İstikrar sürsün, Türkiye uyusun da büyüsün!
AKP’nin 2011 seçimleri için dağa taşa yazdığı iki ana slogandan biri “İstikrar sürsün, Türkiye büyüsün” idi. Seçimler sonuçlanır sonuçlanmaz güzide gazetelerimiz, sıradan insanlardan daha eşit olduğu böyle durumlarda özellikle belirgin hale gelen “işadamlarımıza” düşüncelerini sormaya başlamakta gecikmediler. Tabii, kazananla iyi geçinmek gerektiği için, AKP ile en kanlı bıçaklı olanlar dahil hepsi seçimlerden memnuniyetlerini ifade etmekte bir beis görmediler. En sevindikleri de istikrarın sürecek olduğunu görmekmiş. Böyle bir durumda, sorulacak soru şu oluyor: Bu kolektif bir kendini aldatma çabası mıdır yoksa mezarlıktan geçerken ıslık çalma gibi bir şey mi? İstikrar mı dediniz?
AKP’nin burjuvaziye hitap etmek için ne kadar doğru bir slogan bulmuş olduğu çarpıcı bir şekilde ortaya çıkıyor. Bakın istikrar kelimesi ne kadar yaygın. Milliyet’in (13 Haziran 2011) soruşturmasını alalım. Ali Kibar (Kibar Holding): “Seçim sonuçları istikrarlı bir sürecin devam edeceğini gösteriyor.” Ahmet Nazif Zorlu (Zorlu Holding): “Tek partili hükümetin devam edecek olması siyasi ve ekonomik istikrar yönünden de olumlu.” Murat Yalçıntaş (İstanbul Ticaret Odası Başkanı): “İş alemi açısından güçlü bir tek parti iktidarı var...ekonomik istikrarın sürmesi açısından önemli...” Rızanur Meral (Tuskon): “Milletimiz sağduyulu davranarak tercihini istikrardan yana kullanmıştır.” Ömer Cihad Vardan (MÜSİAD): “Tek partinin devam etmesi siyasi istikrarın devam etmesi anlamına geliyor.”
“İşadamlarımız” hep birbirine benzer sesler çıkartır gibiler, ama bu insanı yanıltmamalı. Bir “işadamı”, AKP taraftarı mı değil mi anlamak istiyorsanız, şuna bakacaksınız: Erdoğan’a kibarca “öteki partilerle işbirliği yap!” diyor mu, demiyor mu? Mesela Güler Sabancı ne diyor? “Yapılacak çok iş var. Partilerin elelele (Milliyet gazetesindeki aslında böyle) vererek bu yapılması gereken çalışmaları hayata geçirmelerini arzu ediyoruz.” Mehmet Büyükekşi (Türkiye İhracatçılar Meclisi): “Türk halkı güven ve istikrar ortamının devam etmesini istedi...” diyor ama sonra ekliyor: “Toplumsal uzlaşıyla yeni ve sivil bir anayasanın hazırlanması gündem maddesi olacaktır.” TOBB’un önemli isimlerinden Aynur Bektaş: “Halk bu seçimle ‘istikrar sürsün ama Anayasa’yı müşterek yapın’ dedi.” Demek ki, hem İslamcı sermayenin temsilcileri, hem de Batıcı-laik sermayenin temsilcileri “istikrar” istiyor, ama ilki istikrarı AKP’nin “güçlü” tek parti iktidarında görürken, ikinciler partiler arası uzlaşma istiyor, yani AKP’ye “çok ileri gitme” diyor.
AKP uzlaşmak zorunda imiş!
