“Büyük Yurtseverlik Savaşı”nın gerçek kahramanı

9 Mayıs’ın 80. yıldönümünü yeni kutladık. 9 Mayıs 1945’te elde edilen zaferin faşist barbarlığın panzehirinin burjuva liberalizmi ve pasifizmi değil proleter sosyalizmi olduğunu kanıtladığını vurguladık. Şayet savaşı Sovyetler Birliği değil Nazi Almanya’sı kazansaydı insanlığın son 80 yılı tamamen başka biçimde yaşanırdı. Devasa Sovyet ülkesine, onun büyük proletaryasının köleleştirilmiş emek gücüne ve özellikle yeraltı kaynaklarına el koymuş bir Hitler’in İngiltere’yi nihayet yenilgiye uğratması ve ardından ortağı Japonya ve diğerleriyle birlikte Amerika’yla savaşa tutuşması barbarlığın yeryüzüne inmesinin yolunu açabilirdi.
Nazi Almanya’sının ordusu Wehrmacht ile Sovyetler Birliği’nin (bundan sonra SSCB olarak kısaltacağız) ordusu Kızıl Ordu arasındaki savaş, bu bakımdan sadece 20. yüzyılın hayati bir dönüm noktası değildir. İnsanlığın geleceğini belirlemiştir. Amerika ve Avrupa’da İkinci Dünya Savaşının (bundan sonra 2DS yolarak kısaltacağız) “Doğu Cephesi” olarak, Sovyetler Birliği’nde ise “Büyük Yurtseverlik Savaşı” olarak anılan bu savaş, bazı tarihçilerce tarihin en büyük savaşı olarak nitelenmiştir. Wehrmacht’ın 1941’de SSCB’yi ilk işgali esnasında asker mevcudu 6,8 milyondu. 1944’te bu sayı 8 milyona çıkmıştı. “Doğu Cephesi”nde 1941-1945 arasında toplam 30 milyon insan öldüğü hesaplanıyor. Eskiden 2DS’nın toplam ölü sayısı 60 milyon olarak verilirdi. Bunu temel alacak olursak ölümlerin yarısının Doğu Cephesi’nde yaşandığı söylenebilir. Ama, aynen Birinci Dünya Savaşı için olduğu gibi (orada geleneksel rakam 10 milyonken bugün 20 milyondan söz ediliyor) 2DS’nda da rakam yükseliyor, artık 70-85 milyon arası can kaybından söz ediliyor.
Doğu Cephesi’ne dönersek, bu 30 milyon içinde 5 milyonu Mihver ülkelerinin askeri. Yani Nazi Almanyası ve müttefiklerinin (İtalya, Romanya, Macaristan vb.) askerleri. Demek ki 4 yılda 25 milyon Sovyet vatandaşının canını almış bu savaş. Sivil ölümü sayısı 17 milyona kadar çıkıyor. Bunun 9 milyonunun çocuk yaşta olduğunu hesaplayan araştırmalar var. (Netanyahu’nun Gazze soykırımında Mayıs başında 50 bini aşmış olan bilinen kurbanların 20 bininin çocuk olması Nazilerle Siyonistler arasındaki benzerliği açıkça ortaya koyuyor.) Kızıl Ordu’nun kaybı ise 8 milyon olarak hesaplanıyor.
Bu ürkütücü rakamlar içinde Stalingrad muharebesinin özel bir yeri var. 1942’nin ikinci yarısı ile 1943 başı arasında yaşanan bu muharebe, Doğu Cephesi’ndeki savaşın dönüm noktası olmuştur ve Kızıl Ordu’nun ve Sovyet halkının insan üstü mücadelesinin göz yaşartıcı örneği olarak tarihe altın harflerle yazılmıştır. Bugünlerde Rus komünisti dost ve yoldaşlarımızla karşılıklı olarak 9 Mayıs kutlaması mesajlaşması yapıyoruz. Biz tam bu satırları kaleme alırken Türki kökenli bir Rus vatandaşı olan bir dostumuz (Said Gafurov) bizim kutlamamıza cevabi mesajında “Büyük Yurtseverlik Savaşı”nın “insanlık tarihinin önemli bir kilometre taşı” olduğunu haklı olarak yazıyordu. Doğu Cephesi, İkinci Dünya Savaşı’nın yüzde seksenidir diyen olmuştur. Stalingrad muharebesi ise o savaşın kaderinin belirlendiği uğraktır. Bu savaş Kızıl Ordu ve Stalingrad işçi sınıfı tarafından fabrika fabrika, ev ev verilmiştir. Bir sokak üzerine haftalarca direnilmiştir. İnsanlığın kaderini işçi sınıfı, onun devrimiyle kurulan işçi devleti yönetiminde kapitalizmden sosyalizme geçiş toplumu olarak Sovyet toplumu ve o işçi devletinin kurucuları Lenin ve Trotskiy’in inşa ettiği Kızıl Ordu belirlemiştir. Kapitalizmin gerileme çağının çaresizlikten kudurmuş emperyalist burjuvazisinin temsilcisi Hitler’i tarihe gömen, proleter sosyalizmi olmuştur.
