NATO ile Rusya arasında Ukrayna: 30 yıllık savaş
Türkiye solunun, Kürt solu da dâhil, yüzeyselliği artık şaşkınlık yaratan boyutlara ulaştı. Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı savaşı herkes geçmişi olmayan bir an olarak tartışıyor. Galiba en fazla karşı çıkanlar bile postmodernizmin kısmen etkisinde kalmış: NATO ile Rusya arasındaki Ukrayna savaşı tartışılırken, zamanı esas olarak içinde bulunulan ana indirgeyen, önceyi ve sonrayı önemsemeyen, insanlığın kazandığı tarih bilincini de böylece sistematik biçimde tahrip eden, “büyük anlatılar” ile birlikte onu da çöpe atmaya yeltenen postmodernizm içi bir tartışma ile karşı karşıyayız sanki!
Bellekler son bir buçuk-iki aylık poker oyunundan daha geriye gidemiyor. Herkeste derin bir jeopolitik analiz ama bunun arka planı en fazla Trump’a kadar geri gidiyor. Amerikan-İngiliz kanadının Trump’ın NATO’da yarattığı hasarı onarmak, yani kıta Avrupası ülkelerini yeniden arkasına takmak için bu savaşı bir taktik olarak kullandığı söyleniyor.
NATO ile Rusya arasındaki Ukrayna savaşının sırrı salt kısa vadeli taktik hamlelerle açıklanamaz. Bu savaşın son derece berrak, biraz dikkatli bakanın göreceği, dünya durumunu derinden belirleyen stratejik kökleri var. Devrimci İşçi Partisi ve onun öncesinde partiyi kurmak üzere örgütlenmiş olan İşçi Mücadelesi çevresi, bu stratejiyi çeyrek yüzyıldır analiz ediyor, Türkiye ve dünya solunu bu konuda uyarıyor, kendi politikasını buna göre biçimlendiriyor.
Dört ayrı geçiş patikası
Bu kökler, işçi devletlerinin 1989-1991 döneminden itibaren çökmeye ve dağılmaya başlamasında yatıyor. 1917’den başlayarak 20. yüzyıl boyunca kapitalizmin ortadan kaldırıldığı ülkeler, hatırlanacağı gibi 1989’da Berlin Duvarı’nın çöküşü ile birlikte kapitalizme geri dönüş süreçleri yaşamaya başlamıştı. Bu geri dönüş her yerde aynı biçimi almadı. Esas olarak dört grupta toplanabilir kapitalist restorasyon süreçleri.
İlk grupta ilk düşen kaleler var. Bilindiği gibi, Sovyetler Birliği’nin Avrupa’ya sınırları ile Berlin arasında yer alan coğrafyayı (Polonya, Macaristan, Romanya, Çekoslovakya, Doğu Almanya) biraz da Balkanlara doğru uzatırsanız (Bulgaristan), bu alanda bulunan bir dizi ülkede İkinci Dünya Savaşı sonunda Kızıl Ordu’nun gücüne yaslanan komünistler Sovyet Bloku adı verilen bir ülkeler topluluğu oluşturmuştu. Bunların hepsi 1989’da Berlin Duvarı’na paralel olarak çöktü ve sonunda Avrupa Birliği tarafından yutuldu.
İkinci grupta Yugoslavya ve Arnavutluk var. Bu iki ülkede İkinci Dünya Savaşı’nda ülkelerini faşizmden ve Nazizmden kahramanca kurtaran komünist hareketler süreç içinde birer işçi devleti kurmuştu. Arnavutluk Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin hemen ardından göçtü gitti ama Yugoslavya ağır ağır, deyim yerindeyse işkence altında can verdi. Emperyalizm tarafından dikkatli bir planlamayla kışkırtılan, neredeyse bir on yıla yayılan bir iç savaş, bütün eski Yugoslav cumhuriyetlerini, üstelik birçok durumda birbirlerinden toprak kopararak ve etnik arındırma operasyonlarına girişerek atomize etti.
