NATO kuşatmasına Rusya’nın yanıtı (2): Küba füze krizinin 60. Yıldönümü üzerine düşünceler
Soğuk Savaş olarak bilinen, 40 yıldan uzun süren ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sona eren dönemin başlıca iki özelliği vardı. Bunlardan ilki dönemin iki “süpergücü” olan ABD ile SSCB’nin sınıf karakterlerinden kaynaklanıyordu. Bu devletler, tarihî olarak birbiriyle uzlaşmaz bir çelişki içinde olan iki sınıfın, burjuvazinin ve proletaryanın hâkimiyetini temsil eden iki ayrı sosyoekonomik oluşumun, kapitalizmin ve sosyalizmin dünya çapındaki önce güçleriydi. Aralarındaki gerilim tarih boyunca nüfuz bölgeleri, sömürgeler vb. üzerinde çelişkiye düşen devletlerin arasındaki gibi üstesinden gelinebilecek türden anlaşmazlıklar değildi; birinin varlığı öteki için varoluşsal bir tehditti. Dolayısıyla, Soğuk Savaş hızla bir dünya savaşına dönüşme potansiyeline sahipti.
İkincisi, bunlar dünyanın en büyük nükleer silah stokuna sahip olan iki ülkeydi. Aralarında doğacak ve kaçınılmaz olarak NATO İttifakı ile Varşova Paktı’nın üyesi ülkeleri de içine çekecek bir dünya savaşı, bu yüzden insanlığın, hatta yeryüzünde canlı varlığın sonu demek olabilirdi.
O zaman okur sorabilir: İki ülkenin arasındaki gerilimler karşılıklı tehdit düzeyinde mi kalmıştır yoksa böyle bir nükleer savaşın eşiğine geldikleri olmuş mudur? Bu sorunun, aralarında siyasi, ideolojik, teorik olarak ne farklar olursa olsun bütün Soğuk Savaş tarihçilerince verilen ortak cevabı, bütün bu dönem boyunca iki ülkenin savaşın eşiğine en çok yaklaştığı anın 1962 yılındaki Küba füze krizi olduğudur.
Küba füze krizinin dinamikleri
Ne güzel rastlantı: Bu yıl Küba füze krizi olarak anılan bu olayın 60. yıldönümünü idrak ediyoruz. Yıl içinde, hele hele krizin yoğun bir biçim aldığı 22-28 Ekim arasında bu tarihî önemdeki olay mutlaka ayrıntısıyla tartışılacaktır. Biz bu tartışmayı daha Ocak ayından gündeme getiriyorsak, bunun nedeni Küba füze krizinin bugünkü Ukrayna krizinin tersyüz edilmiş hali olmasındandır.
Olayın nasıl yaşandığını bilmeyenler için, özel olarak da genç kuşaklar için 60 yıl önce dünyayı nükleer savaşın eşiğine getiren gelişmelerin ne olduğunu yalın biçimde özetleyelim. Şunu da ekleyerek: Küba füze krizinin iki süpergüç ile adı üzerinde Küba dışında bir dördüncü aktörü daha var. O da bizim memleketimiz, Türkiye. Bir bakıma, ABD ile SSCB’nin karşılıklı rolü ne ise, Küba ile Türkiye’nin krizin daha pasif aktörleri olarak rolleri de aynı şekilde simetriktir.