Zaferde Stalin’in yeri
İkinci Dünya Savaşı, “Büyük Yurtseverlik Savaşı” ve Stalingrad tartışılırken bir konu kaçınılmaz olarak gündeme gelir. Stalin’in taraftarları son on yıllarda, özellikle de Sovyetler Birliği’nin dağılışından sonra, yüce önderlerine eskisi gibi kusursuzluk atfedemedikleri için sonunda iki temel olguya yaslanan bir savunma mevziine çekilmişlerdir. Olgulardan biri Stalin’in planlı sanayileşme ve tarımda kolektifleştirme atılımı ile sosyalizmin kuruluşu bakımından büyük bir atılımın mimarı olduğudur. Bu “atılım”ın, bir tarihçinin kullandığı deyimle, “Sol Muhalefet’in elbiselerini çalma”ya dayandığı yadsınamaz bir olgudur. 1920’li yılların tamamı boyunca, Stalin’den önce Marksizmin programına hiç girmemiş zora dayalı kolektifleştirme dışında, planlama yoluyla tarımsal artığın sanayi alanına yatırılması sayesinde teknolojik modernizasyon Trotskiy’in önderi olduğu Sol Muhalefet’in ateşli biçimde savunduğu ekonomi programıydı. Buna karşı sağ kanadın teorisyeni Buharin “kaplumbağa hızında sosyalizm”i savunuyor, Stalin de onun arkasına saklanıyordu. 1928-1929’da dev bir tahıl teslimat krizi yaşanınca Stalin Sol Muhalefet’in bu programını aldı ve buna tarımın zora dayalı kolektifleştirilmesini ekledi. Zora dayalı kolektifleştirme sürecinde milyonlarca insanın açlıktan öldüğü, kesimlik hayvan varlığının hızla telef olduğu, köylülüğün birçok bölgede (en başta Ukrayna’da) muhalif hareketlere, hatta faşist eğilimli hareketlere yaklaşmaya başladığı biliniyor. Ama sonuçta modern çağda planlanmış ekonominin tartışılmaz üstünlüğü, SSCB’nin hızla sanayileşmesini ve silahlanma ve askerî teknoloji alanında atılım yapmasını mümkün kıldı.
İzleyicilerinin Stalin’i savunulabilmek için sarıldıkları ikinci mevzi, SSCB’nin Nazi Almanya’sını yenilgiye uğratması olmuştur. Biz bu yazıda ekonomi politikasını ele almayacağız. Bunu başka yerlerde yaptık. Marksistler kitabımızın ikinci cildi bu konuda gösterebileceğimiz ilk kaynaktır. Devrimci Marksizm dergisinde, özellikle devrimin 100. yıldönümü yaklaşırken başka yazar arkadaşlarımız bu konuya derinlemesine eğildiler. Biz bu meselenin henüz yazmadığımız bazı başka yönlerine de ileride değinmeyi planlıyoruz.
Bu yazıda ele alacağımız sorun, Stalin’in savaştaki rolüdür. Evet, SSCB ve Kızıl Ordu, Nazizmin yenilgisinde merkezî bir rol oynamıştır. Doğru. Ama buradan Stalin’in büyük bir tarihsel önder olduğu sonucu çıkar mı? Zaferde Stalin’in rolü ne olmuştur? İşte bu soruya cevap arayacağız.
Stalin’in öngörüsüzlüğü
Politika öngörüye dayanır. Şayet olayların gelişme eğilimini berrak ve isabetli biçimde göremezseniz, gelecek fırsat ve tehlikelere karşı yeterince hazırlıklı olamazsınız ve bunun bedelini ödersiniz. “Büyük Yurtseverlik Savaşı”nın kaderi tam tamına böyle olmuştur. Stalin, Hitler’in SSCB’yi işgal edeceğini öngörebilmek bir yana, Sovyet devletinin, hatta başka ülkelerden aktörlerin bütün uyarılarına kulaklarını kapatarak işçi devletini büyük bir tehlike içine atmıştır.
Yaygın olarak bilinir ki, SSCB ile Nazi Almanyası 1939 yılının ortalarında bir pakt imzalamıştır. Genellikle iki ülkenin Dışişleri Bakanları’nın adlarıyla Molotov-Ribbentrop Paktı olarak bilinen bu anlaşma, Doğu Avrupa’nın çeşitli bölgelerinin siyasi statüsünü Birinci Dünya Savaşı öncesine döndürüyordu. İşte Stalin bu pakta güvenerek Hitler’in SSCB’ye saldırmayacağı fikrine dogmatikçe bağlanıyordu.
Bunun temelinde Hitler’in iki cephede birden savaşmayı göze alamayacağı fikri vardı. Hitler Blitzkrieg (yıldırım savaşı) taktikleriyle Batı’da başta Fransa olmak üzere birçok ülkeyi işgal etmişti. Ama Britanya zor lokma çıkmıştı. Stalin’e göre Naziler Britanya’yı ele geçirmeden SSCB’ye saldıramazdı. Stalin devamlı olarak Hitler’in yanlış bir tutumla provoke edilmesi ihtimaline değiniyordu. Yani Hitler’in kafası kızıp SSCB’ye saldırmasına bahane yaratılmadıkça tehlike yoktu.
Daha da kötüsü, tek bir faktörün (iki cephede çarpışma) mutlaklaştırılmasına dayanan bu bakış açısının ürünü olan rehavet birçok kaynaktan gelen uyarılara rağmen devam ediyordu. Mesela Nazilerin saldırmasından önceki sekiz ay boyunca 80 uyarı aldığı halde bunlara geçersiz gözüyle bakıyordu (Beevor).[1]Aslında, aklı başında bütün devletler gibi Sovyet devletinin de kapitalist ülkelerde yaygın bir casus ağı mevcuttu. Bunlardan Kızıl Orkestra adıyla Batı Avrupa’da kurulmuş olan Leonard Trepper adlı bir Polonyalı komünistin yönettiği şebeke ile Japonya’da yerleşmiş Richard Sorge’nin geçtiği bilgiler uzun zamandır Almanya’nın saldırı hazırlıklarına başlamış olduğunu gösteriyordu (Trepper) Ayrıca, Britanya’dan, İsveç’ten ve İsviçre’de Nazi muhalifi Almanlarca kurulmuş Lucy casus ağından erişen haberler de vardı. Stalin bunların hepsini “İngiliz tuzağı” olarak niteliyor, Britanya’nın Hitler ile Stalin’i kapıştırmak ve böylece her iki düşmanının gücünü de aşındırmak ve ayrıca Hitler’i doğuya doğru sevk ederek kendisini sağlama almak peşinde olduğunu belirtiyordu. Bu akıl yürütmenin mantıksız olduğu söylenemez. Nitekim Nazi-Sovyet savaşı başladıktan sonra Britanya ve Amerika bu iki tarafı da yıpratma taktiğini gözle görülür bir berraklıkla uygulamıştır. Sorun bu akıl yürütmenin hiçbir başka alternatif yokmuş gibi ele alınması, Stalin’in bu görüşü dogmatikçe savunmasıdır. Bir devlet kendi kurduğu bütün istihbarat ağının salaklar ya da hainlerle dolu olduğuna inanırsa zaten kaybetmeye mahkûmdur.
