23 Nisan ve 24 Nisan
24 Nisan, 1915 yılında 200’den fazla Ermeni aydınının, gazetecisinin, politikacısının, din adamının Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da polis tarafından göz altına alındığı günün yıldönümüdür. Bu insanlar ülkenin çeşitli yörelerine sürülmüştür, birçoğu için bu sürgün ölümle sonuçlanmıştır. 24 Nisan, tarihte 1915-1916 yıllarının Ermeni tehcir (göç ettirme) ve soykırımının başlangıcı olarak kabul edilir. Bu yıl, bu olayın 105. yıldönümünü yaşıyoruz.
Bu yıl aynı zamanda Türkiye Komünist Fırkası’nın (TKF) kuruluşunun 100. yıldönümü. Devrimci İşçi Partisi 2020’yi TKF yılı ilân etti, hakkında çeşitli yazılar yayınlıyor, programını, stratejisini, siyasi görüşlerini, örgütlenme anlayışını Türkiye işçi sınıfına, aydınlarına ve gençlerine tanıtmaya çalışıyor. Bugün sözde TKF’ye sahip çıkan sol grupların çoğunun aslında TKF’nin siyasi ve örgütsel mirasını çoktan terk etmiş olduğu da bu vesileyle ortaya çıkıyor.
Sol, uzun zamandır ikiye bölünmüş durumda. Bir kanat, İttihat Terakki’den başlayıp Kemalizmden geçerek Türkiye’nin modern milliyetçi burjuvazisi geçmişte ne yaptıysa onu sol bir sosa batırarak göklere çıkarıyor. Dün 23 Nisan’dı, burjuva cumhuriyetini, hatta Mustafa Kemal’i göklere çıkarttılar, bugün susarlar.
Öteki kanat, Marksizmden gelen ama bugün tarihi, sınıflar mücadelesi olarak değil uluslar mücadelesi olarak okuyanlardan oluşuyor, ister liberal veya postmodern olsunlar, ister kendilerine hâlâ Marksist desinler. Onlar daha dünden başladılar: 23 Nisan önemli değil, 24 Nisan önemli dediler. Son dönemde, Milli Mücadele ve cumhuriyetin kuruluşuna giden sürece ilişkin birçok önemli olayın 100. yılı yaşandı. Bütün bu önemli yıldönümlerinin karşısına Osmanlı’da gayrimüslimlere yapılan mezalimden örneklerle karşı çıktılar, o yıldönümüne yakın tarihler seçerek. Bu sefer de 23 Nisan’ın karşısına 24 Nisan’ı çıkarttılar.
İlk kanadın önemli çoğunluğu TKF’ye sahip çıkar ama onun milliyetler politikasının yakınından bile geçmez. Onun Ermeni sorunu konusundaki açıklamalarına rastlarsa, kaldırım değiştirir. İkinci kanat ise TKF’yi beğenmez, ona “İttihatçı kalıntısı” muamelesi yapar.
TKF, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunu bir devrimin yükselişinin işareti saymış, bu meclisin padişahın ve hükümetinin iktidarı karşısında bir ikili iktidar karakteri taşıdığını kavramış, bu yüzden Anadolu’da verilen mücadeleye boylu boyunca girme ve katkıda bulunma kararını almıştır. Biz 23 Nisan’ın devrimci bir uğrak olduğunu işçi sınıfımıza anlatma çabasına girerken TKF’nin yolunda yürüyoruz.
Ama TKF aynı zamanda 1915-1916 yıllarında İttihat ve Terakki’nin Alman emperyalizmiyle el ele düzenlediği Ermeni katliamı konusunda da susmamış, milliyetler meselesini programında bunu göz önüne alarak ele almıştır. Biz de susmadık, susmuyoruz, susmayacağız. Anadolu, Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu’da halkların kardeşliği ancak inkârcılıkla mücadele edilerek kazanılabilir.
Aşağıda, 24 Nisan’ın 105., TKF’nin kuruluşunun 100. yıldönümü vesilesiyle TKF’nin Kuruluş Kongresi’nin (10-16 Eylül 1920) üçüncü gününün ilk oturumunda delegelerden Nazmi Yoldaş’ın “milliyetler sorunu” üzerine verdiği raporun bazı bölümlerini tutanaktan aktarıyoruz. Bugün artık Türkçede kullanılmayan veya pek az kullanılan sözcüklerin anlamını köşeli parantez içinde veriyoruz.