Seçim sonuçlarından hem yerli hem de Batılı bazı yorumcular çok akıllı bir sonuç çıkarıyorlar. AKP yeni bir anayasa istiyorsa, uzlaşmak zorunda imiş! Bu tür yorumcular, anlaşılan “sıradan yurttaş” rolünü oynamayı seviyorlar. Anayasa ne yazıyor? Anayasayı değiştirmek için en az 367 gerekir. Ama referanduma gitmeye razı iseniz 330 da yeter. AKP mecliste kaç sandalye kazandı? 326. Sonuç: demek ki AKP uzlaşmak zorunda. Bu basit bilgileri bir araya getirmek için yorumcu olmak, yani siyasetten anlamak gerekmiyor. Yorumcu dediğiniz, 326 ile 330 arasında sadece dört sayı olduğunu fark ederek, bu farkı kapatmanın yolları olup olmadığını soran kişidir!
Bu soruyu sorduğunuz andan itibaren ortaya yeni olasılıklar çıkar. Bu aritmetik AKP’nin uzlaşmak zorunda olduğu anlamına değil, AKP ile MHP’nin, Erdoğan ile Bahçeli’nin savaşının referandum ve seçim muharebelerinden sonra seçimin ertesinde de kızışarak devam edeceği anlamına gelir! Çünkü mecliste (şimdilik) bağımsız yoktur, AKP oradan oy kazanamaz. İçini en fazla karıştırabileceği grup MHP’dir. MHP, aslında içinde bir bağımsız barındırmaktadır bile: Kaset skandali dolayısıyla partisinin ihraç ettiği ama YSK aday listesinden çıkartmayı reddettiği için İstanbul 3. Bölge’den milletvekili seçilen İhsan Barutçu. Bu şahsiyetin, partisiyle gerginliği AKP tarafından MHP’den ek bazı isimlerden destek almak amacıyla ustalıkla kullanılabilir. Bu gerçekleşmese bile, Türkiye’nin parlamento tarihinde böyle saf değiştirmeler yabana atılmayacak kadar çoktur. Mesela, MHP’nin yeni milletvekilleri arasında hiç mi Gülen cemaatine yakın olan yoktur? Veya ille olmayacaktır? Kısacası, AKP muhalefet ve “sivil toplum” karşısında yapacağı bazı manevralardan sonra kendi yolunda yürümek için ek dört ya da bir miktar daha fazla oy bulma yoluna girebilir.
Bir parantez: BDP’yi bekleyen tehlike
AKP’nin anayasayı değiştirecek sayıya ulaşmamış olduğu konusunda şaşırtıcı kesinlikte ifadeleri maalesef Kürt hareketinin çevresinde kümelenmiş bazı aydınlardan da duymak mümkün oluyor. Bu aydınlar bu tespiti durup dururken, masumane bir tarzda yapmıyorlar. Amaçları BDP’yi bu konuda AKP ile bir pazarlığa sevk etmek. Örneğin, seçim gecesi İMC televizyonunda konuşan bazı aydınlar, “bağımsızların anayasa meselesinde belirleyici” olacağını ya da “pragmatik nedenlerle belirli konularda AKP ile BDP arasında uzlaşma” olabileceğini söylemekte hiçbir beis görmediler. Bu seçimde aralarından kimseye milletvekilliği önerilmemişolduğu halde BDP’yi destekleyen sol ve diğer liberallerin önemli bir bölümü de BDP üzerinde mutlaka bu tür bir basınç oluşturacaktır. Nabi Yağcı, seçimin hemen ertesinde BDP’yi batıda “sol sekter” olmakla eleştiriyor. Yani bizce burjuvaziyle yeterince işbirliği yapmamakla.
Biraz önce ortaya konulduğu gibi, AKP’nin 330 oya erişmesi aslında olanaksız değil. Dolayısıyla, BDP için tehlike yok gibi görünüyor. Ama, birincisi, 330’un olanaksız olmaması ille de elde edilecek anlamına gelmiyor. İkincisi, AKP, şu ya da bu nedenden, bu kez referandumdan uzak durmak isteyebilir. Bu durumda, BDP’yi ve Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu yoklamak isteyebilir. Bu noktada, BDP üzerindeki basınç ve içindeki bazı unsurların yönelişi hareketi bu tür bir işbirliğine itebilir. İşte tehlike budur. Bunun neden ciddi bir tehlike olduğuna biraz sonra geri döneceğiz.
