alarak hapse yollaması, sözcüğün olağan anlamında bir askeri darbe değildi. Aynı rejimin sınırları dâhilinde, rejim ayakta kalabilsin diye safra atmaktı. Rejimi korumak için, onun en nefret edilen sembolünü harcamaktı. Yani devrimci kitlelerin gücüne kuvvetine taviz vermekti.

Şimdi filmi üç ay sonrasına saralım. 5 Temmuz anlaşmasından sonra Avrupa Birliği Finlandiya’nın Dışişleri Bakanı’nı Sudan’a Askeri Geçiş Konseyi ile görüşmeler yapması için yollamıştır. Bu beyefendi Hartum havalimanına iner inmez derhal şöyle bir demeç verir: “Sudan’ın içinden geçmekte olduğu krizden çıkış için tek gerçekçi yol, barışçı ve düzenli bir sivil geçiştir.” “Düzenli geçiş”! Tam da emperyalizmin temsilcilerinin 2011 devrimleri esnasında kullandıkları terminoloji! Devrime hayır, “düzenli geçiş”e evet!

Sudan devriminin uluslararası üçüncü boyutu bütün burjuva medyasının dikkatli biçimde saklamaya çalıştığı bir olgudur: Bir yanda Askeri Geçiş Konseyi ile diğer yanda Sudan Meslek Birlikleri ve Özgürlük ve Değişim Güçleri arasında yürütülen müzakerelerde bir Afrika-Etyopya heyeti, yani Afrika Birliği ile Sudan’ın komşusu Etyopya devletinin birer temsilcisi arabuluculuk yapmaktadır. Üstüne üstlük, üzerinize afiyet, pek ilerici bir güç olarak görülebileceğini sanmadığımız Arap Birliği de iki taraf arasında arabuluculuk bakımından önemli bir rol oynamaktadır. Burada, pek saygıdeğer “uluslararası toplum”un, yerel güçlerin katkısıyla bir devrimi uyuşturma bakımından nasıl bir rol oynadığının canlı bir örneğini görüyoruz. Sudan devriminin önderliğinin neden bu kadar az kazanıma razı olduğunu açıklayan ikinci neden de budur. Özgürlük ve Değişim Güçleri heyeti UNHCR toplantısı için Cenevre’ye gittiğinde, bir de Norveç ve Britanya ile bir toplantı yapmışlardır. Neden Norveç? Çünkü Norveç emperyalist işbölümünde devrimlerin ve özgürlük savaşlarının anestezi uzmanıdır: Filistin’de, Kürdistan’da, Sri Lanka’da, şimdi de Sudan’da.

Bütün bu olaylardan çıkarılacak tek bir sonuç vardır: Emperyalizmin hayali desteğinden kork! Emperyalizm gerici rejimlerin değişmesini isteyebilir. Ama muzaffer devrimleri engelleyerek!

Bütün iktidar direniş komitelerine! Ordunun tabanında örgütlenmek için ileri!

Yani her şey “uluslararası toplum”un, Arap dünyasının en gerici güçleri olan Suud ve BAE ile birlikte Sudan devriminin gelişmesini durdurmak, onu evcilleştirerek devletin “güvenlik aygıtı” içinde bir nöbet değişimine indirgemek ve Sudan halkının devrimci ateşini söndürmek için çabaladığını gösteriyor.

Ama yukarıda işçi sınıfı ile kent yoksullarının yaşadığı kenar mahallelerde ve yoksul taşra kentlerinde ortaya çıkan önderlikler hakkında söylediklerimizi unutmayalım. Bu yörelerde Sudan Meslek Örgütleri’nin etkisi kısıtlıdır. Yeni kurulacak Egemen Konsey’de ve “teknokratlar hükümeti”nde işler sarpa sardığında bu yerel önderlikler devrimci mücadelede yeni bir yükselişin önderliklerini ele alabilir.

Orduyu da bir bütün olarak gözden çıkarmak için bir neden yoktur. Kitleler Genelkurmay karargâhını Nisan başında ilk kuşattıklarında, Çevik Destek Güçleri, yani 3 Haziran katliamının  sorumlusu olan güçler, silahsız halk topluluğu üzerine birkaç kez ateş açmıştır. Ordunun tabanından erler, assubaylar ve genç rütbeli subaylar buna cevaben kitleyi korumak için karşı ateş açmışlardır! Devrimcilerin karşılaşabileceği en sevindirici gelişmelerden biridir bu: Ordunun tabanı devrimci kitleleri bastırmaya çalışmak yerine onlarla birlikte mücadeleye girmektedir.

Maalesef, devrimin küçük burjuva önderliği kitle hareketinin yamacındaki bu müthiş gelişmeye tamamiyle soğuk yaklaşmıştır. Bu askerler ve assubaylar üniforma altında işçi ve köylülerdir. Bildiğimiz kadarıyla, bunlar devrimin yardımına bir devrimci partinin örgütlemesiyle değil kendiliklerinden koşmuştur. Küçük burjuva önderlik pasifist saplantısı dolayısıyla bu inanılır gibi olmayan fırsata sırtını çevirmiştir. Ama gelecekteki çatışmalarda ordunun içinden devrimci kitlelere benzer bir yardımın gelmeyeceğini kimse garanti edemez.

Dünya kapitalist sisteminin tamamı, Afrika ve Arap âleminin gerici kurumları, askeri rejim ve kitle hareketinin şimdiki önderliği Sudan devrimini tasfiye etmeye girişmiş bulunuyor. Ama bu devrim 3 Haziran türü korkunç bir katliamdan sonra dahi kendi küllerinden doğmayı başarmış bir devrimdir. Umutsuzluğa kapılmak için bir neden yoktur. Gerçek devrimciler şimdi yüzlerini devrimin saflarında yer alan pleb unsurlara çevirmeli ve yeni bir önderlik, bir proletarya partisi inşa etmeye girmelidir. Kitle yeniden ayağa kalktığında ona önderlik edecek böyle bir gerçek devrimci güce ihtiyaç açıktır. Devrim daha bir sürü iniş çıkıştan geçecektir. Ordu ile sivil güçler arasında anlaşmanın gerçekleşmesinin mümkün olup olmayacağını bile bilmiyoruz daha. Devrimler bazen çok büyük sürprizler yaratır. Öyleyse, Sudan işçi sınıfı ve emekçileri, devrimi bir sonraki dönüm noktasında yönetebilecek türden bir önderliği yaratmaya şimdiden girişmek zorundadır.

14 Temmuz 2019

(Fransız devriminde Bastille hapishanesinin basıldığı, devrimin başlangıcı olarak kabul edilen günün 230. yıldönümü)

Bu yazı önce Devrimci İşçi Partisi’nin uluslararası sitesi RedMed’de (www.redmed.org) yayınlanmak üzere İngilizce olarak yazılmış, daha sonra yazarınca Türkçe’ye serbest biçimde Türkçeleştirilmiştir.