Ben de madenciyim

İspanya’da hükümetin kömür madenlerine verdiği sübvansiyonu radikal biçimde azaltmasına karşı önce süresiz genel greve giden, kendi imal ettikleri silahlarla polisle ve jandarmayla çatışan, sonra da kendi bölgeleri Asturias’tan hareketle yirmi günlük bir yürüyüşle 400 kilometrelik bir yolu kat ederek başkent Madrid’e ulaşan maden işçileri, bütün ülkenin işçi ve emekçilerine esin kaynağı haline gelmiş durumdalar. Burada yayınlamakta olduğumuz yazı, genel olarak işçi ve emekçilerin bu eylemlerden ne dersler çıkarması gerektiğini ele alıyor. Yazı hem bugün Avrupa’da ve dünyada yaşanan ağır ekonomik depresyon koşullarında ne yapılması, hem de internet çağında toplumsal mücadelelerin ne tür yöntemler benimsemesi gerektiği konusunda söyledikleriyle çok önemli birtakım gerçeklere dikkat çekmiş oluyor. Isaac Rosa, İspanya’dan 1974 doğumlu bir romancı. Romanları çeşitli ödüller kazanmış. Aynı zamanda Público adlı günlük gazetede köşe yazarı. Siyasi bakımdan bize yakın değil. Izquierda Unida (BirleşikSol) adıyla örgütlenmiş ve başını bütünüyle reformist (Avro-komünizmin öncüsü) İspanyol Komünist Partisi’nin çektiği bir cepheye destek veriyor. Ama tam da bu tür bir reformist cepheye yakın olması yazısını daha da anlamlı kılıyor. Rosa’nın yazısı, bir edebiyat adamına yaraşır, bu Büyük Depresyon çağında işçi sınıfı mücadelelerine adanmış bir şarkı gibi okunacak bir yazı. Bu yüzden okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Şu teknolojiye boğulmuşluk zamanlarında işçilere bulundukları konumdan çıkışı madencilerin göstereceği fikri insanı durup düşündürmeli. Yani bütün bu esnek işletmeler, enformasyon toplumu, küresel ekonomi, sanal sağlık, hem yerinden yurdundan, hem de ideolojisinden edilmiş işçiler devrinde; ışığın altına doğru ilerleyerek yürümeye başlayan ve böylelikle de bizlere kendilerini takip etme imkanı verenlerin, aletleri, nasırlı elleri, sağlam kolektif bilinçleriyle şu eski madenciler olması, geçtiğimiz yıllarda işçilerin başına ne geldiği, bu süreçte ne yaptığımız ve kendimize ne yapılmasına müsaade ettiğimiz hakkında bizi düşündürmeli.

Bazılarımız maden işçilerinin önderlik etmesinin yaşadığımız bu günlere tam anlamıyla denk düştüğünü söyleyecektir: madem ki kriz ve kriz karşıtı politikalar işçiler için zamanda geriye, düpedüz 19. yüzyıl koşullarına bir sıçrama anlamına geliyor, itirazın önderliğine kim, emek hareketinin o erken dönemlerini mükemmelen temsil eden maden işçilerinden daha fazla yakışabilir? Ancak şu anda sadece tarihsel bir denk düşme ile değil, bunun çok ötesinde bir durumla karşı karşıyayız.

Madrid’e yürüyüşleri süresince geçtikleri her köyde yaşanan o sahneler, karşılamalar, cesaret verici sözler, verilen destekler, tüm ülke sathına, sokaklara ve sosyal şebekelere yayılmış dayanışma, nihayet başkentteki karşılama töreni ve protestolarına onca işçi tarafından verilen destek; bütün bunlar kolektif direnişin nasıl inşa olunacağı konusunda bir dönüş veya büklüm noktasını teşkil etmeli. Madenciler içimizdeki bir şeyi kırdılar, içimizde uyur durumdaki bir şeyi uyandırdılar, bizi dürttüler.