Üçüncü grupta üç Baltık ülkesi (Estonya, Letonya, Litvanya) dışında kalan eski Sovyet cumhuriyetleri var. Baltık ülkeleri tarihî nedenlerle Orta ve Doğu Avrupa ülkeleriyle aynı muameleyi gördü ve hızla Avrupa Birliği ile bütünleşti. Ama diğerlerinin birbirinden tam anlamıyla kopması uzun ve sancılı bir süreç oldu. Önce biraz adından başka bir önemi olmayan bir “Bağımsız Devletler Topluluğu” olarak bir arada kalmaya çalıştılar. Bir on yıl sonra (2002), geri kalan 12 ülkeden sadece 5’i bir ortak güvenlik anlaşmasına gittiler: Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü. Neredeyse bir çeyrek yüzyıl sonra, sadece dört ülkeyi (Rusya, Belarus, Kazakistan ve Ermenistan) kapsayan bir Avrasya Ekonomik Birliği kuruldu. Bunlardan farklı olarak Asya’da ayrı bir güvenlik örgütü karakterindeki Şangay İşbirliği Örgütü’nde 2001 yılında Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan (ve daha sonra Özbekistan) Çin’le el ele verdiler. Şangay İşbirliği Örgütü daha sonraki katılımlarla bir eski işçi devletleri topluluğu karakterini tamamen yitirmiş durumda. Kısacası, her ne kadar kurdukları her ortaklık zayıf, istikrarsız, hatta çürük olsa da, eski Sovyet cumhuriyetlerinin bazılarının bir arada durma eğilimleri devam ediyor. Bu, emperyalizmin bu coğrafyadaki stratejisini derinden etkiledi.
Son grupta ise Çin ve Vietnam var. Bu iki ülke kapitalist restorasyon sürecini iktidardaki Komünist Parti yönetimi altında ve dolayısıyla tek parça olarak yaşadı. Başta ABD olmak üzere emperyalizmin bunlara karşı stratejisini belirleyen de bu. Burada (şimdilik) parçalama bir stratejik yönelim değil. ABD ve genel olarak emperyalizm, Çin’le bir bütün olarak hesaplaşmaya girmeye hazırlanıyor. Vietnam ise özel bir konumda. Çin ile bu ülke arasında tarihten gelen birtakım çelişkiler sayesinde ABD (yine şimdilik) Vietnam’ı Çin’e karşı kullanmaya çalışıyor ya da en azından tarafsızlaştırmaya çalışıyor. Elbette, burada da (her biri ayrı bir karakter taşıyan) ulusal sorunlar (Hong Kong, Tayvan, Uygur sorunu, Tibet) var gündemde. Ama bunların ele alınış tarzı bambaşka.
Rusya ve Çin’e diz çöktürme hedefi
Bu ufuk taramasının ortaya koyduğu genel tablo şunu gösteriyor: Orta ve Doğu Avrupa (artı Baltık ülkeleri) ve eski Yugoslavya cumhuriyetleri (bir de Arnavutluk) artık sadece ekonomik temeller bakımından değil, sosyal, politik, kültürel ve ideolojik alanlarda da dünya kapitalizmi ile bütünüyle kaynaşmış durumda. Elbette farklar var: Bir Çek Cumhuriyeti ile Sırbistan bu iki kümenin toplamı üzerinden bakıldığında iki kutup oluşturuyor. Çekler çok daha uyuşturulmuş ve istikrarlı bir toplumken Sırplar çok daha huzursuz ve her türlü istikrarsızlığa açık bir ortamda yaşıyor. Avrupa tarafından kabul ediliş dereceleri de çok farklı. Ama genel kural olarak bu toplumlarda geçmişin kalıntılarının önemini büyük ölçüde yitirdiği söylenebilir. Nostalji bu coğrafyada güçlü bir ideolojik faktör olamaz.
Eski Sovyet coğrafyası ve Çin ile Vietnam ise farklı. Ruslar hâlâ Sovyet döneminin zaferlerini kutluyor, bazı başarılarından büyük gurur duyuyorlar. Çin zaman zaman halkını yanında tutabilmek için kendini komünist olarak gösterme taktiğine bile başvuruyor. 2021 yılında, Çin Komünist Partisi’nin kuruluşunun 100. yılı parti tarafından resmen büyük bir kutlama konusu yapıldı. Yani oralarda durum karışık. Ekonomi ve toplum köklü bir kapitalistleşme yaşamış olsa da komünizm bu ülkelerin semalarında hâlâ bir heyûla gibi dolaşıyor.
