Yeni anayasaya neden karşıyız?
2000’li yıllar AB afyonu yıllarıydı. Solda AB müzakerelerine ilişkin ne “demokratik devrim”ler yapıldı! Sonra Merkel ve Sarkozy Türkiye ile kavga çıkardı, Ortadoğu’da durum değişti, AB ekonomik kriz karşısında kendi muhtacı himmet dede haline geldi. AB önemini yitirdi. Bağımlılık kolay bitmez. Bir madde olmazsa ötekine geçilir. Şimdi 2010’lu yıllar anayasa afyonu yılları! Önce “sivil anayasa” ya da “demokratik anayasa” diye başladı, şimdi adı kısaca “yeni anayasa”. Herkes anayasa ile yatıyor kalkıyor.
Birazdan göreceğiz, burjuvazinin ve çeşitli temsilcilerinin anayasa ile yatıp kalkmasının çok sağlam nedenleri var. Onları anlamak mümkün. Kürt hareketini kısmen anlamak mümkün. Onun da anayasal değişiklikten beklediği somut şeyler var. Ya işçi hareketi? Ya sol? Ya demokrasi yanlısı kitle örgütleri, insan hakları savunucuları falan? Onlar ne bekliyor? Sorsanız, çoğunluk “Avrupa standartlarında bir demokrasi” der. Yani aslında Avrupa Birliği afyonu ithal malı olmaktan çıkmıştır sadece. Anayasa afyonu, AB afyonunun yerli malı olarak yetiştirilmiş versiyonudur. Ekonomide ithal ikamesi dönemi biteli çok oluyor. Solun politikasında ise yeni başlıyor.
Devrimci İşçi Partisi olarak biz solu, işçi hareketini, bütün ezilenleri bu “yeni anayasa” konusunda uyanıklığa çağırdık. Birincisi, burjuvazinin, büyük kitlelere şeker mahiyetinde birkaç hak kırıntısı verirken aynı zamanda “ekonomik anayasa” peşinde olduğunu söyledik. İkincisi, en azından 2011 seçimlerinden bu yana Tayyip Erdoğan’ın anayasadan beklediğinin başkanlık sistemi olduğunu anlatmaya çalıştık. Dolayısıyla, üçüncüsü, bütün toplumun üzerinde mutabık olacağı bir “sivil, demokratik anayasa”nın (böyle bir şey anlamlı ve mümkün müdür bir yana) gerçekçi bir proje olmadığına dikkat çektik. Dördüncüsü, işçi sınıfının ve (Kürtler hariç) öteki ezilenlerin mücadelesinin henüz masa başında anayasa yoluyla yeni haklar kazanma evresine gelecek kadar güçlü olmadığını, önce mücadelede güç kazanılması gerektiğini hatırlattık. Beşincisi, Kürt hareketinin uzun yıllara dayalı mücadele sonucunda bazı ciddi haklar elde etmesi söz konusu olursa, bunun yeni bir anayasa gerektirmediğine, bazı maddelerde çok radikal birtakım değişikliklerle sorunun çözülebileceğine işaret ettik.
2010 referandumundan bu yana iki yıl üç ay, 2011 seçimlerinden bu yana ise bir buçuk yıl geçti. Yukarıda işaret ettiğimiz her şey adım adım doğru çıktı. Bugün Tayyip Erdoğan’ın yeni anayasadan meramının kendisini büyük yetkilerle Çankaya’ya çıkartmanın yolunu döşemek olduğunu yadsıyacak kimse var mıdır? Erdoğan “Mart’a kadar görüşürüz, olmadı Nisan, sonra kendi işimize bakarız” demişken, bunun artık ayan beyan ortaya çıkmasının, mutabakat içinde bir “sivil, demokratik anayasa” projesini tuzla buz olmanın eşiğine getirdiğini yadsıyacak kimse? Peki, bu kadar zamandır meclisteki dört parti yeni anayasa üzerinde dirsek çürütüyor, kimse yeri göğü sarsacak önemli bir hak kazanımı üzerinde mutabakata varıldığını duymuş oldu mu? Tek bir konu çok ciddi tartışıldı: vatandaşlık tanımı. Ne var ki, o da (henüz bir yere ulaşılmış değil ama) tam tamına bizim yıllardır söyleyegeldiğimiz gibi, Kürt sorununun yeni bir anayasa gerektirmediğini, birkaç radikal değişiklikle çok adım atılabileceğini, hatta yeni anaysa ısrarının Kürt hareketinin kendine özgü taleplerinin de üstünü kapatabileceğini gösteren bir örnek değil mi?