Bilindiği gibi, Küba devrimci 26 Temmuz Hareketi, Fidel ve Raúl Castro ve Ernesto Che Guevara önderliğinde verilen bir gerilla savaşı sonucunda 1958-1959 yılbaşı gecesi iktidarı ele geçirmişti. Bunu izleyen iki yıl boyunca Küba’nın yeni devrimci iktidarı, devrim öncesinde ada üzerinde neredeyse mutlak bir ekonomik ve politik hâkimiyet kurmuş olan Amerikan emperyalizmiyle adım adım tırmanan bir çelişki içine giriyordu. Sonunda adadaki emperyalist Amerikan sermayesi mülksüzleştiriliyor, buna karşılık ABD Küba’ya (bugün 60 yıl sonra hâlâ devam etmekte olan) ağır bir ekonomik ambargo koyuyor, devrimci Küba rejimi ise başlangıçta gündeminde olmadığı halde 1961 yazında artık sosyalizm yoluna girmiş olduğunu ilan ediyordu. ABD bunun üzerine Kübalı karşı devrimcileri silahlandırıp adaya çıkararak deyim yerindeyse filmi geri sarmaya çalışacak, ama tarihe “Domuzlar Körfezi çıkartması” olarak geçen bu olayda ağır bir yenilgiye uğrayacaktı.
1962 yılında yaşanan Küba füze krizinin dinamikleri işte Küba ile ABD arasında yaşanan bu Davud ile Calut kavgasında yatıyor.
“Küba”dan “füze”ye
Küba füze krizinde ikinci unsur füze faktörü. Bu ise Küba’nın sosyalizm yoluna girdiğinin ilan edilmesinin Soğuk Savaş’a yeni bir unsur getirmiş olmasının sonucu. 1962 yazında Sovyetler Birliği’nin o dönemdeki önderi Hruşçov Küba’ya yolladığı temsilciler aracılığıyla Fidel Castro ve arkadaşlarıyla gizli bir görüşme yapıyor ve iki taraf adaya nükleer başlıklı Sovyet füzeleri yerleştirilmesi üzerinde anlaşıyor. ABD birkaç ay U-2 casus uçaklarının keşif uçuşlarına rağmen bunları keşfedemese de Ekim ayında nihayet bu bilgiye ulaşıyor. İşte kriz bu aşamada başlıyor.
22 Ekim’de ABD’nin o dönemdeki başkanı John Kennedy bir televizyon konuşmasında, SSCB’nin Küba’ya Washington’dan Panama Kanalı’na kadar birçok stratejik hedefi vurabilecek uzunlukta menzili olan nükleer başlıklı füzeler yerleştirmiş olduğunun anlaşıldığını halka açıklıyor. Ardından da yönetiminin aldığı kriz tedbirlerini ortaya koyuyor. Bunlardan üçü en büyük önemi taşır: (1) Küba’ya bir “karantina” uygulanması. Bu aslında ablukanın hafifletilmiş bir ifadesidir. (2) Küba’ya silah ve malzeme taşıyan Sovyet gemilerinin uluslararası sularda durdurulmasına ilişkin karar. (3) Füzeler çekilmeyecek olursa Küba’nın işgali.
22 Ekim’den 28 Ekim’e kadar yaşanan çok ağır kriz sırasında her iki taraf da diğerini geriletmek için elinden geleni yapıyor. Sonunda Hruşçov işin gittiği yerin gerçekten çok tehlikeli olduğunu gördüğü için geri adım atıyor. (Fidel olaydan sonra Hruşçov için Kübalılara en ufak bir danışmada bulunmadan veya soru sormadan karar değiştirdiği için “hijo de puta” nitelemesini uygun görmüştür! Okurumuz Fidel’in kullandığı siyasi terminolojiyi merak ediyorsa İspanyolca olan bu deyimin anlamını Google translate yoluyla keşfedebilir.) Ama hem tam bir yenilgi yaşamamak hem de gerçekten bir karşı avantaj elde etmek için o da Kennedy’ye bir şart koşuyor.
Türkiye sağ taraftan sahneye girer
Hruşçov’un füzeleri Küba’dan çekmek için Kennedy’ye koştuğu şart, ABD’nin Türkiye’de konuşlandırmış olduğu Jüpiter füzelerinin geri çekilmesidir. Bu füzeler Menderes döneminde yapılan bir anlaşma gereği Türkiye topraklarına konuşlandırılacaktı. Ne var ki, iş uzamış ve ancak Temmuz 1962’de İsmet İnönü’nün başbakanlığında bir koalisyon hükümeti döneminde gerçekleşmiştir.