Kendilerine gösterilen sempatinin önemlice bir kısmının, itirazda bulunma sebepleriyle ilgili olmadığının farkındayım. Madencilerin gördükleri muhabbette tarihsel adaletle, hafızayla, işçi sınıfı duyarlılığıyla ilgili bir şeyler var; muhabbet derken bunu kastederek söylüyorum, çünkü bazen muhabbet, taleplerin anlaşılmasından önce gelir. Kaskı, lambası ve kararmış yüzüyle maden işçisi, işçi sınıfı imgeleminde yüzyıllardır kök salmıştır, bu yüzden de bazılarınca sağcı medyada dolaşıma sokulan “ayrıcalıklı” olduklarına ilişkin bilindik söylem işe yaramamaktadır (maden işçiliği yorgunluğu, kazası, yaralanması, hastalığıyla çalışma yaşamının en zor ve tehlikeli işini temsil ettiğinden, ayrıcalıklı bir konumla bağdaştırılamamaktadır). Bütün bu nedenlerle, tam da işçi sınıfı kahramanları olarak halk nezdinde işgal ettikleri konumdan ötürü (yüzyıllar boyunca pek çok yerde vermiş oldukları pek çok kahramanca mücadeleden ötürü), köylerden geçen yolculukları süresince bunca sıcaklıkla karşılanmış olmaları doğal görülebilir. Zannetmem ki, sözgelimi garsonlarca, inşaat işçilerince, gazetecilerce ya da kamu hizmetlilerince gerçekleştirilen bir yürüyüş, talepleri alabildiğine haklı da bulunsa, bunca desteklensin, kendisine bunca muhabbet, bunca onay gösterilsin, bunca ağırlansın.

Ama madenlerden dışarıya akının başlaması bu duygusal unsurun ötesinde bir öneme sahip. Yaşamakta olduğumuz türden bir ekonomik terör döneminde, işçiler olarak kendimizi köşeye sıkıştırılmış, umutsuz hissettiğimiz, direnişimizi ancak bir sonraki darbenin nereden geleceğini kestirmeye çalışmakla sınırladığımız bir dönemde; madencilerin sahnede belirmesi, ortaya çıkmasını beklediğimiz işaret, yani tünelin ucundaki ışık olabilir (içinde kaybolmuş halde ileri geri bocaladığımız tünel, yoksa en ufak ışığın bile karşıdan gelmekte olan trenin ışığı anlamına geldiği malum krizden çıkış tüneli değil). Maden işçileri bize bir ders veriyorlar, talepleri ne olursa olsun, bunların çok ötesine geçen, görmezden gelemeyeceğimiz bir ders.

Ve evet, talepleri de var. Uzun uzun anlatacak değilim, ancak hakkaniyet mücadele içindeki madencilerin yanında. Şu ana dek duymuş ve okumuş olduğunuz tüm gerekçeler nedeniyle haklılar, ancak bu gerekçelerin hiçbirine sahip olmasalar, tarihsel adalete ilişkin bir nedenle hakkaniyet yine onların yanında olacaktı. Onlara borçluyuz, onlara ve onlardan önce gelen madenci kuşaklarına borçluyuz, bu da yaşam biçimlerine ve yaşama alanlarına saygı göstermemiz için, kendilerini içinde buldukları konumdan başı dik bir biçimde çıkabilmelerini temin etmemiz için, banka kurtarma operasyonlarıyla kıyaslandığında küçük meblağda bir parayı onlara çok görmememiz için yeterli. Ancak ısrar edeceğim: bugün için beni daha fazla ilgilendiren (destekliyor olduğum) özel mücadeleleri değil, haysiyete, dayanışmaya ve direnişe ilişkin diğer tüm işçilere verdikleri ders. Maden işçilerinin mücadelesiyle geçen günler, hepimizde iki farklı açıdan bize hitap ediliyor olduğu duygusunu uyandırdı: bir yandan haysiyetli bir geleceğe ilişkin taleplerinde, böylesi bir gelecekten yoksun kılınmış herkes için yer var; diğer yandansa mücadelelerinde sergiledikleri kuvvet, vaktinde bize yönelik saldırılar karşısında sergilediğimiz tepkinin sefaletini daha da aşikar kılıyor.

İlkiyle başlarsak, maden işçilerinin talepleri hepimizi kapsıyor. Onlara baktığımızda geçmişimizi, bilinmedik bir zamanda kaybettiğimiz ya da belki bizden çalınmış bilincimizi, kolektif mücadele adına arayıp da bulamadığımız imkanları görüyoruz. Ama hepsinden önemlisi, onlarda geleceğimizi görüyoruz: yüzüstü bırakılmamak, yok edilmemek, köylerinin ve topraklarının işsizlik ve faaliyetsizlik tarafından tarumar edildiğini görmemek adına attıkları çığlıkta hepimizi bekleyen gelecekten bir kesite göz atma fırsatını yakalıyor ve orada kendimizi uzun kıtlık ve sefalet dönemlerine mahkûm, kaderine terk edilmiş işçilere dönüşmüş olarak görüyoruz: önüne ne gelirse yıkıp atan bir rüzgarın insafına kalmış, milyonlarca işçinin işini yitirdiği, çıkış yolu kapalı devasa bir maden alanına dönüşmüş harabe bir İspanya.

