16 Mart 1920: Zilletin tarihi

16 Mart 2020, İstanbul’un İngiliz emperyalizmi tarafından resmen işgalinin 100. yıldönümü. Hatırlatmaya gerek var mı? İstanbul denen şehir, o dönemde Osmanlı devletinin “payitahtı”, yani başkentiydi. Bir başka deyişle, 16 Mart 1920, padişah Vahdettin’in yönettiği ülkenin devlet mekanizmasının doruğunun bulunduğu şehrin işgal edildiği gündü.

Üstelik, başkent işgal edildiğinde, Osmanlı ülkesinin birçok bölgesi zaten işgal altındaydı. İzmir ve Ege bölgesinin bir bölümü 1919 Mayıs’ından itibaren, İngiliz emperyalizminin vekil gücü olarak Yunan ordusunun işgali altına girmişti. Trakya’da yine Yunanistan hâkimdi. Antalya’dan Konya’ya ve Muğla’ya kadar İtalyan işgali vardı. Kilikya (Çukurova, Antep, Urfa, Maraş) Fransız emperyalistlerinin saldırısı altındaydı. Karadeniz’de ise İngiltere Pontus devletini canlandırma politikasıyla Yunan devletinin ağzına bir parmak bal çalıyordu.

Bu genel tablo karşısında ne yapmıştır Vahdettin İstanbul işgal edildiğinde? Tarihe not düşmek için bile olsa parmağını kıpırdatmamıştır. Meclis-i Mebusan adıyla anılan parlamento, başka hiçbir şey yapmamıştır ama hiç olmazsa dünya demokratik kamuoyunun duymasını sağlamak için, yarım yamalak da olsa, son derecede ürkek de olsa parlamentonun özgürlüğünden ve milletvekillerinin dokunulmazlığından söz eden bir bildiriyi oybirliğiyle kabul etmiştir. Padişah ise kendisini ziyaret eden meclis heyetine işgalcilerin kudretini hatırlatarak meclisin dilini tutmasını tavsiye etmiştir!

Bununla da kalmamıştır. Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) ertesinde Aralık ayında feshettiği meclisin 12 Ocak 1920’de tekrar açılmasına izin verdikten sonra, 16 Mart işgalinin hemen ertesinde, ülkeyi İngilizlerin uşağı olarak yöneten Damat Ferit’i 5 Nisan’da yeniden hükümet kurmakla görevlendirmiştir. Bunun mantıksal uzantısı, içinde Milli Mücadele taraftarları olduğu için İngiliz emperyalizmine Damat Ferit ölçüsünde biat etmeyen meclisi kapatmak olurdu. Nitekim Vahdettin 11 Nisan’da onu da yaptı: Meclisi bir kez daha feshetti.

Onunla da yetinmedi. Tam bu dönemde Anadolu hareketine, Kuva-yı Milliye’ye ve bütün emperyalizm muhaliflerine cepheden taarruz etmeye ve karşı devrimci güçleri örgütlemeye koyuldu. Anzavur ve onun Cemiyet-i Ahmediyesi, Abaza isyanı, Düzce olayları, Konya, Kuva-yı İnzibatiye, Teâlî-i İslam Cemiyeti, Hilafet Ordusu, bütün bunlar tam da bu dönemde örgütlenmiştir, harekete geçirilmiştir.

Bunlar da yetmemiştir. Şeyhülislama Fetva-i Şerife’sini tam da meclisi feshettiği gün (11 Nisan’da) çıkarttırmış, Anadolu hareketine katılanların katlinin vacip olduğunu duyurtmuştur. Tabii Damat Ferit de bunu bir hükümet bildirisi ile yeniden yayma fırsatını kaçırmamıştır.

Böylece, Osmanlı devleti, bir bütün olarak İngiliz emperyalizminin, daha genel olarak İtilaf devletlerinin ve İngiliz muhiplerinin sultasına girmiş oluyordu. Tam bir teslimiyet!

İşte budur zilletin tarihi! Bugün Abdülhamid hayranlarının, yeni Osmanlıcıların, “reklam arası bitti”cilerin yücelttiği Osmanlı devletinin, “Devleti Âliyye”nin bu ülkeyi ve toplumu getirdiği yer budur. Osmanlı’yı savunan, Osmanlı’nın son padişahının bu alçaklığını açıklamak zorundadır!

