İtalya’nın Capitol uğrağı: Faşizmin dünyaya ikinci gelişi

İtalya’nın Capitol uğrağı: Faşizmin dünyaya ikinci gelişi

Oysa ön-faşistler demirdir. Disiplinli, ideolojik olarak doldurulmuş, Avrupa uygarlığının ve kendi ülkelerinin sömürgeci geçmişinin getirdiği üstünlük duygusunu içselleştirmiş, işini, evini, sağlık ve eğitim hizmetini elinden aldığına inandığı göçmene karşı öfkesi bilenmiş, misyon sahibi üye ve militanlardan oluşur bu hareket. Sadece şimdilik, henüz çeteleşmemişlerdir, o kadar. Biz de zaten bunun için onlara has faşist demiyoruz da ön-faşist diyoruz. Ama bu eksiklerini çok kısa süre içinde giderebileceklerini Amerika’da 2017 yazında Charlottesville’de, Almanya’da geçen sonbahar Chemnitz ve Köthen’de, İtalya’da Salvini iktidara geldiğinden beri çeşitli göçmen tarım işçilerine saldırarak ve ölümle biten olaylar yaratarak kanıtlamışlardır. (“Avrupa seçimleri (1): Demir ve pamuk” yazımızdan)

İki yıldan biraz daha önce, 2019 Haziranı’ndaki Avrupa Parlamentosu seçimleri arifesinde uluslararası faşist hareketin durumuna ilişkin böyle yazmıştık. Hareketin “çok kısa süre içinde” bir dönüşüm geçireceğine dönük tahminimiz yakın zamanda çok sayıda ülkede vak’ayı âdiye haline geldi. Sonlarına geldiğimiz 2021 yılı 21. yüzyıl tarihine faşizmin “açılma” anı olarak geçecektir. Yıl ABD Kongresi’nin 6 Ocak’ta Trump yandaşları tarafından basılması ile başladı. Bunu Fransız generallerin iç savaş, darbe ve binlerce ölüm tehdidini içeren muhtırası izledi, hem de 21 Nisan’da yani 1961 yılında Cezayir’den çekilmeyi engellemek amacıyla düzenlenen başarısız darbe girişiminin tam da 60. yıldönümünde! Faşizmin heyulası daha sonra doğuya, 8 Eylül’de başlayan ve iktidardaki Hindistan Halk Partisi (BJP) haydutlarının Komünist Partisi (CPI-M) binalarını yağmalayıp kundakladığı Tripura eyaletindeki olaylara sahne olan Hindistan’a yöneldi. Ve sonunda en başa döndük, 1922’de dünyaya ilk faşist hükümeti tanıtan İtalya’ya.        

9 Ekim günü Forza Nuova faşistleri, Roma’daki aşı ve hes kartı karşıtı eylemler vesilesiyle ilk önce parlamentonun toplandığı Montecitorio adlı saraya, açıkça ABD’deki hısımlarını taklit ederek yürümek istedi (gariptir, haberlerde bazı tutarsızlıklar var, bazı kaynaklar hedefin hükümet binası olan Palazzo Chigi olduğunu söylüyor; ancak bu yazı kapsamında aralarında pek bir fark yok). Bu hedefin ele geçirilmesi mümkün olmadığında, kalabalık bu sefer çatısı altında milyonlarca işçinin örgütlendiği, İtalya’nın en büyük sendikası olan Cgil’in yakınlarda bulunan genel merkezine yöneldi. Merkezi basıp, orada bulunan tüm güvenlik güçlerini devre dışı bırakarak içine girdikleri binayı tarumar ettiler.  

Peki tüm bu olayları neden “faşizmin açılma anı” olarak nitelendiriyoruz? Çünkü faşizm yıllardır ve hatta on yıllardır tüm bu ülkelerin içinde zaten vardır; ancak saklanmıştır. Çeşitli kisvelerle kendini gizlemeye çalışmış, aynı zamanda da güçlenip yeni mevziler oluşturmuştur. Tüm dünya ise buna seyirci kalmıştır. Hem sağdan hem soldan aydınlar yükselen faşist hareketi olduğu gibi adlandırmak yerine ona “popülist” demiş ve özellikle de emperyalist ülkelerde faşizm tehlikesine karşı uyaran azınlığın sözlerini kulak ardı etmiştir. Biz hareketin genelini ön-faşist olarak adlandırdık, çünkü o henüz kendini açıkça faşist olarak ortaya koymamıştı ve hatta Fransa’da Marine Le Pen örneğinde olduğu gibi on yıldan uzun süredir imajını düzeltmeye (”dédiabolisation”) dahi çalışmıştı. O gölgelerde gizlenen bir faşizmdi. Daha da önemlisi bu hareketlerin hiçbirisi silahlı değildi, paramiliter kuvvetleri yoktu, işçi sınıfına ve diğer güçlere karşı şiddete yönelmemişti (burada Hindistan dörtlünün içinde bir istisnadır, ileride buna döneceğiz); sadece düşmanlarına karşı şiddet içeren çirkin bir dil kullanmaktaydılar.      

