Ramazan’ın ardından…
Bir Ramazan’ı daha geride bıraktık. Tuzu kurular, oruç tutarak fakirin halini anlamaya çalışadursun lüks otellerin iftar şovları hemen dışarıda kurulan mütevazı iftar sofralarıyla protesto edildi.
1999 yılının yazında İstanbul Bayrampaşa’da bir grev başlamıştı. Kimya Teknik grevi. Oldukça uzun süren bu grevi yakından takip etmiş ve grevin başarıya ulaşması için elimizden geleni yapmıştık. Grev işçiler için olduğu kadar bizim için de bir okuldu. Grev bir seneden fazla sürmüştü. Bizi en çok etkileyen olaylardan biri Ramazan bayramı geldiğinde işçilerin bir araya gelip bayramını kutlamak ve elini öpmek için patrona ziyarete gitmeleriydi.
Oysa Ramazan grevin beşinci ayına denk gelmişti ve grevin neredeyse her günü patronla amansız bir mücadele içinde geçiyordu. Sınıf mücadelesinin kılıçları çekilmişti. Ama bayram işte, küsler barışacak, büyüklere saygı gösterilecekti. İşçilere kan kusturan, haklarını yiyen patronun bayram kutlamasını da, saygıyı da hak etmediğini hele hele el öpmenin ne kadar yanlış olacağını tartıştığımızı hatırlıyorum. Patron, işçilerin hürmetine, stokları boşaltmak için fabrikanın kapısına kamyonları dayayıp çevik kuvveti de çağırarak karşılık vermişti.
Aynı sene tarihe mezarda emeklilik yasası olarak geçen yasa gündeme gelmişti. Tüm sendikalar bir araya gelerek yüz binlerce kişiyle Kızılay’ı zaptetmişti. Genel grev sesleri yükseliyordu. İşçi sınıfı ayağa kalkmışken 17 Ağustos depremi gerçekleşti. Deprem sarsmış, sistem yıkmıştı. Tabii en çok da çürük evlerde yaşamaya mahkûm bırakılmış işçiler enkazın altında kalmıştı. Sendikalar eylemleri durduklarını açıkladılar. İşçiler, öğrenciler, herkes depremin yaralarını sarmaya koşmuştu. DSP-MHP-ANAP hükümetinin bu harekete cevabı daha enkaz bile kaldırılmadan yangından mal kaçırırcasına yasayı meclisten geçirmek oldu.
İşte sınıf mücadelesi böyle bir şey, ne Ramazan ne bayram ne de felaket dinliyor. Uzlaşmaz karşıtları, düşman iki sınıfı yani burjuvazi ile proletaryayı barıştırmanın imkânı yok. Barış sandığınız ezilenin ezene boyun eğmesi olabilir ancak.
Bir Ramazan’ı daha geride bıraktık. Tuzu kurular, oruç tutarak fakirin halini anlamaya çalışadursun lüks otellerin iftar şovları hemen dışarıda kurulan mütevazı iftar sofralarıyla protesto edildi. “Sosyal İslam” söylemiyle öne çıkan İhsan Eliaçık gibi isimlerin öncülüğünü yaptığı girişim sol çevrelerden de destek buldu. Eylemlere basın da ilgi gösterdi. Hayatın her anını olduğu gibi Ramazanı da her sınıfın ayrı yaşadığını gösteren, burjuvaziyi teşhir eden eylemlerdi bunlar.
Bu girişimi yapanlar övgüyü hak ediyor. İslamı ve İslamcıları toptan gericilik torbasına dolduran Kemalistlere ve Kemalist kafalı sosyalistlere de iyi bir ders oldu. Kapitalizmin krizi derinleştikçe hayatın her alanı daha da fazla sınıfsal kutuplaşmalara sahne olacak. Dolayısıyla bu Ramazan’da kurulan proleter iftar sofralarının ilericiliğini teslim etmeliyiz. Tabii ki sınırlarını da görmek şartıyla…
Çünkü zenginle fakir arasındaki sosyal eşitsizliği teşhir etmek ya da israfı eleştirmek sınıfsal eşitsizlikleri ve sömürüyü kavramak anlamına gelmiyor. Nitekim iktidar derhal Recep Tayyip Erdoğan ve Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in ağzından israf ve lükse karşı demeçlerle gardını aldı. Biz lüks otellerde değiliz, iftar çadırlarında halka yemek dağıtıyoruz diye böbürlenen patronlar ortaya çıktı. Oysa Erdoğan lükse ve israfa karşı çıkıp gecekonduları dolaşırken tüm Ramazan boyunca kıdem tazminatlarını kaldıracak, mezarda emeklilik yasasından bile daha büyük bir saldırı yasasının hazırlıklarını yaptı. Çadırlarda iftar yemeği veren hayırsever patronlar ise bir günlük reklam panosu kirasını yemek şirketlerine verip kazandıkları sevabın yanında bonus olarak reklam yapmaya hayır demediler.
Zengin ve fakir arasındaki eşitsizlik tek bir sebepten kaynaklanıyor. Üretim araçlarının yani fabrikaların, tarlaların, ulaştırma araçlarının vb. özel mülkiyet altında olmasından ve bunlara sahip olan patronların buralarda çalışan işçileri sömürmesinden… Aktif siyasete soyunmamaya kararlı olan ama HAS Parti’ye sempatisini saklamayan İhsan Eliaçık bir insanın ancak bir evi bir de bineği olmalı fazlası haramdır; sömürü haramdır diyor. Biz de diyoruz ki o halde tüm fabrikatörler haramzadedir. Çünkü fabrikatör olup işçiyi sömürmemek olanaksızdır.
Peki o zaman israfa ve lükse karşı çıkan hükümetlerle, hayırsever fabrikatörlerle beraber yürünebilir mi? Anadolu’nun muhafazakâr, pek dindar, pek HAS fabrikatörleri şu kıdem tazminatı işine ne diyor? Fabrikalarında sendikalaşmaya nasıl bakıyorlar? Kapitalizmin büyük depremi olan krizde tüm bu fabrikatörler gibi onlar da kılıçlarını kime karşı çekecekler?
İnsani değerler farklı temellerde yükselebilir. Her toplumun kültüründe ve geleneklerinde ileri yanlar olabilir. Bu ilerici yaklaşımlara evet… İslam’a yoksulların gözlüğünden bakmaya evet! Ama bizi sömürenlerle barışmaya onlarla uzlaşmaya hayır! Eşitliğin ve özgürlüğün hüküm süreceği bir dünyaya ulaşmanın tek yolu sınıf savaşından geçiyor. O yüzden işçilerin, İslamcı burjuva partilerine değil Devrimci İşçi Partisi’ne ihtiyacı var!