İkincisine gelince; işçilerin direnirken sergilediği klasik kuvvet, kendilerine yöneltilen şiddete mukabele ederken kullandıkları şiddet, çoğu zaman direniş diyerek önemini abarttığımız fiillerimizi adlandırmak üzere başka bir kelime bulmamızı gerekli kılıyor. Bizler sosyal ağları tutuşturaduralım; maden işçileri yolları üzerindeki barikatları hakiki ateşle tutuşturuyor. Biz iki yılda bir grev çağrısı yapaduralım, üstelik söylediğimize kendimiz de inanmayarak ve daha önemlisi bunu süreklilik gözetmeden, ısrar etmeksizin yapalım; maden işçileri haftalarca süren bir grevi milim kımıldamadan sürdürme yolunu tutuyor. Biz sosyal harcamalardaki kesintileri kınayan mesaj ve tvitler yazaduralım (bu konuda başı çekenlerden biri olduğumu da ekleyeyim); onlar kendilerini ocaklara kilitliyor, trafiği felce uğratıyor, koskoca bölgeleri savaş alanına çeviriyor ve nihayet bütün bunlardan sonra yürüyüşe başlıyorlar. Bizler dahiyane posterler hazırlayıp, gösteri esnasında atacağımız sloganları oluşturaduralım; onlar jandarmanın üzerine doğru yürüyor. Bizler kendi aramızda tvitleşip eza gören kolektiflerin taleplerini desteklemek üzere “beğendim” sayısını binlere çıkartmakla uğraşaduralım; onlar köyden köye geçerek insanlara sarılıyor, kendilerine sarılınıyor, kendileriyle yemek ve barınak paylaşılıyor. Bizler alanlara geri dönmek ve oraları tekrar fethetmek için bir sonraki yıldönümünü bekleyeduralım, onlar geçtikleri kasabalardaki bütün meydanları kendilerinin yaptıktan sonra Puerta del Sol’a çıkıyor ve oraya yerleşiyor.

Ders açıktır: işçilere boylu boyunca saldırılan bu zamanlar, “hashtag” zamanları değil, barikat zamanlarıdır. Sosyal ağlardaki gelip geçici dayanışmalarla ve kimseye zarar vermeyen taşkınlıklarla karşılaştırıldığında, bu zamanlar kol kola yürüme zamanlarıdır; işgalleri ve yürüyüşleri paylaşmak için, birbirimizi sokakta görebilmek için, birbirimizi daha önce hiç kucaklamadığımız gibi, tıpkı maden işçilerinin kendilerini her köyün girişinde bekleyenleri kucakladığı gibi kucaklamak için.

Bütün bu nedenlerden ötürü hükümet maden işçilerinin kazanmasına müsaade edemez. Zira kazandıkları takdirde diğer işçiler için kötü örnek teşkil edebilirler, zira olup bitenin ayırdına varabiliriz, zira verdikleri dersi alabiliriz, sözümüzü işittirebilmek için, kendimizi daha fazla ezdirmemek için, yenilip durmaya bir son vermek için kendimize onları örnek alabiliriz: mücadele edebilir, direnebilir, dayanışma ağları oluşturabilir, sağlam durabilir, sonuna dek dayanabilir, sokağa çıkabilir, sokaklarımızı geri alabiliriz. İşte maden işçilerine yönelik devasa polis baskısının ve medyada suçlu duruma getirilmeye çalışılmalarının nedeni budur.

Aynı nedenlerden ötürü biz işçiler de madencilerin zaferine muhtacız: zira zaferleri bizlere yolu açacak, yenilgileriyse direnişi yükseltmemizi daha da zorlaştıracak. İşte bu nedenle bugün hepimiz madenciyiz ve onlarla birlikte olmak zorundayız. Adalet için, tarih için, hafıza için, hak ettikleri için. Ama aynı zamanda kendimiz için, çünkü onlar geleceklerinden korkacak olurlarsa, bizim geleceğimiz kara, kömür karasından da kara, kapkara olacak.

 

Türkçeleştiren: Evren Asena