Onların hepsi artık açıldı, aslını gösterdi. Fakat solun çoğunluğu hâlâ gözünü yumuyor.

2021 olaylarının anlamı

2021 izleğinin duraklarını oluşturan olaylar dizisi ön-faşizmin tam teşekküllü faşizme ilerleyişinde yeni bir geçiş evresine girdiğini işaret etmektedir. Bu konuyu Devrimci Marksizm’in 47-48. çift sayısında yayınlanan bir yazımızda ayrıntılı olarak ele aldık. O yazıda, burada adı geçen üç emperyalist ülkedeki durumu ele alıyoruz: ABD, Fransa ve İtalya. (Elinizdeki yazının girişinde bahsedilen Italya ve Hindistan’daki olayların, o makale yayınlandığında henüz yaşanmamış olduğunu belirtelim.) Dolayısıyla burada Devrimci Marksizm’de yayınlanan yazıdaki argümanların genel bir hattını sunuyoruz; meraklı okuyucu daha bütünlüklü bir tartışma için yazının uzun versiyonuna bakabilir. O yazının kapsamı içinde, “popülizm” ekolünün ve yıllardır üzerinde konuştuğumuz kuvvetlerin faşist doğasını, 2008 ile başlayan Üçüncü Büyük Depresyon sonrasındaki tüm uyarılarımıza rağmen inkâr etmiş olan Marksistlerin etraflı bir eleştirisi de vardır.    

Bu dört ülkenin elbette kendi özgüllükleri vardır. O zaman, 2021’de yaşanan olayların ilgili ülkeler için ne anlam ifade ettiğinin üzerinden bir geçelim.

ABD’de sol Trump için “faşist” (daha doğrusu bize göre ön-faşist) isimlendirmesini reddetti. 6 Ocak olayları tam da bizim daha önce uyardığımız gibi Trump’ın gerekirse iktidarı zorla almak için paramiliter güçleri örgütlemeye başladığını kanıtladı. Proud Boys, Oath Keepers, ve Three Percenters gibi çeteler Kongre baskınının yönlendirici güçleriydi. Bunun da ötesinde, Trump artık Cumhuriyetçi Partiyi neredeyse tamamen kontrolü altına aldı, ve böylece artık ABD ön-faşizmi Trump’ın başkanlığı sırasında uzun süre olduğu gibi ordusuz bir generalden ibaret değil. Trump’ın yüzünü iktidarı zorla almaya dönmesi ve artık bir sokak gücüne sahip olması, onun ön-faşizminin giderek daha fazla faşizmin alışılagelmiş yükseliş örüntüsüne yaklaştığını gösteriyor.  

Fransa’da yakın zamana kadar sadece Marine Le Pen’in Ulusal Derleniş partisinin parlak yükselişi değil, siyasi atmosferin tamamı faşist bir kültürün etkisi altındaydı. Macron’un sözde liberal hükümeti 2022 başkanlık seçimlerinde Macron’un kendisine dişli bir rakip olarak gördüğü Marine Le Pen’in oylarını çalabilmek için çaresizlik içinde giderek daha baskıcı bir hükümete dönüşmüştü. Bunun yanı sıra Le Pen partisinin on yıllar boyunca yaydığı zehirli ırkçı atmosfere katkıda bulunan demagogundan tutun, filozofu, gazetecisi ve her türden aydınına kadar bütün bir kesimin giderek artan nüfuzu vardı. 2022 Nisanı’ndaki başkanlık seçimleri yaklaştıkça, en az bir rakip daha gözdağı vererek ufukta beliriyor: azılı bir ırkçı ve Müslüman karşıtı olarak giderek büyüyen bir seçmen kitlesinin ilgi alanına giren Eric Zemmour. İşte Nisan ayında generallerin verdiği muhtıra tam da böyle bir bağlamda geldi. Marine Le Pen’in, generallerin endişelerine yakınlık göstermesi ve ortak hedeflerini “demokratik” yöntemlerle elde etmek amacıyla darbe çığırtkanlarını partisine davet etmesi silahlı güçlerin içindeki belirli bir odağı kendi zor aygıtına eklemlemek istediğinin bir göstergesidir. Ancak Fransız ön-faşizminin hâlâ sokaklarda kendine ait bir paramiliter kuvveti yoktur. Buna rağmen, Le Pen partisinden ayrı olarak açıkça faşist olan Action française veya Génération identitaire (bu ikincisi yasa dışı ilan edilmesine rağmen çalışmalarına sinsice devam etmektedir) gibi örgütler ve iç savaş tehditleri savuran generaller birlikte, yükselen faşizmin sokak gücünü oluşturabilirler. Tüm bunlarla birlikte Fransız faşizminin giderek daha cesurca kendini gösterdiğini ve on yıllar boyu örtülü biçimde süregelen gelişme çizgilerinin açıkça faşist bir yönelime doğru geçişinin başladığını söylemek abartılı olmaz.     