Stalin, savaş başladıktan sonra Amerikan Başkanı Roosevelt’in özel temsilcisine saldırı beklemediğini ve şaşırdığını açıkça itiraf etmiştir. (Deutscher)
“Tarihteki en büyük yenilgilerden biri”
Bu kadar stratejik bir konuda öngörü yokluğu ve inat mutlaka bir bedel getirecektir. Bir kere Stalin ne kadar büyük bir hata yaptığını savaş başladığında anormal davranışlarıyla tarih önünde itiraf etmiş olmaktadır. Hitler orduları 22 Haziran 1941’de devasa bir işgal gücüyle (yukarıda 6,8 milyon askerle demiştik) üç koldan SSCB topraklarına girdi. Bunu izleyen 15 gün boyunca Sovyet halkı “büyük önder”lerinden tek bir kelime açıklama duymadı. İlk gün tamamen kapanan Stalin daha sonra Genelkurmayı ile toplantılar yapmaya başladı ama halkın karşısına (bir radyo konuşması ile dahi) çıkamadı! (Deutscher)
O halktan gizlenirken Nazi ordusu (Wehrmacht) bir ay içinde Sovyet topraklarında tam 700 kilometre ilerlemiş bulunuyordu. Bunun sorumlusu yine Stalin’di. Daha önceden gelen “provokasyona kapılmayın” talimatı 22 Haziran günü de birliklere ana komut olarak iletilmişti. Kızıl Hava Kuvveti’nin uçakları bu nedenle hava alanlarında sıralanmış görev beklerken büyük ölçüde imha edilecekti!
Nazi ordusu hızla ilerleyip Kiev’i alacak, Leningrad’ı (bugün Petersburg) 900 gün sürecek bir kuşatmayla felç edecek, başkent Moskova’yı fethetmek için çok güçlü bir kuşatmaya girişecek, petrol zengini Kafkaslar’a yürüyecek, bu arada Volga bölgesindeki Stalingrad önlerine de gelecekti. Daha 1941 yılının sonuna gelindiğinde, yani altı ay içinde Kızıl Ordu 4 milyon askerini yitirmişti! 1941-42 yılları için 2DS’nın en önemli harp tarihçilerinden Geoffrey Roberts, bu durumu “tarihte herhangi bir ordunun uğradığı yenilgilerin en büyüklerinden biri” olarak niteliyor. (Roberts)
4 milyon! Altı ay!
Stalinistlerin biraz daha alçakgönüllü olmaları, kendilerine biraz çeki düzen vermeleri gerekmez mi?
Nazi saldırısı başladığında manzara-i umumiye
Tarihin (modern tarihin de) gördüğü ne güçlü ordulardan biri olduğu tartışma götürmeyecek olan Wehrmacht SSCB’yi işgale giriştiğinde Kızıl Ordu’nun durumu neydi?
1942’den itibaren Başkomutan Stalin tarafından Başkomutan Yardımcısı yapılan ve “Büyük Yurtseverlik Savaşı”nın haklı olarak en büyük askerî önderi olarak ün salan Georgi Jukov da (kendi otobiyografisinde) dâhil, bu savaşın tarihçileri Kızıl Ordu’nun savaşın başında sefil bir durumda olduğunu, ancak savaş devam ettikçe işlerin düzeldiğini yazıyor.
Durum şuydu. Subay ve astsubaylar hem sayıca eksik hem de deneyimsizdi. Askerler pek az eğitim görmüştü, işgal başladıktan sonra erat ihtiyacı büyük bir süratle yükseldiği için seferberlikte askere alınan gençler on günlük eğitim sonrasında cepheye yollanıyordu. Kolektif çiftliklerden askere alınan köylü gençler düşük bir eğitim düzeyine sahipti, askerî teknolojiden ve modern silah sistemlerinden bîhaberdi. (Beevor)
Planlı sanayileşme SSCB’nin silah ve teçhizat düzeyinde büyük bir atılım yapmasını sağladığına göre ordu bu bakımdan eskisiyle karşılaştırılamayacak kadar ileriydi. O zaman insan malzemesi bakımından bu içler acısı durumun ardında yatan neydi?
SSCB’nin bürokrasinin sultası altına girmesinin en önemli evresi olan, partiyi Bolşeviklerden temizleyen, Ekim devrimi önderliğini ortadan kaldıran Büyük Kırım (İngilizce literatürde “Great Purge”) orduyu da ezmeden edememişti.1937 yılında başlayan Askerî Büyük Kırım kendi alanının ölçeğinde daha genel olan siyasi harekâtı aratmıyordu. Kızıl Ordu’nun subaylarından 37 bini, şanslı olup idam edilmediyse ya hapse atılacak ya da askerlikten ihraç edilecekti. Tugay Komutanı rütbesi üzerindeki kadrolarda görevli 706 subaydan sadece 303’üne dokunulmayacaktı. (Beevor)
Kızıl Ordu, İç Savaş (1918-1923) döneminde ülkenin göz bebeği haline gelmişti. Ülkenin yüzde 80’i emperyalistlerin işgali altına düşmüşken savaşı kazanan bir ordudan söz ediyoruz. İşçiler sovyetleri, köylüler yeni kazandıkları toprakları, ülke bağımsızlığını yitirmekten kurtulmuştu Kızıl Ordu (ve Kızıl Donanma, Kızıl Hava Kuvveti) sayesinde. Aradan sadece 14 yıl geçtikten sonra (iyi algılanması için benzetme yapalım: 2010 Anayasa Referandumu ile günümüz arasındaki ya da Deniz Baykal’ın bir kaset dolayısıyla görevden ayrılmak zorunda kalmasıyla birlikte Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına geçmesiyle görevden ayrılması arasındaki süre kadar kısa bir dönemde) işçi sınıfı ve köylülüğün kahramanı Kızıl Ordu, Parti Merkez Komitesi’nce, aslında Stalin tarafından, düşman, casus, yıkıcı unsur vb. zararlı yaratıklarla dolu bir suç şebekesi olarak ilan ediliyordu!
