“Post-modern” arsızlığından “dost-modern” yüzsüzlüğüne

Türkiye’nin hâkim sınıf temsilcilerinin ortak özelliği, utanma duygusuna sahip olmamak. Askeri darbe düzenleyicisinden İslamcı politikacısına, hepsi hakikatler ortaya çıktığında, hatta hakikatleri inkâr ettikleri sırada dahi, sanki toplumun yüzüne bakıp, “tamam canım, hepimiz biliyoruz, benim dün inkâr ettiğim, hatta şimdi bile inkâr etmekte olduğum şeyin doğru olduğunu, ama olur böyle şeyler” diyorlar, yüzlerinde çirkin bir sırıtma.

Bir örnek 1997’de yaşanan, Refahyol hükümetinin devrilmesine ve Necmettin Erbakan’ın siyasi hayatının sona ermesine yol açan askeri müdahale. O hükümete ve Erbakan’a bütünüyle karşı olmasına rağmen işçi sınıfının ve ezilenlerin askeri müdahaleden göreceği zararın çok daha büyük olacağını bildiği için devrimci Marksist hareket bu müdahaleye daha ilk günden karşı çıkmıştı. Buna karşılık, “laik” diye anılan cenahın ezici çoğunluğu, bu arada solun nice kesimi, müdahaleyi destekledi. Ama nasıl? Hem askerlerin her istediği adımı atarak, hem de bunun bir askeri müdahale olduğunu yadsıyarak! En sonunda da döndüler ve bir avuç dürüst odağa hitaben bunun “post-modern” bir darbe olduğunu söylediler.

28 Şubat kurmay aklıyla düzenlenmiş ustalıklı bir askeri müdahale idi, ama “post-modern” denecek hiçbir yanı yoktu. Bu niteleme öyle bilimsel falan da değildi. Doğrudan doğruya yüzsüzlüktü. Kusuru inkâr edilemez biçimde yüzüne vurulunca suratında arsız bir gülüşle konuyu zekâ yoksunu bir mizah ile geçiştirmeye çalışan birinin davranışı idi tam tamına. Aman, siz siz olun, 28 Şubat için bu nitelemeyi kullanmayın!

Şimdi de Tayyip Erdoğan sosyal medyada yapılmış bir kelime oyununun üzerine atlayıp hem yaşanmakta olan kriz konusunda kendi darbe iddiasını doğrulamaya çalışıyor, hem de hakkında hep suskun kaldığı büyük suçunu itiraf ediyor. Bu “dost-modern”  bir darbe imiş! Aynı anda hem inkâr, hem itiraf. Görelim.

17 Aralık’tan beri Erdoğan’ın söylediği şu: Bir “paralel devlet” kurulmuş, bu devlet “milli irade”ye karşı “darbe” yapıyormuş. Beyefendi, bir an dediğinizin doğru olduğunu kabul edelim. Bu “paralel devlet”i kim kurdurttu? Emniyete cemaatçileri kim yerleştirdi? Yargıyı 2010 referandumu ile cemaatçilerin eline kim teslim etti? Daha yeni “ne istediler de vermedik?” diyen siz değil misiniz? Demek ki, ya bir “paralel devlet” kurulmasından suçlusunuz, basbayağı kanun dışına çıkmışsınız! “Paralel devlet” kurmak suçtur, kurduktan sonra her haltı yer! Ya da burnunuzun dibinde kurulmakta olan “paralel devlet”i görebilecek kadar bir ferasetten bile yoksunmuşsunuz! Her durumda, bugün acemi büyücü çırağı durumuna düştünüz! “Usta” ha! Çırak, çırak, hem de en acemisinden!

Şimdi güya bu “paralel devlet”in yapmaya çalıştığı darbeye “dost-modern” diyerek kendi kusurunuzu kabul ediyorsunuz, ama yine şakayla. Öyle ya, size dostmuş daha önce, değil mi? Bu itiraf değil de nedir?

Gelelim “darbe” safsatasına. Bu kolaycılığın esas sorumlusu, beğenmedikleri kadroların her önemli girişimine “sivil darbe” diyen ulusalcı tayfasıdır. Önce Özal’a, sonra Erdoğan’a. “Darbe” kavramı özgül bilimsel anlamını yitirdi Türkiye’de. Darbe bir rejimin hukuki çerçevesini aşarak iktidara silah gücüyle el koymaktır. En çok ordu yapabilir, çünkü elinde silahı vardır. Ama bazen seçilerek göreve gelenler de yapabilir. Hatta Peru’nun 1990’lı yıllardaki başkanı Fujimori’nin “auto-golpe”, yani kendi kendine darbe yaptığı söylenmiştir. Yaptığı kendini sınırlayan öteki kurumların yarattığı tahditleri ortadan kaldırmaktı. Yani darbe iktidarı ele almayı gerektirir. Bu bakımdan 28 Şubat dahi darbe değildir. Aynen 12 Mart’ın da olmadığı gibi. Bunlar hükümet deviren askeri müdahalelerdir. Nerede, imamın polisinin Erdoğan’a yaptığına darbe diyeceğiz!

Evet, AKP döneminde askerin gücü gerilerken polisin gücü yükselmiştir. Ama silah gücü bakımından iki kurum karşılaştırılamaz. Polisin orduyu yanına almaksızın darbe yapması olanaklı değildir.

Zaten yolsuzlukların özel bir kasıtla da olsa ortaya çıkartılması da darbe olarak nitelenemez. Tarihte skandaller dolayısıyla düşmüş çoook bakan ve başbakan var! Bunların her birine darbe diyeceksek yandık. “Milli irade” dediğiniz şey, yolsuzluk hakkı vermez. Yolsuzluğu yapana müdahale için de sandık beklenmez!

Ne diyorduk? Utanma duygusu diye başlamıştık. Gidin, efendim, gidin! Yüzünüze gözünüze bulaştırdınız, gidin! Hepiniz gidin! İşçi sınıfına ve halka bırakın bu ülkeyi yönetmeyi!

 

Bu yazı Gerçek gazetesinin Ocak 2014 tarihli 51. Sayısında yayınlanmıştır.