Hindistan’ın vaziyeti başkadır. Aslında BJP, faşizmin ilk ve klasik dalgasının hakim olduğu 1930’larda açıkça faşist bir paramiliter örgüt olarak kurulan bir örgütün yan ürünüdür. Dolayısıyla BJP örneğinde ön-faşizm demektense “zamanını bekleyen faşizm” demek daha doğru olacaktır, yani koşulların iktidarı mutlak olarak ele geçirmeye, zıvanadan çıkmış Hindutva milliyetçiliği programını yürürlüğe koymaya ve kendi mutlak hükmüne bağlı olmayan işçi örgütlenmelerini yok etmeye müsait olacağı günü bekleyen faşizm. 8 Eylül’de CPI-M’i hedefleyen saldırıların anlamı, diğer üç örneğin ortak niteliklerinden ayrılır. Bu üç örnek şiddete başvurma ya da şiddet tehdidi olarak özetlenebilir. Oysa Hindistan faşizmi on yıllar boyunca kitlesel şiddeti elinden hiç bırakmamıştır, iktidarı almadan önce dahi. Ama bu saldırılar hep azınlıkları hedef almıştır, başta en büyük azınlık topluluğu olan Müslümanları ama onun yanında daha az sıklıkta Sih, Hristiyan ve diğer azınlıkları da. Jawaharlal Nehru üniversitesi öğrencileri ve öğretim elemanlarına Ocak 2020’de yapılan kanlı saldırı ise bundan bir sapmaydı. Henüz işçi sınıfına değil, sol aydınlara karşı yapılmıştı bu saldırı. Tripura olayları bizce BJP’nin, büyük oranda kendine özgü iki komünist partisinden oluşan (CPI ve CPI-M) (on yıllar boyunca cangılda silahlı savaşını sürdüren komünist parti Naksalitler apayrı bir konudur) işçi sınıfı siyasi hareketini olası bir faşist iktidar girişimi açısından, çıtayı o kadar yükseltip yükseltemeyeceğini görebilmek için sınamasıdır. Ancak köylülüğün tarım sermayesi taraftarı üç yasaya karşı dirençle sürdürdüğü hareketin militanlığı ve bazı sendikaların sıradışı militanlıktaki mücadeleleri düşünüldüğünde bu hedef şimdilik oldukça zor duruyor. Her hâlükârda Tripura saldırıları Hindistan’da sınıf mücadeleleri açısından yeni bir döneme girildiğini işaret ediyor olabilir.      

İtalya, Avrupa’da sınıf mücadelelerinin ikinci düğüm noktası

İtalya’da en son yaşananlar daha ayrıntılı biçimde incelenmeyi hak ediyor. Esas tezimize giden yolun taşlarını döşemek için öncelikle Avrupa’daki durumu ana hatlarıyla tarif edelim. Avro-komünizmin yükselişi ve hemen ardından kendi ülkelerinde önemli bir güç olan milli-komünist partilerin dahi tasfiyesi, Thatchercı neoliberalizmin işçi sınıfının kazanımlarına saldırı stratejisinin zaferi,  sözde “sosyalist” veya “sosyal demokrat”, daha doğru bir ad kullanacaksak “sosyal-kapitalist” partilerin tümden teslimiyeti ve en sonunda Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve 1917 Ekim devrimiyle doğan devlet olan Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün vurduğu öldürücü darbe ile Avrupa kıtasında sınıf mücadelelerinin ağır bir darbe aldığı kuşkusuz. Tüm bunlardan ötürü 21. yüzyıl, kıtadaki sınıf mücadeleleri için, birkaç istisna hariç çok da hareketli bir dönem olmadı.     