Bu zilletin derecesini anlamak için bir an bugüne ilişkin bir olasılığı düşünmeniz yeterlidir. İngiltere o dönemin Amerikası’dır. Amerikan emperyalizminin gücü ve kudreti bugün neyse, İngiltere’ninki de o gün oydu. Şimdi kafanızda canlandırın: Diyelim bir gün Amerika Ankara’yı işgal etmiş. Diyelim devleti yöneten güç, hangi partiden olurlarsa olsunlar, ülkenin çıkarlarının ancak işgalcilerle iyi geçinerek korunabileceğini savunuyor. İşgale karşı örgütlenen ve mücadeleye girişenleri ise “terör örgütü” ilan ederek idam cezasıyla cezalandırılacakları tehdidini savuruyor. Yani açık açık emperyalizmin uşaklığını yapıyor. Bu nasıl bir zillet olursa, 100 yıl önce Vahdettin’in ve Damat Ferit’in uyguladığı politika da o kadar zillettir işte.

Türkiye işçi sınıfının ilk devrimci partisi Türkiye Komünist Fırkası’nın ve onun önderi Mustafa Suphi’nin büyük erdemi, bu durum karşısında komünistlerin de mücadeleye atılmasının gerekli olduğu konusunda hiçbir an tereddüt etmemiş olmalarıdır. Bu tutumu anlamayan, Anadolu’da örgütlenen direnişi küçümseyen, emperyalizme karşı örgütlenme ve mücadeleyi görev olarak görmeyen bizden değildir.

Neden işgal?

Aslında İstanbul zaten işgal altındaydı. İtilaf devletleri 13 Kasım 1918’de, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının üzerinden iki hafta bile geçmeden İstanbul’u işgal etmişlerdi. Bunun adı işgal olarak konulmamıştı ama emperyalist devletlerin askerleri sokaklarda cirit atıyor, subayları akşamları Pera (bugünkü Beyoğlu) bölgesinin lüks otel ve restoranlarını dolduruyor, istihbarat servisleri başkente yerleşiyor, Osmanlı devletinin faaliyetleri tamamen işgal güçlerinin iznine tâbi hale geliyordu. Unutulmasın, Mustafa Kemal’in Samsun’a yollanması bile İngiliz devletinin talebi üzerine başlayan bir süreç içinde gelişmiştir. İngilizler gönderin demişler, Mustafa Kemal gönderilmiştir. İngilizler durumdan kuşkulanıp geri çağrılmasını istemişler, devlet Mustafa Kemal’i geri çağırmıştır. Osmanlı devleti artık bir kukla statüsüne yaklaşmıştır.

O zaman bir soru doğuyor. Madem İstanbul işgal altında idi, neden yeniden işgal edildi? Burjuva tarihçilerinin bu soruya cevap vermek bir yana, soruyu sorduğunu bile göremiyoruz. Bizim bu soruya cevabımız şudur: İngiliz emperyalizmi, İstanbul’un bu kez resmen işgalini, Saray’ın karşısında doğmakta olan bir ikili iktidar odağını ezmek için önce İstanbul’un iplerini yeniden ele geçirmek üzere bir atak olarak planlamıştır. Bu ikinci iktidar odağının cisimleştiği kurumlar 1918 Kasımından resmi işgalin gerçekleştiği 1920 Martı’na kadar zaman içinde değişmiştir. Ama bunların hepsi, bir önceki aşamanın bir sonrakini kendi içinden çıkarması yoluyla gelişen bir diyalektik içinde olmuştur: Önce Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak cemiyetleri ve onların kongreleri, sonra her yörede farklı tempolarda gelişen Kuva-yı Milliye, ardından Müdafaa-i Hukuk hareketinin Sivas Kongresi ile birlikte merkezileşmesi, nihayet Heyet-i Temsiliye adına Ankara’nın yeni bir odak haline gelmesi, Ankara’daki alternatif iktidar odağının İstanbul’da Ocak 1920’de yeniden açılan meclisin içine parmağını sokması, bu mecliste Misak-ı Milli’nin 17 Şubat tarihinde oybirliğiyle kabul edilmiş olması, bütün bunlar İngiliz emperyalizminin Anadolu ve Rumeli üzerindeki planlarının önünde bir engel yükselmeye başladığını açıkça göstermektedir. Hele İstanbul Meclis-i Mebusanı’nın içinde Ankara hareketinin temsilcilerinin aktif müdahalesi, İstanbul’daki esas iktidar odağının, yani Saray’ın ve hükümetinin emperyalizmin planlarını uygulamak için uygun karakterini dahi ortadan kaldırabilirdi.