Ama şimdi yeni bir dizi gelişme var ki, yeni anayasa hevesinin neden gericiliğin eline oynamak anlamına geldiğini bir kez daha en açık terimlerle anlatmamızı gerekli kılıyor. Bunlardan biri elbette, Tayyip Erdoğan’ın AKP’nin anayasa referandumunda BP ile işbirliği yapabileceğini söylemesi, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın da buna cevaben anayasa konusunda kendilerine en yakın partinin AKP olduğunu belirtmiş olması. Bir diğeri ise, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın Yargıtay ve Danıştay’ın (ve askeri yüksek mahkemelerin) birleştirilmesi yoluyla bir Temyiz Mahkemesi oluşturma konusunda ortaya attığı fikir. Bu iki gelişme, anayasa üzerinde bir kez daha berrak biçimde durulması için yeterli gelişmeler. (Anayasa konusunda AKP-BDP işbirliği meselesini, bu meselede konu anayasa ile sınırlı kalamayacağı için başka bir yazımızda daha ayrıntılı olarak ele alacağız.)
Şimdiden açıkça belirtelim: Biz yeni anayasaya karşıyız, çünkü (1) bu anayasa, burjuvazinin bugünkü anayasal ve yasal düzende kendisine engel olarak gördüğü pürüzlerin kaldırılması amacıyla yapılmaktadır ve (2) Tayyip Erdoğan için ısmarlama dikilmekte olan bir iktidar kılığı olarak hazırlanmaktadır.
Burjuvazinin anayasadan bekledikleri ve Marksistler
Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, pek yakın bir tarihte, uluslararası sermayenin yıllık beyin fırtınasının yapıldığı Davos’ta iken bir demeç verdi. Başka şeylerin yanı sıra, demeç şu cümleler bakımından da çok önemli idi: “Doğrudan yabancı yatırım bizde dünya ortalamasına göre 2012'de daha fazla azaldı. Yargı başta olmak üzere daha yapısal adımlar atılması gerekiyor. İstenen imzalar yatırımcıyı uğraştırıyor, yeni önlemler gerekli. Yatırımcıyı Türkiye'de hâlâ çok üzmeye devam ediyoruz. Bürokrasi ve yargıdaki belirsizlik yatırımcıyı çok yıldırıyor. Bu konuda gerekirse radikal adımlar atmamız gerekiyor.”
Babacan “yatırımcıyı Türkiye’de hâlâ çok üzmeye devam ediyoruz” diyor. “Yatırımcı” acaba on yıllardır, Özal’dan başlayıp Çiller’den geçip Tayyip Erdoğan’a kadar kendisine o kadar yeni olanak yaratılmışken neden “üzülüyor”muş? Bunun cevabını, ne talihliyiz ki, Türkiye’de yabancı sermaye yatırımları temelinde çalışan şirketlerin derneği olan YASED bize son günlerde verdi. Derneğin her yıl iki kez yaptırdığı barometre araştırmasında dernek üyelerine “Türkiye’de uluslararası yatırımların önünde en önemli engel nedir?” diye sorulmuş. Birinci sırada ne var dersiniz? “Hukuk güvenliğinin olmaması.” İpin ucunu bulduk galiba, hukuk önemli imiş! Ne gibi bir güvensizlik söz konusu olabilir acaba? Yabancı sermayeyi mülksüzleştirmeyi düşünecek bir işçi hükümeti şimdilik ufukta pek görünmüyor. Belki aynı ankete göre yabancı yatırımcıların Türkiye’ye önümüzdeki dönemde yatırım niyetleri bakımından enerjinin ilk sırada yer alıyor olması bize yol gösterebilir. Mesela sorun HES’lerle ilgili olmasın? Mesela Danıştay’ın bu tür projelere ilişkin verdiği yürütmeyi durdurma kararları uluslararası sermayenin olsun, yerli sermayenin olsun yatırım planlarını aksatarak zararlara yol açıyor olmasın?