Türkiye ile SSCB’nin arası daha önce yaşanan bir olay dolayısıyla zaten bir ölçüde gerilmişti. 3 Mayıs 1960’ta, henüz Menderes başbakanken, bir Amerikan U-2 casus uçağı Sovyet savunmasınca düşürülüyordu. Hayatta kalan pilot sorgusunda Pakistan’dan Norveç’e uçmakta olduğunu söylese ve Amerika bunun bir casus uçağı değil iklim araştırması amaçlı bir ölçüm uçağı olduğunu iddia etse de pilotun ta 1956’dan beri İncirlik Üssü’nden havalanarak istihbarat topladığı anlaşılacaktır.
Hruşçov bütün bunlar çerçevesinde Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin kaldırılması karşılığında Küba’daki nükleer başlıklı füzeleri geri çekmeyi kabul etmiş, böylece Küba füze krizi, başladığından 6 gün sonra 28 Ekim’de savaş çıkmaksızın çözüme kavuşturulmuştur.
Ukrayna krizinin tersyüz edilmiş hali
Küba krizi bugün yaşanmakta olan Ukrayna krizinin anlamını kavramak ve ABD’nin ikiyüzlülüğünü gün yüzüne çıkarmak bakımından mükemmel bir laboratuvardır. ABD 1962’de neden nükleer bir dünya savaşı çıkarmayı göze alarak bir kriz yaratmıştır? Çünkü Kennedy’nin açık açık söylediği gibi Rus nükleer silahlarının kendi ülkesine 90 mil (yaklaşık 150 kilometre) uzaklıktaki bir ülkede konuşlanmasına izin vermesi çok ağır bir tehdidi kabul etmek olurdu. Kennedy ABD’nin buna izin vermeyeceğini açıkça ifade etmiştir.
Bugünkü tartışma nedir? Roller tersine dönmüştür. Her ne kadar Sovyetler Birliği (şimdilik) artık yoksa da, onun en büyük mirasçısı devlet olan Rusya Federasyonu’nun cumhurbaşkanı Putin, NATO’nun 30 yıllık genişlemesinin, sonunda kendi ülkesine sınır komşusu olan Ukrayna’ya kadar geldiğini hesaplayarak, bu ülkenin topraklarına nükleer silah yerleştirilmesine yol açabilecek olan NATO üyeliğine “nyet” diyor, yani bunu veto ediyor. Bunun Küba krizinde ABD’nin aldığı tavırdan ne farkı vardır ki bu kadar gürültü yaratılmaktadır?
Belki Putin’in hedefine değil de yöntemlerine karşı mı tepki göstermektedir Batı ittifakı? Putin Ukrayna sınırına asker yığmıştır. Bu bir savaş tehdidi olarak görülüyor ve sabah akşam kınanıyor. Peki Kennedy yönetimi ne yapmıştır? Birincisi Küba’ya abluka uygulamaya başlamıştır. Rusya Ukrayna’ya hiç olmazsa doğusundan ve (müttefiki Belarus’un desteğiyle) kuzeyinden uygulayabileceği bir ambargo bile uygulamıyor. İkincisi, Kennedy birçok Sovyet askerî gemisini fiilen durdurmuş ve bir kısmını geri yollamıştır. Bu tür müdahalelerin her iki tarafın iradesinden bağımsız olarak tırmanarak savaşa yol açabilecek riskler yaratacağı açıktır. Üçüncüsü, Kennedy resmen Küba’ya işgal edeceğini açıklamıştır. Putin böyle bir tehdide hiçbir an başvurmamıştır. Buna rağmen bu kadar çok eleştiriliyor ve kınanıyor Rusya.
Emperyalistlerin iki yüzlülüğünün ne kadar sınır tanımak bilmez olduğunu gösteren benzer bir olay çifti muhtemelen modern tarihin sayfalarında bulunamaz!