İdam edilenler arasında, Başkomutan Trotskiy’in yakın silah arkadaşları, yani İç Savaş’ın kahramanları olduğuna göre her şey anlaşılır oluyordu. Stalin siyasi alanda olduğu gibi askerî alanda da “dünya devrimi” hayaline kapılma tehlikesi olan (!) Bolşevikleri temizliyordu. Bunlar arasında “Kızıl Napolyon” olarak ün salan Mareşal Mihail Nikolayeviç Tuhaçevski de vardı. Tuhaçevski’nin komutasındaki Kızıl Ordu’nın 1920’de Varşova yakınında uğradığı yenilgi vesilesiyle Stalin’le Tuhaçevski sert biçimde karşı karşıya gelmişlerdi. “Kızıl Napolyon” lakabı onu yücelttiği için Stalin küçümseyici bir tavırla onu “Napoleonçik” (Küçük Napolyon) olarak anardı. 1930’lu yıllarda Tuhaçevski Savunma Bakanı Birinci Yardımcısı iken Stalin’in adamı Voroşilov Komiser (bakan karşılığı) koltuğunda oturuyordu. Voroşilov’un, yardımcısının idama kadar uzanabilecek kırım planının hedefi haline gelmesinde önemli rolü olduğu yaygın bir kanıdır. Tuhaçevkski Kızıl Ordu’nun teknolojik modernizasyonu, hava kuvvetinin geliştirilmesi, birlikler arası iletişimin modern yöntemlere dayandırılması gibi konular üzerinde dikkatle durmanın ötesinde “derin harekât” (“deep operation”) olarak bilinen askerî doktrinin de mucidi olarak görülür. Bu doktrin bazen de “hareket harbi ve harekât sanatı” (“mobile war and operational art”) ya da “zırhlı blitzkrieg” (“armoured blitzkrieg”) olarak da bilinmektedir. Burada, düşman hatlarının arkasında derin mesafede farklı türden askerî araç ve vurucu güçle düşmanı vurmak ve dağıtmak esastır.
Başkalarının başına bilim, felsefe ve teori alanında geldiği gibi, askerî doktrin alanında da Tuhaçevski’nin doktrini idamıyla birlikte bir güneş tutulması yaşamıştır. Ama Jukov 1939 sonbaharında 2DS’nın başlama aşamasında bu doktrini Japonya ile Doğu Asya’da verilen Halkin Gol savaşında büyük başarıyla kullandığı zaman büyük bir zafer ve ona bağlı olarak da kendisini daha sonra Başkomutan Yardımcılığı’na yükseltecek bir şan elde etmiştir. Bu doktrin Tuhaçevski şeytanlaştırıldığı için deyim yerindeyse yer altına itilmişken, Stalingrad muharebesinin kazanılmasında çok büyük bir rol oynayan Uranus Harekâtında karşı saldırı başlatmak amacıyla komutanlar Jukov ve Vassilevski tarafından büyük bir ustalıkla kullanılmış ve savaş tarihine altın harflerle yazılmıştır. (Beevor)
İşte Jukov, Vassilevski, geçmişte aforoz adilmiş olmasına rağmen Nazi işgalinde kapatıldığı delikten çıkarılarak kahramanlaşan Rokossovski, Rodyon Malinovski gibi Nazizmle savaşı kazanmak için içtenlikle kendini öne atan, risk alan, Kızıl Ordu’nun tarihî geleneklerine sarılan böyle komutanlar sayesindedir ki, başlangıçta dökülen Kızıl Ordu zamanla toparlanmıştır. Jukov’ın komutasında Stalingrad muharebesi kazanıldıktan sonra savaşın kaderi değişecek, bu aşamadan sonra Kızıl Ordu Nazi saldırganlarını önüne katarak Berlin’e kadar gidecek ve 8-9 Mayıs’ta imzalanan Koşulsuz Teslim Anlaşması’yla Nazizme tarih önünde diz çöktürecektir.
Bu konuyu bitirmeden önce, Jukov’un otobiyografisinde 1937 kırımını nasıl ele aldığına kısaca değinelim. Jukov konuya şöyle giriyor:
Askerî bölgelerin ve donanmaların çoğunluğunun komutanları, askerî konseylerin üyeleri, kolordu komutanları, birliklerin ve ünitelerin komutan ve komiserleri tutuklanıyordu. Devlet güvenlik örgütlerinin namuslu çalışanları arasından da tutuklananlar oluyordu. Ülkede korkunç bir atmosfer vardı. Kimse kimseye güvenmiyordu, insanlar birbirlerinden korkuyor, sohbetten kaçınıyor, üçüncü kişiler önünde konuşmak istemiyorlardı. Görülmemiş bir iftira salgını başlamıştı. Namuslu insanlar bazen en yakın dostlarının iftirasına uğruyordu. Çünkü herkes sadakatsizlik gösterdikleri kuşkusuyla karşılaşmaktan korkuyordu.
Jukov 1937 kırımını sayfalarca anlatıyor. Kendisinin dosyasının da hazırlanmakta olduğunu, onu kurtaran dönüm noktasının komutan olarak Halkin Gol’e gönderilmesi olduğunu söylüyor. Anılarını Stalin’in ölümü sonrasında yaşanan ve “destalinizasyon” olarak anılan buzların çözülmesi döneminde yayınlamakta olduğu halde sansürcüler bütün bunları kitaptan çıkarmıştır. İki-üç cümle kalır geriye. “Silahlı kuvvetlerde sosyalist legaliteyi çiğneyen temelsiz tutuklamalar” hakkında bir cümle. Bir de şu cümle: “Önde gelen komutanlar tutuklandı. Bu da doğal olarak silahlı kuvvetlerimizin gelişmesini ve harekâta hazır olma düzeyini etkiledi.” Başkomutan Yardımcısı kahramandan daha iyi tanık mı bulacaksınız. Peki sansür edilen pasajları nasıl öğreniyoruz? Jukov’un en küçük kızı Maria babasının vasiyetini (Jukov 1974’te ölecektir) yerine getirerek elyazmasını saklamıştır ve yayınlanmayan bölümleri Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra 10. ve 11. basımlarda yayınlatmıştır. (Jukov)
Sovyetler Birliği savaşı kazanırken neyi kaybetti?