Gelgelelim Fransa’da 2016’dan beridir rüzgâr tersine dönüyor. Sosyal-kapitalist cumhurbaşkanı François Hollande’ın “Loi Khomry” diye adlandırılan İş Yasasına karşı işçilerle birlikte Fransız toplumunun büyük kesimlerini içine alan mücadele (“Ayakta Geceler” olarak anılan bu hareket İspanya ve Yunanistan’ın 2011 yılındaki “Meydanlar Hareketi”ne ve bizdeki Gezi isyanına, özellikle Taksim meydanı deneyimine oldukça benzerdi), Macron’un başkanlığı döneminde birbirini izleyen mücadeleler ve özellikle yeni emeklilik rejimine karşı verilen mücadele ile Sarı Yelekliler hareketinin salgına kadar bir yılı aşkın süre devam eden mücadelesi, devrimci bir geleneğe sahip bu ülkede yıllardır biriken bir feverana sebep olmuştur. Böylece Fransa Avrupa’nın son döneminde sınıf mücadelelerinin merkezinde olmuştur. 

İtalya gerici güçler ile işçi sınıfı ve beraberindeki diğer ezilen zümrelerin arasında bir nihai çarpışma ihtimalinin, Fransa’nın hemen ardından en yüksek olduğu ikinci ülke olarak duruyor. Almanya’da bir süre boyunca olanın aksine, İtalya’da faşizm hiçbir zaman tam olarak ezilmedi ve bugün bütün siyasi hareketler arasında en gericisi olan bu hareket çok çeşitli kisveler altında ufukta yeniden beliriyor. Bir yanda Matteo Salvini önderliğindeki Lega (Birlik) partisinin oportünist ön-faşizmi duruyor. Bu parti 2010’lu yılların ortasında Matteo Salvini önderliğinde çok bilinçli biçimde kendini Marine Le Pen’in partisinin bir kopyasına ve müttefiğine dönüştürdü. Diğer yanda ise Mussolini’nin partisinin örgütsel ve ideolojik vârisi olan ve Georgia Meloni adlı  ağzından dehşet saçan bir kadın tarafından yönetilen Fratelli d’Italia var. Bu parti en son seçim anketlerinde Salvini’nin Legası’nın hemen peşinden geliyor ve ikisinin toplam oyları yüzde 40’ı geçiyor. “Ön-faşist” olarak adlandırılması gereken bu partilere ek olarak, bir de açıkça faşist olanlar var: Cgil sendikası genel merkezi baskınının örgütlenmesinin merkezinde olan Forza nuova (Yeni Güç) ve Casa Pound (“Pound Evi”, tuhaf biçimde iki dünya savaşı arasındaki dönemde Mussolini’nin faşist rejiminin dostu olan meşhur ABD’li şair Ezra Pound’un ismini almıştır).

Sol, faşizm illetinin müthiş yükselişine karşı gelebilecek durumda değildir. Vaktiyle heybetli olan Stalinist Komünist Parti, önce 1970’lerde Avro-Komünizme dönerek bunun kapitalist ülkelerdeki en büyük örneği oldu. Sonunda 1990’larda tamamen buharlaşarak ABD’deki adaşına benzer tatsız tuzsuz bir Demokrat Parti’ye dönüştü. Hareketteki kırılmaya komünist bir gelenekten direnen farklı isimli yapılar Rifondazione comunista (Komünist Yeniden Kuruluş) adı altında birleştiler. Bu girişim sadece eski partiden kalanları değil Trotskist ve orta-yolcu akımları da kapsıyordu. Ancak bu parti, kendisinden önce gelen İtalyan Komünist Partisi Pci’nin milli-komünizminin merkezine yerleşmiş bulunan sınıf uzlaşmacılığı üzerinden tökezledi. Kitlesel etkiye sahip bir partinin kuruluşu için yapılan bu son çaba da boşa çıkınca, geriye çok sayıda küçük örgüt kaldı, bazıları gerçekten devrimci, bazıları ise sadece öznel anlamda; ancak İtalyan solu aşırı derecede parçalı ve faşizmle savaşmak için gerekli kuvveti toplayabilmekten oldukça uzak duruyor.    