“Milliyetler Hakkında
Lâhiyacı [raporu sunan] Nazmi Yoldaş, okuduğu Lâhiyada [raporda] âtideki [aşağıdaki] tezleri müdafaa ediyordu:
Şarkta uzun bir zamandan beri fukara halkın kanını akıtmağa sebep olan millet meseleleri hep cihangir [emperyalist] ve kapitalist devletlerin müstemelekât [sömürge] politikasına raptedilmek iktiza eder [bağlanmak gerekir]. Ermeni meselesi birinci defa olarak Berlin Muahedesine [Berlin, Antlaşması’na, 1878] konan bir madde ile meydana çıkmıştır. İngiltere Rusya Çarizmine karşı Hindistan yolu üzerinde kuvvetli bir Ermenistan teşekkülünü [oluşumunu] istiyor. Taşnak Fırkası Londra’da kuruluyor.
Çar hükûmeti ise, bütün kuvvetiyle Ermenistan hükümetinin teşekkülüne mâni oluyordu. Ermeni patrikhanesi bir ihtilâl ocağı halini almıştı. Dökülen kanlara, İngiltere sermayedarlarının istifadesini teminden başka maksat gözetmeyen İngiliz siyaseti sebeptir. Türklere gelince: Türk hükûmetini idare eden ekâbir ve mütegallibe [üst sınıf ve derebeyleri] ile Türk fakir ve rençber [köylü] halkını birbirine karıştırmamalıdır. Ekâbir şüphesiz, İslâmiyet ve millet perdesi altında menafi-i şahsiyelerini müdafaa [kişisel çıkarlarını savunma] için meş’um [uğursuz] roller oynadılar. Türk ve Ermeni halk arasına husumet sokmaktan ihtiraz etmediler [kaçınmadılar]. Cereyan-ı tarihînin [Tarihin akışının] beraber yaşattığı bu iki milleti birbirine düşman ettiler. Her yerde ve her zaman ölen, ezilen, hak-ı hayattan mahrum [yaşama hakkından yoksun], biçare, fakir halktı! Avrupa emperyalizminin bir neticesi olan Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] esnasında zavallı fakir Ermeni köylüsü yine İngiliz tesvilâtına [yalan dolanına], Taşnakların, papazların teşvikatına âlet oldu. Van ve Bitlis taraflarında Müslüman fakir halkı kesmeye, evlerini yakmaya, mallarını yağmaya başladı…. Buna karşı İttihat ve Terakki hükûmeti bîaman [amansız] davrandı, Ermeniler tehcir edildiler; malları alındı ve gizli emirlerle büyük bir kısmı öldürüldü.
Taşnaklar ve Ermeni papazları millet ve mezhep davasıyla İngiliz siyasetine, İttihat ve Terakki ile Türk devletçileri de yine milliyet ve mezhep bayrağı altında Alman siyasetine hizmet etmişlerdir. Neticede milyonlarla Türk ve Ermeni fukarası imha edildi. (…)
Nazmi Yoldaş, Kürt, Arap ve sair anasırın [unsurların] emperyalizm siyasetine kurban olduğunu ve yerli mütegallip [derebeyi] şıhlar ve reisler elinde mazlum ve mağdur yaşadığını tasvir ettikten sonra, diyor ki: ‘İşte arkadaşlar, âlem-i siyasette [politika dünyasında] meşhur Şark Meselesi budur. Yoksa emperyalistlerin parasiyle çıkan kitaplarda denildiği gibi, sırf muhtelif din ve milliyet mensupları arasındaki menaferetten mütevellit [karşılıklı nefretten doğan] bir mesele değildir. Bu münafereti icat ve terviç eden [icat eden ve büyüten] kendileridir. Bu münaferet zavallı fakir halkı istismar [sömürmek] için kurulmuş bir tuzaktır.’