Öyleyse, emperyalizmin İstanbul’u işgali sadece bir gövde gösterisi değildi. İstanbul’u, Sarayı ve hükümetini yeniden İngiliz emperyalizminin sadık ve uysal hizmetkârı haline getirmeyi amaçlıyordu. İşgalcilerin 16 Mart’ta, işgalle aynı gün derhal Meclis-i Mebusan’a polis göndererek iki kişiyi tutuklaması bir rastlantı mıdır? O iki kişinin Ankara yanlısı milletvekillerini bir araya getiren ve Felâh-ı Vatan adını taşıyan meclis grubunun tartışmasız iki önderi (Rauf Bey ve Kara Vasıf) olması bir rastlantı mıdır? İşgal önce İstanbul meclisindeki milli mücadelecilerin önderlerini susturarak meclisin padişah karşısındaki ağırlığını ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Ardından o dönemde başta olan Salih Paşa hükümeti bu koşullara dayanamayıp çekilince, meclis de ürkek bir tutumla kendi faaliyetlerini tatil etmişken yürütme organı ele geçirilecek, Damat Ferit sadrazam yapılacaktır. Nihayet içi boşalmış olan meclisin kendisi padişaha kapattırılacaktır. Şimdi İstanbul tam anlamıyla İngiliz muhibbi olmuştur. Anadolu’ya taarruz başlatılabilir. Yukarıda bu taarruzun unsurları hızla ve hiç ayrıntıya girmeden sayılmıştır. Yani işgalin özü, Ankara’yı ezmek amacıyla İstanbul’a tamamen hâkim olmaktır.

İngiliz emperyalizmini kovmak için devrim gerekti!

Burada ortaya yalın bir gerçek çıkıyor. Osmanlı’dan geri kalan Anadolu toprakları üzerinde varlığını muhafaza etmeye çalışan Müslüman halk, en başta Türkler ve Kürtler, şayet padişah ve Damat Ferit bu mücadeleden üstün çıksaydı, uzun bir süre İngiliz emperyalizminin sultasında yaşayacaklardı. Muhtemel çözüm Sevr olacaktı: Yani bugün Filistin halkına layık görüldüğü gibi, gerçek bir ordusu bile olmayan bir devlet kurulacaktı. Bu devletin çevresi uzunca bir süre boyunca İngiltere’nin vekili gibi davranan, varlıklarını ona borçlu oldukları için öyle davranmak zorunda olan birtakım devletlerle ve belki de güneyden Fransa ve İtalya ile sarılmış olacaktı.

Şayet bu senaryo gerçekleşseydi, Ekim devriminin ürünü olan Sovyet Rusya’nın da kendi topraklarında yaşanmakta olan İç Savaş’tan yenilgiyle çıkması olasılığı güçlüydü. Çünkü Sovyet Rusya (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği henüz kurulmamıştı) için Kafkaslarda ne tür rejimlerin üstünlük sağlayacağı hayati bir askeri önem taşıyordu. İngiltere Azerbaycan ve Ermenistan’da Müsavat ve Taşnak’ı kullanarak burjuva hükümetler kurdurmuştu, Gürcistan’daki Menşevik hükümet de uluslararası politikada Bolşeviklere karşı İngiliz emperyalizmine yaslanıyordu. Türkiye’de İngiliz emperyalizminin yenilgiye uğratılması, bu sayede Sovyet Rusya ile Türkiye arasındaki bir ittifak kurulması, Kafkasları iki yandan kuşatacak olan bu iki müttefike dost rejimlerin yaşaması için büyük olanaklar yaratacaktı. 16 Mart 1920’deki işgalin hemen ardından Nisan ayında Azerbaycan’ın, Aralık 1920’de ise Ermenistan’ın sovyetleşmesi Sovyet Rusya ile Milli Mücadele Türkiyesi arasındaki ittifakın hem ürünüydü, hem de onu perçinledi. Böylece Sovyet Rusya’nın güney kanadı İngiliz saldırısına açık olmaktan çıktı.