2024’e kadar Erdoğan!
Şimdi parantezi kapatarak, burjuvazinin “istikrar” beklentisinin neden çürük temellere dayandığı konusuna dönelim. Bunun birinci nedeni, Erdoğan ve AKP’nin bu seçimleri kazanmış olmasının, Türkiye burjuvazisi içinde süregiden büyük mücadeleyi sona erdirmek bir yana, çok daha fazla körüklemiş olmasıdır. Başka biçimde söyleyelim: Bu seçim burjuvazinin siyasi iç savaşını bitirmiş değildir. AKP çok önemli bir muharebeyi daha kazanmıştır, ama savaş daha da sert biçimde sürecektir.
Savaşın neden sertleşeceğini anlamak için, AKP’nin 2011 seçimlerinde öne çıkarttığı ikinci sloganı hatırlatmak gerekiyor: “Türkiye hazır, hedef 2023”. Bu slogan sanki Türkiye’nin 2023 hedefinden söz ediyor gibidir, ama aslında (bilinç altı bir süreç sonucu da olsa) gerçekte Erdoğan’ın 2023 hedefidir söz konusu olan. Nedir bu hedef? 2023’te Türkiye’nin başında olmak. Oysa, AKP’nin tüzüğü Erdoğan’ın bundan sonra milletvekili seçilmesini engelleyen bir hüküm içeriyor. Herkes sadece üç dönem milletvekilliği yapabiliyor bu hükme göre. Elbette bu tüzük hükmü Erdoğan için yalvara yakına değiştirilebilir. Ama bu hem tekrar ve tekrar yapılabilecek bir şey değildir, hem de Erdoğan’ın parlamento seçimlerini tekrar ve tekrar kazanması çok kolay değildir. Oysa, artık kazanmış olduğu neredeyse efsanevi lider statüsü ile bir başkanlık yarışında yeni bir sayfa açması ve iki kez üst üste seçilmesi çok daha yapılabilir bir şeydir. Kısacası, Erdoğan gözünü 2023’e dikmiştir ve bunun için bulduğu çözüm Türkiye’nin başkanlık sistemine geçmesidir.
Bilindiği gibi, Erdoğan’ın rakipleri kendisi ile Gül arasında Gül’ün bir ikinci kez (bu sefer halk oyuyla) cumhurbaşkanı seçilmesine ilişkin bir rekabeti körüklüyorlar. Öte yandan, Gül’ün şimdiki görevinin süresinin beş yıl mı yoksa yedi yıl mı olacağına dair tartışmalar sürüyor. Şayet Erdoğan Gül ile onun bu dönemini yedi yıla çıkarmak karşılığında 2014’te çekilmesini sağlayacak şekilde anlaşır ve ondan sonra beşer yıllık iki dönem için başkan seçilebilirse, bu, Erdoğan’ın 2024’e kadar Türkiye’nin başında kalması demektir!
2011’den 2024’e daha on üç yıl var. İlk dokuz yılda AKP, generallerin önemli bir bölümünü cezaevine tıkmış, Yargıtay ve Danıştay başkanlıklarına Bülent Arınç’ın arkadaşlarını getirmiş, medyanın önemli bir bölümünü ele geçirmiş bulunuyor. Bunun ödülü olarak da, Ülker ve Çalık ve cemaatçi sermaye sürekli güçleniyor. Türkiye’nin Batıcı-laik burjuvazisinin, silahlı kuvvetler, yargı ve sivil bürokrasi içindeki müttefiklerinin, ona bağlı aydınların vb. bu on üç yıla sabırla tahammül etmesi beklenemez. Burjuvazinin iç savaşının stratejik hedefi belli olmuştur: 2023. Bu, son derecede sert bir mücadeleyi yeniden harekete geçirmeye yatkın bir durumdur. Kılıçdaroğlu’nun CHP başkanlığı da umut vermediğine göre, savaşın içeriğine paralel olarak yöntemlerin de sertleşmesini beklemek gerekir.