(…) Nazmi Yoldaş Şark Meselesini burjvazinin halledemeyeceğini ve halletmek istemediğini ve ancak Şarkı parçalayarak fakir halkı kendisine esir etmekten başka bir maksat takip etmediğini beyan ettikten sonra şu sözler ile nutkuna nihayet vermiştir:
‘Bunun ancak bir suret-i hâlli [çözüm yolu] vardır. Bu meseleyi meydana çıkaran burjuvazinin yıkılması, sınıfî ve siyasî tahakkümün mahvı [yok olması] ve Türkiye’de içtimâi inkilâbın inkişafı [toplumsal devrimin gelişmesi] ve şûrâ hükûmetinin [sovyet hükümetinin] kurulması! Yaşasın müstakil [bağımsız] Türkiye Sosyalist Şûrâlar Hükûmeti!’ (Alkışlar.)”
Nazmi Yoldaş’ın yalnızca Ermeni sorunu üzerinde durduğu, çok daha vurgulu çalışmaları vardır. Örneğin bunlardan biri Mustafa Suphi ve arkadaşlarının 1918’den itibaren yayınladıkları Yeni Dünya gazetesinin 7 Eylül 1918 tarihli 8. sayısında yer alan “Türkiye’de Ermeni Faciaları” başlıklı yazısıdır. Bu yazıya, “facia” kelimesinin olan biteni açıklamakta yetersiz kaldığını, “insan zekâsının daha büyük, daha kapsamlı, daha anlamlı bir sözcük icat etmesi gerektiğini” söyleyerek başlamaktadır. Yani bir bakıma daha insanlığın sözlüğüne girmemiş olan “soykırım” sözcüğünü aramaktadır. Bu yazıyı burada yayınlamıyorsak bunun nedeni genç kuşakların anlayamayacağı kadar ağır bir dille yazılmış olmasıdır. (Yukarıdaki kısacık alıntı bugünün Türkçesine çevrrilmiştir.) Yazının ana fikrini tek bir cümle aktararak özetleyelim:
“…Türkiye’de emperyalist hükûmet [yani İttihat ve Terakki hükümeti] bir milleti, Ermeni milletini, asırlardan beri yaşayan (…) bir milleti, kadın, çoluk çocuk demeyerek cümlesini [tümünü] idama mahkûm etmiştir.”
İşte TKF ulusal soruna böyle yaklaşan bir partiydi. Bizim mirasımız böyle bir mirastır.
TKF’nin Kuruluş Kongresi’nin ulusal sorunları tartışan ve bir raporunu yukarıda aktardığımız oturumu, Mustafa Suphi’nin bir konuşmasıyla kapanmıştır. O konuşmanın sonundan birkaç cümle aktararak bitiriyoruz:
“Türkiye’deki fakir halkı [ameleyi] kurtaracak Türkiye sosyalist federalist cumhuriyetidir. (Şiddetli alkışlar.) Zalim paşaların (padişahların memleketimizde vücuda getirdikleri kıtallerin [katliamların]) bizim memlekette açtığı çukurlarla dolan Ermeni, Kürt, Arap, Türk kanları hâlâ kurumamış duruyor. İşte bunlara nihayet vermek için (bu yaraları unutturacak, insanları ebedi saadete kavuşturacak) kızıl bayrağı Anadolu’nun göğsüne dikmekle kabil olacağı kanaatindeyim. İşte bununla sözüme nihayet veriyorum. Yaşasın bütün dünya masum ve fakir halk azatlığı. (Yaşasın şûrâlar cumhuriyeti, yaşasın bütün cihan proletaryasının diktatorası.) (Şiddetli alkışlar).”
Not: Bu yazıda yapılan alıntılar için iki kaynak kullanılmıştır. İlki Tüstav vakfı tarafından yapılmış kapsamlı çalışmaların ürünlerinden biridir: Emel Seyhan Atasoy/Meral Bayülgen (der.), Türkiye Komünist Fırkası Birinci Kongresi (10-16 Eylül 1920), 2. Baskı, İstanbul: Sosyal Tarih Yayınları, 2018. Diğeri ise tarihçi Mete Tunçay’ın araştırmalarının ürünlerinden biridir: Mete Tunçay (der.), Mustafa Suphi’nin Yeni Dünya’sı, BDS Yayınları, şehir ve tarih yok.