İşte Danıştay’ın bu alandaki kararları yatırımcıyı “üzdüğü” için, AKP hükümeti 2010 referandumuna bu mahkemenin “kamu yararı” kavramı temelinde “yerindelik kararı” vermesini engellemeye ve yetkisini “idarî eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi” ile sınırlamaya yönelik bir hüküm yerleştirmişti.
Sorun çözülmüş görünüyordu. Ama formül tersine çevrildi: Bazı sosyalistlerin “yetmez ama evet”inin yerini sermayenin “evet ama yetmez”i aldı. Hüküm iyiydi ama Danıştay 2010 referandumundan bu yana büyük sorunlar çıkartmaya devam etti. Bunların sadece birkaç örneğini sayalım: Danıştay’ın 2010 referandumu sonrasında yürütmesini durdurduğu en önemli projelerden biri Hasankeyf’teki Ilısu Barajı ve HES projesi. Buna ilişkin karar 2013 yılında taraflara tebliğ edildi. Bunun dışında, 2011 yılında TOKİ’nin 5000 konut yapması için Başbakanlık Özelleştirme İdaresi tarafından özelleştirilen hazine arazilerine ilişkin özelleştirmenin iptali için TMMOB Bodrum İlçe Koordinasyonu tarafından açılan davada yürütmeyi durdurma kararı verildi. Danıştay 13. Dairesi, Türk Tabipleri Birliği'nin açtığı davalarda Ankara Etlik, Ankara Bilkent ve Elazığ'daki "Kamu Özel Ortaklığı" yöntemiyle açılan sağlık kampüsü ihalelerinin yürütmesini durdurdu (Ağustos 2012). Eğitim-sen’in başvurusuyla Danıştay 8. dairesi Fatih Projesi (öğrencilere tablet dağıtımı) kapsamındaki uygulamaları düzenleyen yönetmeliğin yürütmesinin durdurulması kararı verdi (Şubat 2012). Bunların yanı sıra, Türkiye’nin dört bir yanında doğayı korumak üzere mini HES’lere karşı harekete geçen köylü hareketlerinin bir bölümü Danıştay’ın kararları sayesinde hiç olmazsa geçici soluklanma olanağı kazanmış durumda.
Yukarıda verilen örneklerde elbette YASED’in listesinde ilk sırada yer alan enerji sektörü yatırımları büyük ağırlığı oluşturuyor, ama mesela Türk Tabipleri Birliği’nin başvurusu ile çeşitli “sağlık kampüsleri” ihaleleri de iptal edilmiş. Oysa YASED anketinde yatırım alanları arasında sağlık da üçüncü sırada!
Ne yapmalı? Hükümetin bulduğu yol, artık vakayı âdiyeden olan gizleme yöntemleriyle, 3. Yargı Paketi’ne Danıştay’ın geri kalan alanlardaki yürütmeyi durdurma yetkisini daraltan hükümler yerleştirmek. Temmuz 2012’de, yani referandumdan iki yıl sonra hükümet Danıştay’ın yatırımcıyı “üzmemesi” için bir girişim daha yapıyor. İdari Yargı Usul Kanunu’nun (İYUK) yürütmeyi durdurmaya ilişkin 27. maddesine bu tür kararların alınmasını zorlaştıran ve geciktiren hükümler ekliyor. Ama yatırımcı için sonuç gene “evet, ama yetmez”. Yukarıda verdiğimiz yürütmeyi durdurma kararlarının bir kısmı Temmuz 2012 sonrasında alınmış!
Yine aynı soru: Ne yapmalı? Dönüp Babacan’ın demecine bakarsak hükümetin bu sefer ne yapmaya yöneldiğini anlarız. Bir bölümünü tekrar okuyalım: “Yatırımcıyı Türkiye'de hâlâ çok üzmeye devam ediyoruz. Bürokrasi ve yargıdaki belirsizlik yatırımcıyı çok yıldırıyor. Bu konuda gerekirse radikal adımlar atmamız gerekiyor.” (Vurgu bizim.)