Okura bu bölümü okumadan önce yazının başında bulunan fotoğrafa yeniden bakmasını tavsiye ederiz. Şimdi konuşacağımız meselelerin anlaşılabilmesinin anahtarı biraz da orada yatıyor.
Stalin’in Sovyet ülkesini 2DS’nın tehdidinden kurtarmasının yöntemleri elbette sadece askerî değildi. Tam tersine. Stratejisi, toplumun en temel kuruluş ilkelerini sarsacak, sınıf ilişkilerini ta derinden etkileyecek, kültürel planda Ekim devriminin sınıf karakteri bakımından en büyük sarsıntılara yol açacak, ideolojik planda milliyetçiliğe ve dine alan açacak değişiklikler getirdi Stalin bu dönemde. Hızla sayalım.
Bir kere ordunun örgütlenmesi ve iç ilişkileri bakımından Ekim devriminin getirdiği fevkalâde rejimi çökertti. Kızıl Ordu’nun ilk kurulduğunda Çarlık Ordusu’nun komutanlarını işe koşması dolayısıyla her birliğe komutanın yanında bir de komiser ataması kuralı 1942’de kaldırılmıştır. Böylece ordunun sosyalist politikalara bağlı olmasının bir güvencesi kaldırılmış olmaktadır. Bundan çok daha önemlisi ordunun 1943 başında geleneksel sınıf toplumu ordularının kast sistemine geri dönmesidir. Lenin ile Trotskiy’in Kızıl Ordusunda ne askerin subaya selam borcu ne apolet ne de subayların ve astsubayların dinlenme ve eğlenme mekânları (Batı’da asker kulüpleri, bizde “orduevleri”) arasında ayrımcılık vardı. Apolet “muhteşem” bir geri dönüş yapmıştır! Artık sadece apolet takmak bir gereklilik olmakla kalmamış, bunların altın tabanla parlatılması ve püsküllerle süslenmesi de âdet haline gelmiştir.
Şimdi isterseniz Mareşal Yosif Visariyanoviç Stalin’in yukarıdaki fotoğrafına bir daha bakın. Bu fotoğrafa bakınıp sevinen, kıvanç duyan Stalinist, Stalin’in Lenin’in devamı olduğu hayalleri içinde yaşarken Lenin döneminde bunların hiçbirinin olmadığını, komutan ile eratın birbirinin yoldaşı olduğunu, Stalin döneminde Başkomutan süslü püsküllü dolaşırken Lenin’in başkomutanı Trotskiy’in son derecede sade, apoletsiz bir üniforma giymiş olduğunu fark bile etmiyor. Stalinistin sınıf bilinci daha ötesini fark etmesine izin vermiyor çünkü o bir kast karakterinde olan bürokrasinin taraftarıdır. Bilinci Lenin ile Stalin’in dünya görüşleri arasındaki farkı fark etmeye yetse o zaman zaten Stalinist olmazdı,
Daha neler değişmiştir savaş içinde, daha neler. Uzun bir yazıyı daha ayrıntılara boğmamak için şunlara kısaca değinelim. Ortodoks Kilisesi yeniden canlandırılmış, ideolojik planda din propagandasının önü açılmıştır. Ekim devrimi döneminde yerden yere vurulan eski Rus “kahramanları”, 18. yüzyılda Osmanlı’nın korkusu rüyası olan “yenilmez komutan” Aleksandır Suvorov veya 19. yüzyılda Napolyon’a direnen Mihail Kutuzov yeniden kahraman payesine layık görülmüş, onların adlarına oluşturulan Suvorov Nişanı ve Kutuzov Nişanı Sovyet subaylarının göğsüne bir utanç nişanesi olarak takılmıştır. Çar’ın komutanları ile Sovyet’in komutanları faşizme karşı omuz omuza!
Buna bağlı olarak Rus milliyetçiliğine yeniden meşruiyet kazandırılmıştır. Stalin, Nazilerin milliyetçi olarak anılamayacağını, onlara emperyalist demek gerektiğini ileri sürmüştür. Böylece Lenin için Marksizmin bütünüyle dışında olan milliyetçiliğe saygınlık kazandırılmaya çalışılmaktadır elbette. Bu sayede, daha önce Sovyetler Birliği’nin marşı, Paris Komünü’nün mirası ve uluslararası proleter sosyalizminin vazgeçilmez marşı Enternasyonal iken, Stalin bunun yerine bir Rus marşını yerleştirmiştir. Bu marşın ilk mısraı Stalin’in Lenin’den aldığı intikamın amentüsüdür: “Büyük Rusya özgür cumhuriyetlerin bölünmez birliğini ebediyen kurmuştur…” Lenin’in Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni kabul ettirmek için hayatının son aşamasında verdiği büyük mücadelenin enternasyonalizm açısından anlamını Lenin. Dünya Devriminin Önderi kitabımızda uzun uzadıya anlattık. Görüldüğü gibi Stalin SSCB’nin küçük ve tâbi uluslar açısından yarattığı güvenceleri ortadan kaldıramıyor ama ideolojik düzeyde her Sovyet gencine, her millî maçta, her hafta okulda, askerlik yaparken ve başka yerlerde “Büyük Rusya”ya sadakat ve bağlılığı telkin ederek milliyetçiliği yüceltiyor. Ve dikkat “özgür cumhuriyetler” ama “bölünmez birlik”! Ne konuda özgür acaba bu cumhuriyetler?
Tabii, eğer “tek ülkede sosyalizm”inizin amacı “Büyük Rusya”nın bölünmez birliği ise, Enternasyonal’e de gerek kalmaz, Komünist Enternasyonal buna ayak bağı haline gelir. Lenin’in çeyrek yüzyıllık mücadele sonucunda kurduğu Enternasyonal’i Stalin savaşın orta yerinde bir kongre toplamaya bile gerek görmeden kendi kişisel iradesiyle feshetmiştir! Programı dünya sosyalist devrimi olan komünizme ve onun en gelişkin biçimi olan Leninizme ihanetin doruğudur bu. (Bütün bunları Marksistler kitabımızın Sosyalizmin Enternasyonalizmle Sınavı başlığını taşıyan ikinci cildinde ayrıntısıyla anlatıyoruz.)