Tek bir sivil anayasa, farklı içerikler
Bu savaşın belirleyici muharebesi anayasa üzerinde verilecektir. Erdoğan’ın yeni anayasadan meramı, başkanlık sistemidir. TÜSİAD burjuvazisinin (dolayısıyla “yeni” CHP’nin) meramı, AB’ye uyum ve TİSK’in kullandığı terimle “ekonomik anayasa”dır, yani neoliberalizmin anayasal hale getirilmesidir. Kürt hareketinin meramı, Kürt halkının meşru haklarının anayasaya kocaman harflerle yazılmasıdır.
Herkes “sivil” ve “demokratik” bir anayasa ister gibi görünüyor. Yüzeysel olarak, gözü yaşlı bir liberalin penceresinden bakılınca, “ah, cennet vatanımız da Avrupa standartlarında bir demokrasiye kavuşsa” dileği, bütün Türkiye’nin dileği imiş gibi görünüyor. Ama aslında amaçlar bambaşka.
AKP ile TÜSİAD’ın, dolayısıyla “yeni” CHP’nin uzlaşması mümkün değil. Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın balkon konuşmasına daha ilk cevabında, CHP’nin kırmızı çizgilerinin “ilk üç maddenin değişmezliği” ve “parlamenter sistemin güçlendirilmesi” olduğunu söyledi. Bunlardan ilki zaten CHP’nin geleneksel çizgisi. İkincisinin unutulmamış olması, Kılıçdaroğlu’nun esas mücadelenin bunun üzerinde yaşanacağının gayet iyi farkında olduğunu gösteriyor.
Kürt hareketinin bu üçlü denklemdeki yeri ilk bakışta çok avantajlı görünebilir. AKP ile TÜSİAD’ı birbirine karşı oynayın, birinden biri Kürtlerin haklarını kabul etmek zorunda kalacaktır. Seçimden önce TÜSİAD daha çekici müttefik görünüyordu. İlk üç maddenin kalkmasını savunmuş, Diyarbakır’ı ziyaret edip halay çekmişti. Şimdilerde AKP daha güçlü taraf görünüyor. Bu sefer de onunla “pragmatik” işbirliği teorileri dolaşıma giriyor. Kürt hareketi birinden birini kazanır nasıl olsa, deniyor. Oysa hayat bu kadar basit değil!
İkinci parantez: Kürt hareketini bekleyen tehlike (2)
BDP’nin AKP ile işbirliği halinde Kürt haklarını anayasaya yazdırabileceği umudu da, beklentilerini TÜSİAD (ve dolayısıyla CHP) ile ittifak yoluyla elde edebileceği düşüncesi de siyasi hayatın karmaşıklıklarını görmezlikten gelen hayallerdir.
AKP ile başlayalım. Erdoğan’ın önünde ikili bir görev vardır. Hem başkanlık sistemine geçmek üzere anayasayı değiştirmek, hem de 2014 ve 2019’da başkanlığı kazanmak için % 50’nin üzerinde bir çoğunluğu yanında tutmak üzere manevralar yapmak. Kısa dönem görevi elbette anayasadır, ama Erdoğan bunu mümkün olduğunca stratejik hedefini sakatlamadan yapmak zorundadır.
Bu görevlerden ilkini gerçekleştirmek için Erdoğan’ın MHP’den bazı güçleri kazanarak mecliste 300 oy elde etmesi gerekiyor. Bu durumda BDP’nin taleplerine yanıt vermeyeceği, olacak şey değil ama istese bile veremeyeceği açıktır. Hem kendi partisinin milletvekilleri milliyetçi bir zeminde propaganda yaparak seçilmişlerdir, hem de MHP’lilerden alacağı dış destek Kürt halkına ciddi tavizler vermesini olanaksız kılar.