İşte hem Sovyet Rusya’nın, hem Türkiye’nin İngiliz emperyalizminin darbesini yemekten kurtulmasını sağlayan, Anadolu’daki hareketin, İngilizlerin oyuncağı haline gelmiş olan padişah ve Damat Ferit elindeki hükümeti yenilgiye uğratıp Türkiye’nin tek meşru hükümeti haline gelmesi olmuştur. Başka biçimde söylersek, Türkiye’nin İngiliz emperyalizminin sultasından kurtulması için saltanatı ortadan kaldıran bir iktidar odağının galebesi gerekiyordu. Öyleyse, şu sonucu hiç unutmamak gerekiyor: Kapitalizm öncesi toplumun siyasi temsilcisi olan saltanat rejimi, emperyalizmden kurtulma kapasitesine sahip olmadığı içindir ki, Türkiye’de bu tarihsel dönüm noktasında emperyalizme karşı mücadelenin öncülüğünü bir devrim hareketinin, eski devleti yıkma potansiyeline sahip bir hareketin ele alması gerekiyordu. Bu hareket bir burjuva hareketi de olabilirdi, bir sosyalist hareket de. Gelişmeler, bunu bir burjuva cumhuriyetçi hareketin yapmasına izin verdi.

Çanakkale geçildi!

1918-1923 yılları arasında yaşanan devrimci süreç bu yüzden kuzeydeki dev sosyalist devletin komşusu olarak bir burjuva cumhuriyetinin kurulmasıyla sonuçlandı. Bu burjuva cumhuriyeti hızla baskıcı ve emperyalist toplumlara öykünen bir devlet haline geldi. Kapitalizmin gelişmesi ve burjuva toplumunun kurulması yolunda radikal adımlar atarken, kendine özgü bir mitoloji geliştirdi. Bunun bir parçası da Cihan Harbi’nin “vatan savunması” olduğuna dair gerçeklere bütünüyle aykırı iddiadır. Bu efsane, beraberinde, Çanakkale’de verilen savaşın emperyalizme karşı vatanın korunması olduğunu, kazanılan zaferin ise Ekim devriminin gerçekleşmesine katkıda bulunduğunu iddia edecek kadar ileri gider.

Bu tutumda milliyetçiliğin genel körlüğü elbette bir rol oynamıştır. Milliyetçiler, her ülkede, her savaşta karşı tarafın haksız, kendi uluslarının haklı olduğuna dair iddiaları inanılmaz derecede çürük temellerde de olsa savunmakta inançlı ve inatçıdır. Ama Çanakkale savaşı söz konusu olduğunda, Türk milliyetçiliğinin mitolojisinde Atatürk yüceltmesinin çok özel bir rol oynamış olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Çanakkale bu kadar kıskançça savunuluyorsa, bunda bu savaşta Mustafa Kemal’in bir komutan olarak başarısının büyük rolü vardır. Bunu anlamak için çok basit bir kontrol örneğine bakmak mümkündür. Türk milliyetçiliği, her ne kadar bu tutum son yıllarda yavaş yavaş değişiyor olsa da, hemen hemen bütün cumhuriyet dönemi boyunca bir yandan Çanakkale’yi yüceltirken bir yandan da onunla aynı dönemde verilmiş olan Sarıkamış muharebesini yerden yere vurmuştur. Cihan Harbi’nde Osmanlı vatan savunması yapıyorsa, her ikisinin de vatan savunması olarak görülmesi gerekir. Neden biri göklere çıkarılırken öteki yerden yere vurulmaktadır? Çünkü Çanakkale Mustafa Kemal’indir, Sarıkamış ise Enver Paşa’nın!