Ama bu toplumların geçiş süreçlerinin çelişkilerinden çok daha önemlisi, emperyalist ülkelerin bu toplumlara karşı benimsediği stratejik yöneliş. Rusya ve Çin bugün emperyalist kapitalizmi orijinal bir durum ile karşı karşıya bırakmış durumda. Kapitalizmi ortadan kaldırdıkları (sırasıyla) 20. yüzyıl başı ve ortasında birer yoksul köylü toplumu olan bu iki ülke, biri üç çeyrek asırlık, biri ise neredeyse yarım yüzyıllık bir sosyalist planlama deneyiminden ekonomik ve/veya askerî ve/veya bilimsel bakımdan son derecede güçlenmiş olarak çıkmış bulunuyorlar. Buna bu ülkelerin devasa ölçekleri eklenince (Rusya SSCB’nin dağılmasından sonra bile dünyanın en büyük yüzölçümüne sahip, Çin ise en yüksek nüfusuna) bu ülkelerin varlığı emperyalizm için dünya ölçeğinde bir kâbus durumunu alıyor. Emperyalizm bu ülkelere diz çöktürmek istiyor.
İşte Rusya’ya ilişkin emperyalist strateji bu ihtiyaçtan doğuyor. Bugün Çin ve Rusya’ya emperyalist yaftası vurarak hem NATO-Rusya geriliminde hem de hem de QUAD/AUKUS-Çin geriliminde iki tarafa eşit mesafe alanlara şimdiden bir şey hatırlatacağız. Emperyalizmin bugün uygulamakta olduğu strateji her iki ülke açısından da kapitalist restorasyonun başlangıcı ile eş zamanlı olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bunlar işçi devletinin bağrından tam oluşmuş birer emperyalist ülke olarak mı çıktılar? Nasıl oluyor da ABD’nin 1990’lı yılların başlarından itibaren uyguladığı bir strateji rakip bir emperyalist ülkeye karşı mücadele stratejisi olarak görülebiliyor?
ABD ve müttefikleri Rusya ve Çin’e diz çöktürmek istiyorlar. Rusya söz konusu olduğunda bunun en önemli stratejik boyutu, bu ülkeyi bütün eski Sovyet cumhuriyetlerinden kopararak kuşatmak ve yalıtmak. Bu yazıda Çin’e uygulanan kuşatma politikasının farklı karakterine girmeyeceğiz.
Kuşatma ve yalıtma stratejisinin tarihçesi: Yugoslavya
Devrimci İşçi Partisi olarak, bu konudaki ilk uyarılarımızı daha Körfez Savaşı (1991) döneminde yapmaya başlamıştık. Körfez Savaşı ve Ortadoğu Kuzey Afrika bölgesinde (MENA) onu izleyen savaşlar, aslında bütün hayat damarı enerji üretiminde yatan Rusya ile ekonomik hayatı ithal enerjiye bağımlı Çin karşısında bu bölgenin tartışmasızca emperyalist tahakküm altında tutulması için kışkırtılan savaşlardı. Irak 1991 ve 2003, Afganistan 2001-2021, Lübnan 2006, Gazze 2009, Suriye ve Libya 2011, Yemen 2015—bütün bu savaşlar aslında Yugoslavya’yı da içine katarak Avrasya Savaşları olarak bir araya getirilebilecek savaşlardı. ABD ve müttefikleri, çökmekte olan Rusya ve içten içe kapitalistleşmekte olan Çin karşısında yığınak yapıyordu.
Daha ciddi uyarılarımızı, 1994-1995 yıllarında Bosna-Hersek meselesi ön plana çıktığında NATO Yugoslavya iç savaşlarına boylu boyunca daldığında yaptık. Post-Leninist sol o aşamada Bosna-Hersek’in Yugoslavya’dan ayrılmasını, hemen ardından da Boşnakların Bosna-Hersek’ten ayrılmasını ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı gibi çok önemli bir ilke temelinde savunmakla meşguldü. Biz ise Yugoslavya iç savaşlarının ardındaki en belirleyici nedenin Amerikan ve Avrupa emperyalizmlerinin, Vatikan’ı bile harekete geçirerek Yugoslavya federasyonunu parçalama yönelişi olduğunu izah ettik. 1999 yılında çelişki bu sefer Kosova’da odaklandı. NATO dosdoğru Belgrad’ı bombalamaya başladı. Biz açıkça bunun emperyalizmin Balkanlarda Yugoslavya gibi güçlü bir büyük devleti tasfiye etme operasyonu olduğunu belirttik. Yugoslavya, tarihî Slav dayanışmasının da etkisiyle, Balkanlar’da Rusya’nın potansiyel müttefiki olarak da risk yaratıyordu. Buna da işaret ettik. Bununla da yetinmedik, bunun uzak olmayan bir gelecekte Rusya üzerinde oynanacak oyunların provası olduğunun da altını çizdik. Kosova savaşının bitiminde Rus ordusundan birliklerin özel bir inisiyatifle Belgrad havalimanına konuşlanmasının sembolik anlamını bile kavrayamadı dünya ve Türkiye solu o zamanlar.