Diyelim Erdoğan başka bir yol tuttu. Yani Kürt hareketinin çevresinde kümelenmiş liberallerin ima ettiği türden bir senaryo çıktı ortaya. AKP, BDP ile anlaşarak başkanlık sistemine alacağı destek karşılığında Kürt haklarını teslim etti. “Açılım” denen sürecin aldatıcılığından ve ikiyüzlülüğünden sonra bu tür bir senaryoda ne tuzaklar olabileceğini hayal etmek bile güçtür, ama diyelim ki her şey Kürt hareketinin istediği gibi gitti. AKP ile anlaşmanın BDP’yi işçi hareketinin bütün diri unsurlarından koparma riskini içerdiği gerçeğini de unutalım. 326 artı 36 etti 362. Erdoğan’ın Kürt haklarını referanduma götürme riskini alamayacağı ortadadır. Çünkü o durumda milliyetçi bir tepki dolayısıyla kaybetme riski vardır ve bu bütün stratejik planın mahvolması demektir. Öyleyse en az 5 oy gerekir. MHP’den Kürt haklarına 5 oy bulmak biraz zordur. CHP’den bulmak ise çok yüksek düzeyde ahlâksızlığa yatkın insanlar aramak demektir. Zaten blokun 36 milletvekilinin tamamının da böyle bir senaryoya yanaşması pek beklenemez.
Ama bir de Erdoğan’ın stratejik hedefinin getirdiği tahditler var. Erdoğan bugüne kadar sağdaki bütün küçük partileri yutarak gelmiştir. Ama şimdi artık yutulacak küçük parti kalmamıştır. Saadet bile 1,25’e kadar gerilemiştir. O zaman Erdoğan’ın % 50 hesabını güvenceye alabilmesi için MHP’nin tabanını oyması gerekir. Bunu ise ancak milliyetçi bir retorik ile yapabilir. Demek ki, AKP’nin son dönemde MHP üzerine yoğunlaşması boşuna değildir ve kalıcı bir eğilimin işaretidir.
TÜSİAD ile ittifak seçeneğine dönersek, burada da karşımıza iki engel çıkar: Birincisi, TÜSİAD bir siyasi parti olmadığına göre, bu seçenek CHP’ye yaslanmak zorundadır. Burada meclis aritmetiği hiçbir umut bırakmamıştır. İkincisi, CHP’nin ilk üç maddenin değişmezliğinden vazgeçmesi son derecede zordur.
Diyelim ki, olmayacak bir şey oldu ve TÜSİAD/CHP ile AKP anlaştı. O zaman da Kürt oylarına hiçbir ihtiyaç kalmaz zaten. Kürtlere sembolik birtakım haklar tanırlar elbette. Ama kırıntı kabilinden.
Öyleyse, “bağımsızlar anayasada belirleyici olur” diyenler Türkiye’de anayasa tartışmasının ne olduğunu bilmeyenlerdir. Kürt hareketini bu tür beklentiler içine itmek, olmayacak duaya amin demektir, Kürt halkını bir çıkmaza sürüklemektir.
Parlamento aritmetiği istikrara yeter mi?
Demek ki, soyut bir sayılar dizisi olarak değil, yaşayan güçlerin somut hedefleri ve çelişkileri çerçevesinde bir veriler dizisi olarak ele alındığında, bugünkü parlamento aritmetiği hiç de “istikrar” vaad etmiyor.
Ne var ki, istikrar denen şey zaten münhasıran bir ülkenin parlamentosunun aritmetiğine bağlı olarak oluşmaz. İstikrarın asıl koşulları, iktisadi, toplumsal ve siyasal hayatın koşullarının dinginliğinde ya da durgunluğunda yatar. Bu koşullar büyük sarsıntılara gebe ise, parlamento isterse bütünüyle tek bir partinin eline geçsin, ülkede istikrar olamaz.
Bu açıdan bakıldığında, dünyada, bölgede ve Türkiye’de varolan sosyo-ekonomik ve politik gerçeklikler, önümüzdeki yılların istikrarlı olmak bir yana ağır çalkantılar yaşamaya aday olduğunu gösteriyor.