Diğer taraftan İtalya’da 1960’ların sonundan itibaren oldukça militan bir işçi sınıfı mücadeleleri geleneği olagelmiştir; sendikal hareket bugün bile azımsanmayacak bir güçtedir. Üç geleneksel sendika vardır, Cgil, Cisl ve Uil. Her birinin kendine özgü katı bürokratik yapısına rağmen bunlar en azından saldırı altında ortak tepki verme geleneğine sahiptirler, bu ister işçi sınıfına karşı bir taarruz, ister sınıfın uzun süredir elinde tuttuğu konumları yok eden bir kanun olsun. Bunun ötesinde, daha militan ama aynı zamanda daha zayıf olan ve taban sendikaları olarak adlandırılan sendikalar vardır, örneğin COBAS ve COBAS Si gibi; bu sendikalar da birleşik cephe türü eylemlere katılmaktan geri durmazlar. Bu nedenlerle Cgil’in genel merkezine yapılan baskına karşı verilen cevap birleşik ve güçlü oldu. Sendikaların çağrısı üzerine aralarında gençliğin de yoğun olarak bulunduğu 200 bin kişi Roma’da toplandı. Yeri gelmişken gençlik hakkında şunları söylemek lazım: devrimci ve orta yolcu solun çok bölünmüş olması ve zamanında İtalya’da çok güçlü olan “otonom-Marksist” veya yarı-anarşist ideolojinin süregelen etkisi sonucunda, bugün İtalya’nın her köşesinde farklı türden mücadelelerde öğrenci gençliği ve işçi sınıfı gençliğinin marjinalize kesimleri bir araya getiren yüzlerce yerel örgüt bulunmaktadır. Bu örgütler önemli gördükleri belirli konularda oldukça kavgacı olabilmektedir. Eğer birleşik cephe yönelimli bir işçi sınıfı odağı büyük bir emekçi kitlesini nüfuzu altına alabilirse, bu gençlik örgütleri faşizme karşı savaşta büyük bir koz olabilir.   

İtalya çok ağır sorunlar içinde kıvranan bir ülkedir. Kıtadaki en yüksek kamu borcuna sahip olmasına rağmen ekonomisi yüzyılın başından beri yerinde saymaktadır. Avrupa Komisyonu Covid-19 salgını için yardım fonundan en büyük parçayı İtalya için ayırmıştır ve bir önceki koalisyon hükümetini devirmek için çeşitli manevralar yaptıktan sonra, ülkeyi uyuşukluğundan uyandırmak için son bir çare olan bu programı uygulaması için Avrupa emperyalizminin başarılı hizmetkârı ve Avrupa Merkez Bankası’nın eski yöneticisi olan Mario Draghi’ye görev vermiştir. Bu geçiş dönemi İtalyan ve Avrupa burjuvazisi için hayati önemdedir ve bu zorlu görevin ortasında faşizmin gündeme sert müdahalesi tüm bu proje için ölümcül olabilir.

Emperyalist burjuvazinin son bir umutla sığındığı (sahte) kurtarıcı melek olarak faşizm

Bütün bu ülkelerin ve diğerlerinin başını hangi belirsizlik ve çılgınlıklar sarmış olursa olsun, her şeyin üzerinde bir nokta vurgulanmalı. Bu yaşananlar faşizmin “ikinci gelişi”dir.  20. yüzyılın iki dünya savaşı arasındaki yıllarında faşizmin ilk dalgası, uluslararası burjuvazinin bir kesiminin kapitalizmin kendini 1930’lardaki Büyük Depresyon ile gösteren tıkanmasına karşı verdiği yanıttı. Uluslararası bir çözümün olmadığı koşullarda bu kesimler ulusal ölçekte kurtuluş arayışına girdiler. Fakat üretici güçlerin toplumsallaşmasının ve sermayenin uluslararasılaşmasının ulusal ölçekli çözümleri olanaksız hale getirdiği bir aşamada faşizmin kendisi de çözüm olamazdı. Bunun diyalektik sonucu akıl almaz yıkım ve ölümlerle sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı oldu.  

Bugün, yine bir büyük depresyon bağlamında (biz buna Üçüncü Büyük Depresyon diyoruz, daha az bilinen ilki, meşhur 1930 depresyonundan önce 19. yüzyılın sonlarında yaşanmıştı) faşizmin ikinci dalgası ile karşı karşıyayız. Farklı ülkelerdeki burjuvazinin giderek büyüyen kesimi Hitler ve Mussolini’nin yoluna girmektedir. Bugün Hitler ve Mussolini ölçeğinde bir lider olmaması kimseyi yanıltmamalı, özellikle de Marksistleri: bireylerin tarihteki rolleri ne kadar önemli olursa olsun onlar eninde sonunda sınıfların ve sınıf kesimlerinin programlarının uygulayıcısıdır. Uluslararası burjuvazi başa çıkılmaz sorunlarının çözümü için yanıp tutuşuyor. Eğer ortaya bir Hitler çıkmazsa, o zaman Trump gibileri ile idare etmek zorundadırlar.

 

Bu yazı önce partimizin kardeş partileriyle ortak yabancı dillerde yayın yapan internet sitesi RedMed için İngilizce olarak yayınlanmış, daha sonra bir yoldaşımızca Türkçeye çevrilmiştir.