Bu durumda demektir ki Stalin için Nazilere karşı savaş gerçekten “Büyük Yurtseverlik Savaşı”dır. Bu terim 19. yüzyıl başında Napolyon’un Rusya seferi esnasında kullanılan “Yurtsverlik Savaşı”ndan Nazi işgalinin ilk günlerinde türetilmiştir. Başına bir “Büyük” eklenerek. Burada savaşın sınıf temeli gözden kaybolmuştur. Oysa Lenin ve Trotskiy’in günlerinde Kızıl Ordu bir sınıf ordusu idi. Sınıf yöntemleriyle kuruldu, Kızıl Ordu yemini bir sınıf yemini idi, bu ordunun İç Savaş’ta amacı dünya devrimi yolunda yürüyen işçi devletini savunmaktı. Görüyoruz ki çeyrek yüzyıl sonra sınıf mücadelesi amacı bütünüyle gündemden çıkmıştır.
“Büyük Yurtseverlik Savaşı” esnasında Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuştur Sovyet işçi ve köylüsü. 1991 çöküşünün köklerini burada göremeyen mutlaka bir göz doktoruna görünmelidir.
Stalin’in sınırları
Kimileri Stalin’in tarihteki rolünü anlayarak eleştirmek yerine öfkelerine, önyargılarına, hatta bazı durumlarda ayrıcalıklı entelektüel konumlarının şımarıklığına yenilerek olmadık argümanlar geliştiriyorlar. Kimi Stalin’in yoksul bir ayakkabıcının oğlu olmasından dolayı, bir de bizdeki İmam Hatip Lisesi karşılığı bir dinî okulda okumuş olması da işin içine katılınca cehaletiyle uğraşıyor. Kimi onu kozmopolit bir kültürün ürünü olan Trotskiy’e ya da Bolşevik Partisi’nin teorisyeni olan Buharin’e karşıt olarak fazla Asyaî, despotik, kaba buluyor. Kimi bunların da etkisiyle teori alanında yetersiz olduğu için aptalmış gibi görüyor, alay etmeye çalışıyor falan.
Biz dünyaya üst sınıf önyargılarıyla değil, işçinin emekçinin bakış açısına sadık kalma çabasıyla bakarız. Bu bakış hasmımızın sadece zaaflarını görmekle sınırlı kalmamamızı, onun güçlü yanlarını da anlamamızı sağlar çoğunlukla. Başarı kazandığında neden başarılı olduğunu anlamaya çalışırız. Her şey sanki yıldızların doğru dizilmesine bağlıymış gibi, “olmuş işte, neden olduğu önemli değil” demeyiz ya da en azından dememeye çalışırız.
Stalin 1920’lu ve 1930’lu yıllarda yükselen bürokrasinin desteğiyle, olası bütün güçlü rakiplerini de kırıma uğratarak Sovyet devletinin doruğunda büyük bir kudrete kavuşmuş bir lider. Bunu ne kadar alçakça yöntemlerle olursa olsun yapabildiğine, Bolşevik önderlik kadar parlak, seçkin, yetenekli olmakla kalmayıp işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilenlerin nabzını da tutmayı bilen bir bütün kadroyu tasfiye edebildiğine göre bazı yetenekleri olmalıdır. Stalin-Trotskiy tartışması “kim daha parlak, kim daha zeki, kim daha bilgili?” tartışması değildir ve bu tutum reddedilmelidir, hatta bazı bakımlardan kınanmalıdır. Kınanmalıdır çünkü Batı merkezci ve sınıf önyargısı kokan birtakım değerlendirmeler söz konusudur. Trotskiy’in görülmemiş derinlikte bir teorisyen olarak Stalin’e göre üstünlük taşıması önemsiz bir nokta değildir. Ama politika teoriden ibaret değildir. Ayrıca Trotskiy sadece Stalin’den değil, Buharin’den, Preobrajenski’den ve diğerlerinden de daha iyi bir teorisyendir. Trotskiy, yirminci yüzyılın en iyi hatiplerinden biri olabilir, öyledir, Nâzım’ın deyişiyle “çan gibi sesiyle” konuşunca bütün kitle susup onu dinler. Stalin ise kısa cümleleriyle, durgun ve güvensiz bir konuşmacıdır. Ama politika iyi hatipliğe indirgenemez. Ve daha önemlisi bunu iki tarihî şahsiyetin eğitimine ya da ulusal kökenine bağlamak hem yanlıştır hem Marksiste yakışmaz.
Öyleyse hemen bu yazının konusuna bağlayalım bu konuyu. Stalin Marksizme ve devrime ihanet içinde olabilir. Ama Sovyetler Birliği’ni bir yırtıcı hayvan sürüsü gibi kuşatmış olan Nazilere karşı savunmakta olumlu bir rol oynamış olabilir. Var mıdır böyle bir rolü?
Biz ne harp sanatının uzmanıyız ne de Sovyet tarihini dikkatle incelemiş olmamıza rağmen o tarihin en ince noktalarına hâkim olduğumuzu söyleyebiliriz. Ama aralarında en ufak bir politik, teorik ya da kişisel bağ olmayan Isaac Deutscher ile Georgi Jukov’un yer yer ortaklaşan analizi bize makul geliyor. Geçici bir değerlendirme olarak bunu aktarmaya çalışacağız.