Kısacası, Yugoslavya’nın parçalanmasının Balkanlar açısından kendi içinde bir hedef olmasının yanı sıra emperyalizmin bütün eski işçi devletleri coğrafyası için planlanan bir stratejinin parçası olduğunu ayrıntılı olarak ortaya koyduk.
Binyıl dönümünde durum: batıdan ve güneyden kuşatma
1990’lı yıllar sadece Yugoslavya’nın Balkanlar’da kapitalist restorasyonun emperyalizm açısından pürüzsüz bir geçişi engelleyebilecek bir çoban başı diye düşünüldüğü için paramparça edilmesi faaliyetiyle geçmedi. Aynı zamanda ilk öbekteki işçi devletlerinin (Baltık ülkeleri ile birlikte) Avrupa Birliği’ne massedilmesi sürecine tanık oldu. AB aynı zamanda NATO için bir bekleme odası rolü üstlendi. NATO dört ayrı dalga ile Doğu Avrupa’nın hemen hemen her ülkesine doğru genişledi. 1999’da Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan NATO’ya katıldı. 2004’te yeni bir genişleme dalgası geldi: Eski Sovyet cumhuriyetlerinden üç Baltık ülkesi (Estonya, Letonya, Litvanya), eskiden Varşova Paktı üyesi olan üç ülke daha (Slovakya, Romanya ve Bulgaristan) ve bir eski Yugoslav cumhuriyeti Slovenya NATO’ya üye oldu. 2009’da iki yeni Balkan ülkesi daha katıldı Atlantik Paktı’na: Arnavutluk ve Hırvatistan. Son olarak Karadağ da 2017’de üye oldu.
DİP’in en yakın öncülü, hareketin İşçi Mücadelesi başlığıyla yayınlanan bir organla temsil edildiği bir aşamaydı. İşçi Mücadelesi yola çıkarken işe iki broşürle başladı. Bunlardan biri Avrupa Birliği’ne Hayır! başlığını taşıyor ve Türkiye işçi hareketini ve solunu AB düşleriyle oyalayan yaklaşımların müstakbel zararlarını ortaya koyuyordu. Diğeri ise Kızıl Elma, Kanlı Elma başlığını taşıyan ve Türkiye burjuvazisinin Kafkasya ve Orta Asya coğrafyası üzerinde hâkimiyet kazanma çabasının ülkeye ve halklara ne kadar ağır sorunlar getireceğini anlatıyordu. Bu politika 21. yüzyılın başında geçici olarak rafa kaldırıldı. Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde Kafkasya ve Orta Asya’da kontrgerilla faaliyetleri ve darbelerle Türkiye bütün Türkî ülkelerde prestijini yitirmişti. Bu faktör, AKP’nin başa geçmesi sonucunda hükümetin gözünü Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya çevirmesi ile birleşince Kafkasya-Orta Asya üzerindeki arayışlar ertelenecekti. Azerbaycan-Türkiye ittifakı ve İsrail desteğiyle yürütülen 2020 Karabağ savaşı ve hemen ertesinde adı değiştirilen Türk Devletleri Teşkilatı’nın aktifleştirilmesi ile Türkiye Orta Asya’ya şimdi dönüyor.