Çanakkale vatan savunması değildir, çünkü Cihan Harbi’nde Osmanlı’nın konumu vatan savunması değildir. “Atatürk milliyetçiliği” bu konuda başından itibaren yalpalamış durmuştur. Hem Enver-Talat-Cemal triumvirasının maceracı politikası eleştirilir, hem de “vatan savunması”ndan söz edilir. Gerçek şudur: Cihan Harbi’nde Osmanlı emperyalist bir politika izlemiştir. Lenin’in Rusya için geliştirdiği bu kavrayış, ekonomik olarak emperyalist olmayan bir ülkenin emperyalist paylaşım savaşına politik olarak emperyalist bir konumda katılması, Osmanlı için de geçerlidir. Bu yüzden Mustafa Suphi, savaş dönemi İttihat ve Terakki politikasından ne zaman söz etse “Osmanlı emperyalizmi” ya da “paşalar emperyalizmi” kavramını kullanır. (Yine de tarihi kötü Türkler ile iyi başka uluslar mücadelesi olarak okuyan koroya yaranamaz! Ona veya Ethem Nejat gibi yoldaşlarına İttihatçı sıfatını yapıştıran az olmamıştır!) Bir harp içinde bir ülke emperyalist olarak bulunuyorsa, o harp doğrultusunda verilen bir muharebe vatan savunması olamaz! Alman genelkurmay başkanı ve komutanların emrinde vatan savunması yapılamaz!

İşin bu yanını böylece gördükten sonra bir de “Çanakkale geçilemez” retoriğine geçelim. Çanakkale bal gibi geçilmiştir! Eğer İngiliz emperyalizminin amacı Karadeniz’e ulaşmak ise, Osmanlı’nın amacı da Boğazları ve Karadeniz’i korumaksa, yani Çanakkale savaşının konusu İstanbul’u kimin kontrol edeceği ise, işte 16 Mart 1920’de İngilizler, gecikmeli olarak da olsa, İstanbul’u işgal etmiştir. Çanakkale geçilmiş, İngiliz emperyalizmi gayesine ulaşmıştır!

Atatürk milliyetçiliği, sırf Atatürk’ü yüceltmek adına Çanakkale’yi kayıtsız koşulsuz bir zafer gibi göstermekle, aslında, Osmanlı’ya, istemeden de olsa, prim vermiş oluyor. Osmanlı Çanakkale’yi de İstanbul’u da savunamamıştır. İngiliz emperyalizmi her ikisini de fethetmiş, işgal etmiştir. 16 Mart 1920 zilleti tam da bunun padişah ve yardakçıları tarafından sineye çekilmesinden kaynaklanıyor. Atatürk milliyetçiliği sırf bir bireyi yüceltmek için saltanatın yapamadığını Milli Mücadele’nin başardığını, yani Çanakkale ve İstanbul’u köhnemiş padişahlık sisteminin değil cumhuriyetçi hareketin koruduğunu kuşaklar boyunca toplumun bilincinden gizlemiştir!

Saltanat rejiminde Çanakkale geçilmiştir. Çıplak gerçek budur. Bunu tersine çeviren ise Anadolu hareketinin temsil ettiği devrim olmuştur.

İkili iktidarın doruğu

Her tarihi aktör, en güçlüsü dahi, yanlış yapabilir. Politikada en önemli şeylerden biri, hasmın ya da bu durumda düşmanın yaptığı hatayı kendi lehine çevirebilmektir. Yukarıda İngiliz emperyalizminin Osmanlı payitahtını işgal etmesinin amacının İstanbul’a kayıtsız koşulsuz hâkim olup Anadolu hareketini ezmek olduğunu izah ettik. Anadolu hareketi ikili iktidar durumunun bilinciyle ve taktik ustalıkla bu adımı tam tersine kendi lehine çevirmiştir. İngiliz işgalcinin polisiyle bastığı meclisi Ankara’da açarak kendi meşruiyetini pekiştirmiştir. Emperyalizm ikili iktidarı ortadan kaldırmak isterken, Ankara meclisi Büyük Millet Meclisi adıyla yeniden ve korunaklı biçimde açarak ikili iktidarı pekiştirmiş ve en güçlü haline getirmiştir.

23 Nisan’ın 100. yıldönümünde bu çok önemli taktik adımın sonuçlarını ayrıntılı olarak ele alacağız.