Birinci nokta şudur. Stalin, askerî konularda büyük yanlışlar yapmakla birlikte savaşta siyasi strateji bakımından önemli başarılar elde etmiştir. Bunu söylerken Nazi işgali öncesinde stratejik bir önem taşıyan değerlendirme hatasını unutmuyoruz. Söylediğimiz başka bir şey: Hitler’in iki cephede birden savaşmayı reddedeceği fikri, askerî bir konuda siyasi bir değerlendirmedir. Oysa biz savaş bir kez başladığında askerî harekâtın arka planı olarak önemli bir etki yapacak siyasi karar ve yönelişlerden söz ediyoruz. Ders kitaplarına siyasi değerlendirme hatasının devasa bir örneği olarak geçecek öngörüsüzlüğü, Stalin’in dünya durumunu anlamakta nasıl kör noktaları olabileceğini gösteriyor. Ama savaş başladığında askerî faaliyetin altının siyasi olarak nasıl doldurulması gerektiğine ilişkin kararlar stratejinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Stalin 1941-1942 felaketinin ışığında ülkenin batısının büyük tehlike altında olduğunu tespit ederek fabrikaları, sınai mal stoklarını, stoklanmış tarım ürünleri hasılasını vb. büyük bir zahmetle ülkenin doğusuna taşımakla çok önemli bir stratejik karar vermiş olmaktadır. Ayrıca, yine aynı mantıkla bakanlıkların ve hükümet dairelerinin Moskova’dan tahliye edilerek yine ülkenin daha doğu bir yerleşim yerine yerleştirilmesi de daha sonra Moskova’nın düşmenin eşiğine gelmesiyle birlikte isabetliliği kanıtlanmış bir seçiştir. Ama bu bağlamda en önemli siyasi stratejik karar, bütün devlet aygıtının tahliye edilmesine rağmen Stalin’in ve Savunma Bakanlığı ile Sovyet Silahlı Kuvvetler Üst Komuta Heyeti’nin Moskova’da kalma kararıdır. Dönem öyle bir dönemdir ki, partinin Merkez Komitesi toplantısı güvenlik sağlayabilmek için Moskova Metrosu Mayakovski İstasyonu’nda yani yer altında yapılmaktadır. Yani tehlike büyüktür. Burada çok ciddi bir psikolojik faktör devreye girmiştir. Devlet aygıtının adım adım Moskova’dan taşınması, kentin halkında Moskova’nın Hitler’in caniyane niyetlerine terk edilmekte olduğu izlenimini yaratmış ve şehirde bir asayiş çöküntüsü doğurmuştu. Büyük diktatörün, Stalin’in Moskova’da kalması hem yağma olaylarında bir gerileme ama daha önemlisi faşizm düşmanı halkta büyük bir moral canlanmanın nedeni olacaktır. Bütün Sovyet halkının gözünde ise Stalin’in ülkenin koruyucusu olarak büyük fedakârlıkla görevi başında kaldığı izlenimi itibarını yükseltmiş olmalıdır.
İkinci nokta, Deutscher’in dikkat çektiği bir başka meseledir. Stalin yalnızca stratejinin siyasi ve askerî yönleri bakımından tek yanlı bir yaklaşıma sahi olmakla kalmamaktadır. Ayrıca askerliğin planlama/kurmay faaliyet yönünde, harekâta ilişkin (operasyonel) kararlarda olduğundan daha yeteneklidir, daha isteklidir. Deutscher kaçınılmaz karşılaştırmayı yapar: İç Savaş’ta Başkomutan Trotskiy zırhlı treniyle devasa Sovyet coğrafyasını bir baştan diğerine kaç kez dolaşmış, taktik meselelerde durumun ne olduğun gözlemeye çalışmış, bazen düşman ateşi altında kalsa da birliklere cesaret ve azim aşılamıştır. Oysa Stalin bütün komutanlarla Kremlin’in teknik olanaklara donatılmış salonlarından görüşerek ve kimi zaman birinin fikrini diğerine danışarak akıl hocalığı amaçlı görüşmüştür.
Öyle görünüyor ki, Stalin’in SSCB’nin ayakta kalmasına katkısı bu noktadan sonra buharlaşıyor. Stalin operasyonel kararların tartışılmasında asla taraftarlarının sunmak istediği gibi büyük askerî deha kimliğine bürünmemiştir. Jukov, Stalin’in “operasyonel açıdan [kendi] zaaflarını bildiği” kanısını rahat biçimde ileri sürer. Kendisine Başkomutan Yardımcılığı önerildiğinde Jukov “yapmayalım, anlaşamayız” deyince Stalin “kişiliklerimizi aşalım” diyerek geri adım atabileceğini söylemiş oluyor. Jukov şu ağır yargıyı dile getiriyor.: “Savaşın sonuna doğru kavrayışı çok kötü değildi.” Yıllarca savaş “yönetmiş” bir başkomutanın (Stalin) kavrayışı için söylenebilen en iyi şey “fena değil”.
Deutscher, Stalin’in en azından operasyonel düzeyde değişik komutanlara danışarak hangi alternatif çoğunluğun onayını alıyorsa onu benimsediğini, yani bir bakıma komutanlar nezdinde kamuoyu yoklaması yaparak hata yapmadan sanki kendi kararını vermiş gibi davrandığını ifade ediyor, hatta örnekler veriyor.
Stalin’in bir de başka bir büyük günahı var. Biraz başarı kazanan komutanı kıskanıyor. Barış dönemi geldiğinde kendisine rakip olabileceğinden korkuyor. Ve dolayısıyla en başarılı, en iyi elemanlarının önünde engeller yükseltiyor. Jukov, aynen Napolyon döneminde tahtta oturan I. Aleksandır gibi Stalin’in de komutanlarının başarısında “rol çalmaya çalıştığını” belirtiyor. Stalin’in ezeli ve ebedi sorunu, diktatörlüğü zayıflayacak, sarsılacak, belki de devrilecek diye insanları birbirine karşı oynaması, başarılı olanları ise ıskartaya çıkarmaya girişmesi. Jukov birçok örnek veriyor bunlara. Savaştan sonra Jukov’un kendisiyle birlikte Rodyon Malinovski, hatta Jukov’un hep kendine karşı kıskançlık yaptığını iddia ettiği İvan Konev de Stalin tarafından iktidar çekirdeğinden uzaklaştırılıyor.