Radikal adım? 1868’den bu yana yani 150 yıla yakın süredir var olan Danıştay’ı kaldırmak! Danıştay nasıl kaldırılır? Ancak “sivil”, “demokratik”, yeni bir anayasa yapılarak! İşte Bekir Bozdağ’ın Danıştay’ı yeni kurulacak bir Temyiz Mahkemesi’nin statüsüne indirme konusunda yaptığı şaşırtıcı derecede “radikal” açıklamanın ardında yatan olaylar silsilesi bu. Soyut bir “bürokratik oligarşiye karşı savaş” değil. Somut olarak devlet yapısının sermayeye ayak bağı olan veçhelerini temizlemek, sermaye birikiminin önündeki pürüzleri ortadan kaldırmak.
Bu durumda YASED üyelerine ankette “2013 yılında beklediğiniz en önemli mevzuat değişikliği” diye sorulunca ilk sırada “yeni anayasa” diye cevap vermelerinde insanı şaşırtacak bir şey kalıyor mu? Solculara soruyorsunuz, “yeni anayasa”. Emperyalist tekellere ve ortaklarına soruyorsunuz ,“yeni anayasa”! Bunda bir tuhaflık görmemek mümkün mü?
Yukarıda matematik kesinlikle gösterilen bir şey var: Danıştay örneğinde, yeni anayasa burjuvazi ve AKP hükümeti tarafından elbirliği ile sermaye birikiminin önünde ayak bağı olan kurum ve hükümleri ayıklamak amacıyla kullanılacak bir araç niteliğini taşıyor. Burada Danıştay sadece son günlerde ortaya çıkmış çarpıcı bir vaka olduğu için örnek olarak kullanıldı. Danıştay bir proleter kurumu değil. Ama var olan düzenin çelişkilerinden yararlanmayı bilmeyen, halkın mücadelesi için bir savunma mevzisi veya bir sıçrama tahtası olarak kullanılabilecek kurumlardan ve yasal hükümlerden (bunlar işçi sınıfının bağımsızlığını ortadan kaldırmak amacıyla tasarlanmış olmadığı sürece) yararlanmamak da proleter bir politika değil. HES’lere karşı mücadelesinde yoksul köylü kitlelerinin doğayı ve kendi geçim olanaklarını savunmasında bir araç olarak işe yarıyorsa, Danıştay burjuvazinin aleyhine, emekçi sınıflar lehine etki yaratıyor demektir. Tarihin bu somut aşamasında Danıştay’ın kaldırılması bizim için yitirilmiş bir mevzi olur.
Ama mesele hiçbir biçimde Danıştay ile sınırlı değildir. Sermayenin önünde ayak bağı olan bu tür birçok hüküm var anayasada. Mesele şu: 12 Eylül Anayasası dahi sermayeye dar geliyor. İki nedenle. Birincisi, her anayasa içinde yapıldığı ülkenin siyasi geleneklerini bir ölçüde taşır. Eski gelenekten bazı şeyler her zaman kalır. 1982 Anayasası da 1961 Anayasası’na karşı yapıldığı halde onun bazı özelliklerini toptan temizleyemediği için bugün o kalıntıların temizlenmesi gerekiyor. İkincisi ve çok daha önemlisi ise, 1982 Anayasası yapılalı beri, dünyada ve Türkiye’de burjuvazi 30 küsur yıl önce başlattığı ve yaygın olarak neoliberalizm ve küreselcilik olarak bilinen sınıf taarruzunda çok daha ileri gitmiş durumda. Şimdi yeni mevziler fethetmek istiyor. Ama bunları taarruzun o ilk aşamasında hayal etmek bile güçtü burjuvazi için. Dolayısıyla, ne kadar gerici olursa olsun, 1982 Anayasası bile bugün burjuvazinin ihtiyaçlarına cevap vermiyor.
İşte “ekonomik anayasa” bu demek. Bugün siyasi dengelerde üstün konumda olan burjuvazinin yeni anayasadan esas meramı budur. Biz Marksistler de yeni anayasaya damga vuracak asıl özelliklerden ilkinin bu olacağını bildiğimiz için yeni anayasaya karşıyız.