Kızıl Elma Kanlı Elma esas olarak bu konu etrafında düzenlenmekle birlikte Türkiye’nin Orta Asya politikasını ABD ve müttefiklerinin eski Sovyet cumhuriyetlerini birbirlerine karşı oynamak ve mümkün olanları kendi yanına çekerek Rusya’yı kuşatmak ve yalıtmak için sürdürdüğü politikayı da ayrıntılı biçimde işliyordu. 21. yüzyılın başlarında eski Sovyet cumhuriyetleri uluslararası sistem içinde seçtikleri güzergâh bakımından farklı yollara girmişlerdi. Bunların bazıları (Belarus, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan), bazen Batı ile de kısmi ilişkiler kurarak bir denge politikasıyla kendilerini güvenceye almaya çalışmakla birlikte Rusya’nın yanında duruyorlardı: 2001 tarihinde kurulan Şangay İşbirliği Örgütü ile 2002 yılında kurulan Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü bu tutumun belirtileri idi. Buna karşılık, emperyalizm bazı başka eski Sovyet cumhuriyetlerini kaderlerini Batı sistemi ile birleştirmeye ikna etmek için elinden geleni yapıyordu. Bunlara İngilizcedeki baş harfleriyle GUUAM deniyordu: Gürcistan, Ukrayna, Özbekistan, Azerbaycan, Moldova.
Burada durup bir küçük bilanço çıkarmak bugünü anlamak açısından çok önemli. Binyıl dönerken Gürcistan ve Ukrayna’da daha “renkli devrim” adını taşıyan halk hareketleri yaşanmamıştı. Özbekistan hiçbir zaman Amerikan hayranlığına bütün bütüne kapılmış bir ülke olmadı. Azerbaycan, şimdiki cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in babası Haydar Aliyev yönetiminde Çiller’in darbe girişimi dolayısıyla Türkiye’den uzaklaşırken ancak o aşamada cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel tarafından ilişkinin güçlenmesine ikna edilebiliyordu.
Bu ülkelerden üçü (Gürcistan, Ukrayna ve Azerbaycan) daha sonra büyük ölçüde Batı yanlısı güçlerin hâkimiyeti altına girdi, Moldova da son dönemde bu yönde bir gelişme gösteriyor. (Özbekistan şimdilik Rusya’ya meyletmiş görünüyor.) Yukarıda vurguladığımız noktayı bu aşamada okura yeniden hatırlatıyoruz. 2000-2001’de Rusya emperyalist mi olmuştu? Bunu söyleyen sayıklıyor demektir: 1990’lı yıllar, Rusya’nın kamu şirketleri yağmalanırken dev bir ekonomik kriz içine düştüğü, ekonominin ciddi şekilde daraldığı bir on yıldır. 1998’de ülke borçlarını ödeyemediği için moratoryum ilan etmiştir. Ülkenin başında emperyalizmin kuklası gibi davranan bir sarhoş olan Boris Yeltsin vardır. Hangi emperyalizmden söz ediyorsunuz? Ama ABD’nin stratejisi bugünküyle aynıdır! Demek ki, Rusya hangi sosyo-ekonomik ve politik karakteri taşıyor olursa olsun ABD, 1991’den beri Rusya’ya diz çöktürmek için bir kuşatma stratejisi gütmektedir.
Binyıl dönümünde önemli olan son gelişme, Sırbistan’da 2000 yılında yaşanan kitle hareketidir. Post-Leninist sol bunu bir devrim olarak göklere çıkarmayı doğru buldu. Oysa 2000 Sırbistan ayaklanması Sırbistan’ın işçi devleti dönemiyle son zayıf bağlarını da kopararak emperyalizmle barışmasını amaçlayan bir kitle hareketiydi. Bu bakımdan Sırbistan 21. yüzyılda yayılacak olan “fason devrim”lere (ya da yaygın adıyla “renkli devrim”lere) ilk örnek olarak da önemlidir. Bunlar açıkça gerici karakter taşıyan toplumsal hareketlerdi.
21. yüzyılda gelgitler
21. yüzyıl dönümü, Rusya’da emperyalizme tamamen teslim olmuş bir Yeltsin’in yerine eski istihbarat örgütü KGB’nin yerini almış olan FSB’nin bir grup ajanının Vladimir Putin önderliğinde başa geçişine tanık oldu. Yeni yönetim kapitalist restorasyona tam anlamıyla angaje olmakla birlikte restorasyonun ilk on yılında Rusya’nın bir devlet olarak gücünden ciddi şekilde yitirmesinden duyulan rahatsızlığı gidermeye çalışan çok daha milliyetçi bir politikayı uygulamaya koyacaktı.