Stalin’in çok daha erken bir aşamada Tuhaçevski’ye karşı koltuğunun altına aldığı Voroşilov ve Budyonni gibi generaller (Trotskiy bunlara “çavuş” unvanını layık görüyor) savaşın ilk aşamasında öylesine berbat bir performans sergiliyor ki Stalin kendisi bile bunları uzaklaştırıp, Jukov Vassilevski, Rokossovski gibi yetenekli generalleri terfi ettiriyor.
Kahraman kim?
Bu yazının başlığı “‘Büyük Yurtseverlik Savaşı’nın Kahramanı Kim?” Fotoğraf ise Stalin’i işaret ediyor. Bazı okurlar yazıya ilk rastladıklarında Sungur Savran (rivayet ve iftira o ya!) Kemalizmden Stalinizme terfi etmiş diyebilirler!
Şimdi uzun bir incelemeden sonra kahramanın Stalin olmadığını anlamış bulunuyoruz. Peki kimdir bu kahraman?
Kısa birkaç alıntıyla başkalarının tanıklığına bırakalım işi.
22 Haziran 1941 günü, Stalin suskunluğa gömülmüşken Dışişleri Bakanı Molotov Sovyet Halkına hitap ediyor ve durumu anlatıyor. Konuşmadan sonra SSCB’den manzaralar:
Bir kız öğrenci “sanki gökten bir bomba düşmüştü, öyle bir şok etkisi yarattı konuşma” diye hatırlıyor. Hemen gidip gönüllü hemşire olarak yazılıyor. Arkadaşları, özellikle Komsomol (Komünist Gençlik Örgütü) üyeleri, savaş masrafları için para toplamaya başlıyor. Yedekler seferberliği beklemeden hemen askerlik şubesine gidiyor. Molotov’un konuşması üzerinden yarım saat geçmeden yedeklerden Viktor Gonçarov evinden çıkıp merkeze doğru harekete geçiyor. Yanında yaşlı babası da var. Kendisini geçirmeye geldiğini düşünüyor babasının. Stalingrad’ın tramvay deposunda çalışan eşi vedalaşma için eve zamanında yetişemiyor. “Dört savaşta dövüşmüş olan” 81 yaşındaki Kossak baba meğer kendisiyle birlikte gönüllü olarak askere yazılmak için geliyormuş. Askerlik dairesindekiler bu talebini reddedince ihtiyar küplere binmiş. (Beevor)
Eratın durumu şöyle anlatılıyor:
Alman komutanlarının yaptığı en büyük hata “İvan”ı, yani sıradan Kızıl Ordu askerini küçümsemiş olmalarıydı. Hızla keşfettiler ki, Sovyet askerleri kuşatılsalar da sayı olarak çok zayıf konumda olsalar da batının ordularındaki erlerin teslim olacağı durumlarda savaşmaya devam ediyorlardı. Barbarossa’nın [Alman Genelkurmayı’nın harekâta verdiği ad] daha ilk gününden itibaren olağanüstü cesaret ve fedakârlık içeren sayısız vak’a yaşandı… (Beevor)
Moskova kuşatmasından bir anın fotoğrafı. Alman Genelkurmay Başkan Yardımcısı General Blumentritt’in tanıklığı: “258. Piyade tümenimizden bazı birlikler Moskova’nın dış mahallelerine girmiş bulunuyor. Ama Rus işçileri fabrikalarından fırladılar, şehri savunmak için çekiçleriyle ve diğer iş aletleriyle savaşmaya başladılar.” (Deutscher)
Bir de buna bakın: “Çuikov’un 62. ordusuna Stalingrad fabrikalarının işçileri de katıldı. Bunların arasında 22 yıl önce [İç Savaş esnasında] Stalin ve Voroşilov’un komutasında çarpışmış gaziler de vardı.” (Deutscher)
Neden? Bu halk neden savaş, açlık, kıtlık, baskı yaşamışken savaşa böylesine fedakârca sarılıyor? Onun cevabını da yeniden Beevor’dan dinleyelim. Muhafız Alayları ayrıcalıklı ve şatafata önem veren alaylardır, unutmayın.
Bir Muhafız alayında görev yapan bir asker, apoletlere ilişkin haberi tren istasyonunda ayakkabı boyacılığı yapan bir adamdan duyuyor: “Şu apoletler meselesi vardı ya, tekrar başlatıyorlarmış.” Adam o kadar kızgınmış ki inanamamış gibi konuşuyormuş. “Tıpkı Beyazların ordusu gibi” diye eklemiş. Asker trene dönüp de hikâyeyi arkadaşlarına anlatınca onlar da şaşkınlığa düşmüşler. Sordukları soru şu olmuş: “Kızıl Ordu’da neden yapılır bu?”
İşçinin ya da köylünün ya da bir yalnız emekçinin, ayakkabı boyacısının, böyle sorular sorduğu bir topluma, bir ülkeye, emekçi halk, o anda neler yaşanıyorsa yaşansın savaşta sahip çıkar. İşçi emekçi köylü ülkeye sahip çıktı mı başka herkesten farklı savaşır. Çünkü sadece vatanını değil işini aşını ekmeğini çoluğunu çocuğunu savunuyor demektir.
[1] Bu yazıda bilgiler için kaynak göstermek için dipnot yöntemini kullanmayacağız. Bir sitede yayınlanan bir yazıda dipnot kullanılması yazıyı gereksiz yer ağırlaştırır. Yazıyı hazırlarken hangi kaynaklardan yararlandığımızı aşağıya yazacağız. Sonra yazı içinde sadece yazar adını parantez içinde vererek kaynak göstereceğiz. Sayfa numarası vermeyeceğiz. Metinde bu dipnotunun olduğu yerde parantez içinde yazılı isim, tam da bu bilginin alındığı kitabı gösteriyor. Antony Beevor, Stalingrad, Londra: 1999, Penguin Books; Isaac Deutscher, Stalin. A Political Biography, New York: 1959, Vintage Books; Georgy Zhukov, Marshal of Victory. The Autobiography of General Georgy Zhukov, Geoffrey Roberts (ed.), Barnsley: 2013, Pen & Sword Military; Leopold Trepper, The Great Game. Memoirs of a Master Spy, Londra: 1977, McGraw Hill. Diğer kaynaklara yazının içinde atıf yapılmıştır.