Başkanlık sistemi ve Marksistler
Proletaryanın genel çıkarları açısından burjuva devletinin her türü, burjuvazinin işçi ve emekçi sınıflar üzerindeki diktatörlüğünü sağlamak bakımından aynı sınıfsal işleve sahiptir. Burjuva devletinin demokratik cumhuriyet biçimi, askeri diktatörlükten, faşizmden, Bonapartizmden ve başka baskıcı devlet türlerinden, işçi sınıfının ve potansiyel müttefiklerinin mücadelesinin örgütlenme koşullarının daha elverişli olması bakımından ayrılır. Dolayısıyla, sınıf karakteri bakımından ikisi aynı olsa bile, Marksistler demokratik cumhuriyeti (burjuva demokrasisini) faşizmin ve öteki baskıcı devlet biçimlerinin karşısında savunurlar.
Ama burjuva demokrasisinin farklı rejimleri arasında karşılaştırma başladığında, soyut ve genel gerekçelerle tercih edilecek bir rejim yoktur. “Parlamenter rejim başkanlık rejimine göre daha demokratiktir”, “kuvvetler ayrılığı ilkesi üzerine titremeliyiz” türünden genel geçer önermeler tarihi somut bir bağlama yerleştirilmediği sürece anlamsızdır. Aynı şey merkeziyetçiliğe ağırlık veren rejimlerle federasyonlar arasında da geçerlidir. Birinin ötekine üstünlüğü, tarih ötesi bir genel doğru olarak savunulamaz. Marx ve Engels, 1848 Alman devriminde Montesquieu tipi kuvvetler ayrılığını “küflü” bir ilke olarak karşılarına almışlardır. Bugün kendisini sosyalist kabul eden sol hareketlerin muhtemelen çoğunun demokrasi adına göklere çıkarttığı kuvvetler ayrılığı ilkesini savunmak, onlara göre, en azından devrim anları için gerici bir tutumdur. Her şey somut koşullara göre belirlenmelidir bu alanda.
Dolayısıyla, bizim soyut gerekçelerle başkanlık sistemine karşı çıkmamız söz konusu olamaz. Parlamenter sisteme de durup dururken karşı çıkmamız söz konusu olamayacağı gibi. Bazı yerlerde bazı zamanlarda, sınıf mücadelelerinin gelişimine göre başkanlık sistemi parlamenter sisteme göre proletarya açısından tercih edilecek bir rejim olabilir. Ya da tersi doğru olabilir. Soru, “başkanlık mı iyidir, parlamenter sistem mi?” diye değil, “bugün Türkiye’de başkanlık sisteminin anlamı nedir?” diye formüle edilmelidir.
Soru böyle sorulduğunda, kimse hakikati saptıramaz, gerçeklerin üstünü örtemez. Başkanlık sistemi Türkiye’de bu dönemde Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi daha en azından on yıl daha, sert, otokratik yöntemlerle yönetebilmesi için gündeme getirilmiştir. 2007-2011 arasındaki gücünün büyüsüne kapılan Erdoğan, partisinin tüzüğündeki üç dönem görev yapma sınırını fazla ciddiye alarak gözlerini ABD başkanlarından da geniş yetkilerle yerleşeceği Çankaya’ya çevirmiştir. 2010 referandumundaki % 58’in de aldatmasıyla bu yola iyice baş koymuştur. Şimdi artık geri dönemez. Mutlaka Çankaya’ya başkan olarak çıkmak zorundadır. Oysa o zamandan bu yana ufukta kendisi için tehlike bulutları birikmektedir.
İşte Türkiye’de başkanlık sistemine kökten karşı çıkmak için bu bize yeterlidir. Tayyip Erdoğan, burjuvazinin ortak çıkarlarını işçi sınıfına ve emekçilere karşı çok saldırgan politikalarla dayatmayı politikasının temeli haline getirmiştir. 28 Şubat’tan çıkarttığı en önemli ders budur. Evet, ABD ve AB ile iyi geçinmenin de ayakta kalması için önemli olduğunu biliyor. Ama gerektiği zaman bunlardan sapabiliyor. Hiçbir koşul altında terk edemeyeceği iki angajman vardır: birincisi, partisinin sahibi olan İslamcı burjuvazinin çıkarlarını her zaman en önde tutmak; ikincisi ise burjuvazinin otuz yıldır sürmekte olan sınıf taarruzunu her koşulda iktidarının temeli yapmak. Bu açıdan, Tayyip Erdoğan’ın başkanlığı, sınıf mücadelesinde burjuvazi tarafından on yıllık bir mevzi kazanmak anlamına gelir. İşçi sınıfı için de önümüzdeki on yıl boyunca her mücadeleye büyük bir dezavantajla başlamak anlamına. Elbette, Erdoğan seçildikten örneğin sadece bir yıl sonra bile sınıflar arasındaki güç dengesi değişebilir. Ama başlangıç konumları itibarıyla Erdoğan’ın Çankaya’daki varlığı sınıf mücadelesi açısından bir kayıp olacaktır.