Emperyalist Batı’nın buna yanıtı “fason devrim”ler oldu. 2004’te Gürcistan’da “Gül devrimi”, 2005’te Ukrayna’da “turuncu devrim” yaşandı. Bunlar açıkça her iki ülkenin de yeni zengin büyük kapitalistleri (“oligarklar”) tarafından desteklenen ve Batı sistemiyle bütünleşmeyi esas hedefi olarak benimsemiş toplumsal hareketlerdi.
Gürcistan’daki yeni Saakaşvili rejimi NATO üyeliği yolunda çok hızlı yürüme niyetini ortaya koyunca Rusya’nın buna cevabı 2008 yılında savaş oldu. Gürcistan ağır bir sille yedi, toprak yitirdi, Saakaşvili iktidardan düştü.
Ukrayna’da Rusya yanlısı bir iktidar daha barışçı yoldan kuruldu. Ama 2014’te Kiev’in Maydan adlı ana meydanında aylarca süren bir eylemin sonucunda Rusya yanlısı hükümet düştü, yerini Batı emperyalizmi yanlısı şimdiki rejim aldı. Bu hareketin yalnızca “liberal”lerden oluştuğunu sanmak yanlıştır. Maydan eylemi, daha önceki “fason devrim”lerden farklı olarak Üçüncü Büyük Depresyon döneminin damgasını taşıyordu. Faşizm Maydan’da son derece önemli bir silahlı güç olarak iktidarın el değiştirmesinde rol oynadı. Ne dün ne bugün halkın çoğunluğunu kazandığı söylenemez ama Ukrayna’da hâlâ önemli bir güç.
2014’ün ana özelliklerini ve onu izleyen dönemde yaşanan karakteristik bazı olayları geçmiş günlerde Gerçek sitesinde Arşiv’den bandıyla yayınlamış olduğumuzdan başka ayrıntılara girmeksizin okuru o yazıları okumaya teşvik etmekle yetineceğiz.
Rusya’nın aylar boyu Ukrayna’nın NATO’ya alınmayacağı konusunda garanti istedikten sonra harekete geçtiği unutulmamalıdır. Rusya bunun kendisinin bağrına nükleer silah dayatılması olacağını biliyor. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması bir meşru müdafaadır. Elbette bu operasyon çığırından çıkar ve katliamlar uygulanmaya başlarsa Rusya haklılığından yitirecektir. Ama bugün durum açıktır: Rusya dört bir yanından kıstırılmış bir silahşora benziyor. Şimdi kuzeybatısında İsveç ve Finlandiya NATO’ya girme baskısı altında. Batısında 13 yeni Orta Avrupa, Doğu Avrupa ve Balkan ülkesi silahlarını onun üzerine çevirmiş durumda. Güneyinde Moldova, Ukrayna, Gürcistan ve Azerbaycan’ın NATO üyeliği üzerine kavga veriliyor. Doğu’da Amerika’nın 20 yıllık Afganistan macerası hüsranla sonuçlandı ama şimdi Türkiye ile Azerbaycan, arkalarına İsrail’i de alarak Orta Asya ülkelerine doğru hareket geçiyorlar.
“Barış” isteyenler, dar görüşlülüğü bırakıp uzun vadeyi düşünmeli ve nükleer savaşı önlemek için protestolarını NATO’ya, ABD’ye ve AB’ye çevirmelidir.
Sonuç
Ne bugün yaşanmakta olan Rusya-Ukrayna savaşı, ne de NATO ile Rusya arasında son bir buçuk-iki aydır süregiden poker oyunu, son 30 yılın gelişmelerinden ayrılarak anlaşılamaz. Amerika’nın ve müttefiklerinin stratejik hattından söz etmeden Rusya-Ukrayna savaşına ilişkin içi boş “ulusal egemenlik”, “toprak bütünlüğü”, “Putin’in diktatörlüğü” gibi gevezelikler sosyalist hareketin 1920’li yıllarda öğrenmeye başladığı, 1960’lı ve 1970’li yıllarda iyice benimsediği Marksizmi, onun analiz yöntemini ve politikalarını unuttuğunun işareti olmaktan başka hiçbir anlam taşımıyor.
Uluslararası proletaryanın dolayısıyla insanlığın bu tavırdan kazanacağı hiçbir şey yoktur.
Bu yazının kısa versiyonu Gerçek gazetesinin Mart 2022 tarihli 150. sayısında yayınlanmıştır.