Her biri uzun uzun incelenmeyi gerektiren ve son aylarda ve yıllarda Gerçek gazetesinde ve sitesinde ayrıntılı olarak ele alınmış olan bu istikrarsızlık faktörlerini, dünya genelinden Türkiye özeline kısaca şöyle özetleyebiliriz:
- 2008’de başlayan dünya çapındaki ekonomik krizin bir depresyon karakteri taşıdığı yolundaki tespitimiz her geçen gün doğrulanmaktadır. AB, kamu borçlarının yarattığı kriz içinde debelenmektedir, avro sistemi dağılmanın eşiğine gelmiştir. ABD’de konut ve işgücü piyasaları bir türlü toparlanamamıştır, federal devletin ve eyaletlerin borcu her geçen baş döndürücü düzeylere çıkmaktadır. Şimdi ekonomide yeniden yavaşlama işaretleri görülmektedir. Japonya zaten resesyon içinde iken deprem ve tsunami sorunları katmerleştirmiştir. Dünya ekonomisinin dinamosu rolünü gören Çin’de bile nefessizlik belirtileri başlamıştır. Türkiye ekonomisi dünya krizinden muaf kalamayacak, bu kez ekonomik daralma sınıf mücadelelerini daha da çok tetikleyecek, AKP’nin altını daha çok oyacaktır.
- Arap dünyası, Akdeniz’in güney ve doğu sahilleri boyunca uzanan, Atlas Okyanusu’ndan Hint Okyanusu’na kadar bütün bir coğrafyayı etkisine almış bir devrimler ve isyanlar dizisi ile çalkalanıyor. Bu yetmiyormuş gibi, Avrupa’nın Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerinde, şimdilik İspanya ve Yunanistan’da da ekonomik krizin sonuçlarına karşı bir isyan ruhu doğmuş bulunuyor. Bu gelişmeler, Türkiye’de de mutlaka etkisini gösterecektir.
- Etkilerden biri, Arap devriminin güneyden Türkiye’nin kapısına dayanması anlamına gelen Suriye olaylarıdır. Suriye Türkiye’yi şimdiden etkilemeye başlamıştır. Henüz mülteci göçü sınırlı iken dahi, Türkiye’nin hâkim sınıfı ve yöneticileri, isyanın özellikle Kürt sorunu üzerindeki etkisinden kaygılarını saklamaya bile gerek görmemektedir.
- Türkiye’nin Kürt halkı, zaten yıllardır sergilemekte olduğu büyük mücadele azmini, Arap devriminin olumlu katkısıyla boyun eğmez bir cesaretle bütünleştirmiş bulunuyor.Türkiye’nin Kürt bölgesi her an patlayabilecek bir ön devrimci gerilimi barındırıyor.
Bütün bu gerilim ve çelişkiler önümüzdeki aylara ve yıllara damgasını vuracaktır. Sosyalist hareketin bütün bileşenleri, durumun patlayıcılığını kavrayarak buna göre yığınak yapmalıdır. Kürt hareketi bu kadar patlayıcı bir atmosferde halkı anayasal hayallerle oyalamamalıdır. Önümüzdeki çıkar yol, mücadele içindeki Kürt halkının yanına işçi sınıfının bütün mücadele eden unsurlarını katmaktır. Burjuvazinin iki kampının karşısına bir Üçüncü Cephe ile dikilmektir. Blokun seçim politikası buna hizmet etmemiştir. Kürt illerinde bir patlama yaşanırken batıdaki seçim kampanyasının yerinde saymasının nedeni budur.
Hareket yüzünü acilen işçi sınıfı ve emekçilere dönmeli, işçi sınıfının mümkün olduğu kadar geniş katmanlarını yanına çekmeye çalışmalıdır. İstikrar hayalleri Kürt hareketini, sosyalist hareketi ve işçi hareketini çıkmaz yollara sürükleyecektir.