Esasen, bir anayasa tek bir politikacının geleceği için onun amaçlarına uygun bir şekilde biçimlendiriliyorsa, o anayasanın hükümlerine bakılmaz. Bu tür anayasalar için referandum değil “plebisit” yapıldığını söylemek doğru olur. Tarihte buna benzer durumlar için kullanılan kavram budur. Çünkü o referandumda oylanan anayasa değil o güçlü adamın üstünlüğüdür. Fransa tarihinde “Bonapartizm” kavramının temeli olmuş Louis Bonaparte’ın plebisitle kendini imparator ilan ettirmesinden beri bu rejimlere “plebisiter rejim” denir. Türkiye tarihinde bunun en ileri örneği, 1982 Anayasası ile birlikte Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığının da oylanmış olmasıdır. O referandum aslında bir plebisitti. Kenan Evren’li rejim de (1982-1989) bir “plebisiter rejim”di. Şimdi de aynı türden bir rejim oluşturulmak isteniyor. Biz proletaryanın, emekçilerin ve ezilenlerin çıkarları temelinde politika yapan Marksistler için, istediği kadar ifade özgürlüğü içersin, istediği kadar yürüyüş ve örgütlenme özgürlüğü içersin, istediği kadar “Avrupai” olsun, yeni anayasa bu karakteriyle gericidir. Karşısında duracağız.
Kürt hareketi ve anayasa
Geriye bir tek mesele kalıyor: Kürt hareketinin anayasa meselesinde davranışı, solun tamamını dalga dalga etkileyecek, en azından önüne yukarıda ele alınanlardan farklı özgül bir sorun çıkaracaktır. Kürtlere özgürlük tanıyan bir anayasa yukarıdaki iki nedenle reddedilmeli midir? Bu yazıda bu soruya ayrıntılı bir cevap getirmeye çalışmak doğru olmaz. Bu yazı zaten yeterince uzundur, bu konuya ayrıntısıyla girmek okuyucumuzu zorlamak anlamına gelir. Şu kadarıyla yetinelim.
Yukarıdaki iki özelliği taşıyan bir anayasa Kürt hareketinin lehine sonuçlar doğuramaz. Görünürde, kâğıt üzerinde, bazı haklar verilmiş gibi durabilir. Ama Kürt sorunu anayasal değil siyasi bir sorun olduğu için anayasada görünen, siyasette olandan farklı sonuçlar doğurabilir. Erdoğan’a Çankaya’ya sıçraması için verilecek bir desteğin Kürt hareketi için faturası gelecekte elde edilecek hakların bütününden daha ağır sonuçlar doğurma potansiyelini taşır.
Kürt hareketine, hevallerimize eskiden anlatmaya çalışmıştık, yeniden hatırlatalım: Barış ve siyasi çözüm masasına oturmak, tarafların müttefik olması gerektiği anlamına gelmez. İnsan barışı esas olarak düşmanıyla imzalar. Kürt hareketi, Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin kendisinin siyasi anlamda düşmanı olduğunu unutarak masaya oturursa, onu muhatap değil müttefik haline getirirse, bundan zararı kendisi görür. Erdoğan’ın başkanlığını onaylamak AKP’yi muhatap değil müttefik olarak görmektir.
Erdoğan Kürt hareketine “benim başkanlığımı destekle, seninle barış yapayım” demiştir. Bunun anlamı “desteklemezsen yapmam”dır. Kürt hareketi Erdoğan’a “desteklemem” demeyi bilmelidir. Çünkü o koşulla gelecek barış sadece Kürtler için değil bütün bölge için felaketlere gebedir.