15-20 Temmuz 1974: Emperyalizmin Kıbrıs’a geri dönüşü

15-20 Temmuz 1974: Emperyalizmin Kıbrıs’a geri dönüşü

50 yıl önce, 1974’te Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir askerî operasyon başlatarak Kıbrıs’ın kuzeyini işgal etmesi, bunun 12 Ağustos’ta bir başka operasyonla konsolide edilmesi, Türkiye halkına yalnızca adanın Türk kökenli halkının hayatı ve güvenliğini sağlama gerekçesiyle övülmez. Aynı zamanda, başında Ecevit ve Erbakan’ın bulunduğu Türk hükümetinin bu hamlesiyle emperyalizmin oyununu bozduğu, Yunanistan Albaylar Cuntası’nın da devrilmesine yol açarak Doğu Akdeniz’e demokrasi getirdiği, Türkiye’nin “ulusal çıkarları”nı güvenceye aldığı ve benzeri tezler temelinde de savunulur. Yoldaşlarımızca hazırlanan ve operasyonun 50. yıldönümünde Gerçek sitesinde yayınlanan yazı, bütün bu olaylar dizisi ve genel olarak Kıbrıs sorunu üzerine okurumuza kapsamlı bilgi sağlamış bulunuyor. 1974’ten ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adını taşıyan ama kırk yılı aşkın sürede hemen hemen hiçbir ülkenin tanımadığı devletin 12 Eylül karşı-devrimi tarafından kurulduğu 1983’ten sonra ortaya çıkan tablonun Türk Kıbrıslıları güvenli bir hayata kavuşturmak bir yana, mafya, kumarhane, derin devlet müdahalesi, faşist örgütlenme ağı içinde toplumun bütün güvenliğini ortadan kaldırdığı gerçeği sözünü ettiğimiz yazıda zaten ele alınmıştı. Biz bu yazıda işin sözde anti-emperyalist boyutu üzerinde duracak, 1974 müdahalesinin bölgenin bütünü açısından ne ifade ettiği sorusunu irdeleyeceğiz.

İblis’in Akdeniz macerası

Bu yazı derin bir araştırmanın ürünü değil. Tek bir kitaptan hareketle bu iddiaların nasıl kof olduğunu anlatacak. Kitap ilk kez 2001 yılında basılmış, günümüze kadar da yeniden basımları yayınlanmıştır. The Trial of Henry Kissinger (“Henry Kissinger Yargılanıyor” diye çevirebiliriz) başlıklı bu kitabın yazarı Christopher Hitchens kitabı yazdığında Marksistti.[1] Dikkatli okurumuz bu kitabın Gerçek sütunlarında daha evvel sözünü ettiğimizi hatırlayabilir. Yaklaşık bir yıl önce, 11 Eylül 2023 tarihi Şili’nin halk oyuyla seçilmiş sosyalist başkanı Salvador Allende hükümetinin Genelkurmay Başkanı General Augusto Pinochet eliyle hazırlanan bir darbe ile devrilmesinin 50. yıldönümü olduğu için bu sitede Şili’nin bu dönemi hakkında bir dizi yazı yayınlamıştık. Bu yazılardan birinde, Amerika’nın Şili darbesinin mimarı olduğunu ortaya koymak üzere birkaç diğer kaynağın yanı sıra Hitchens’ın bu kitabından da yararlanmıştık. Hitchens’ın kitabı, adından da belli olduğu gibi, Şili ile ilgili değildir. ABD Başkanı Richard Nixon’ın iki dönemi boyunca (1968-1975), önce Ulusal Güvenlik Danışmanı, sonra Dışişleri Bakanı olarak görevlendirilmiş olan, aynı zamanda ünlü bir uluslararası ilişkiler profesörü olan Henry Kissinger’ın bu görevleri yerine getirirken işlediği suçlarla ilgilidir. Biz geçen yıl Şili yazısını yazdığımızda Kissinger 100 yaşında hâlâ hayattaydı ve Ukrayna savaşı konusunda Biden yönetiminin politikasıyla uyuşmayan bir tutum benimsediği için hâlâ tartışılan bir şahsiyetti. O yazıdan bu yana hayata veda etmiş bulunuyor.

İşte bu Kissinger, görev yılları göz önüne alınınca anlaşılacağı gibi, Kıbrıs’ın 1974’te yaşadığı kriz esnasında da ABD Dışişleri Bakanı idi. Hatta o dönemde Kissinger’ın başkanı olduğu Ulusal Güvenlik Konseyi üyelerinden biri, 1975 yılında Nixon’un devrilmesine yol açacak Watergate skandalı 1974’ten itibaren başkanın bütün zaman ve enerjisini tüketmekte olduğu için Kissinger’ın “ulusal güvenlik alanında ülkenin vekâleten devlet başkanı” (78) konumunda olduğunu söyler.[2] Emperyalist âlemin en güçlü ülkesinin en yetkili yöneticisi konumunda olduğuna göre, Kissinger’ın 1974 yazında Kıbrıs’ta yaşananlar konusunda yaptıkları Amerikan politikasının özünü verir.

Şili yazısında biz Kissinger’a “İblis” adını takmıştık. İblisin eli, Şili’den Endonezya ve Doğu Timor’a, Arjantin’den Vietnam ve Bangladeş’e, dünyanın her yerinde hile ve desiseye, komplo ve darbeye dayalı yöntemlerle çok sayıda halkın kaderini etkilediği için, o enternasyonalistler için bir düşmandır. Düşmanımıza uygun gördüğümüz “kod adı”nı kullanmaya burada da devam edeceğiz.

İşte bütün gezegeni dolaşan bu zalim uygulamaları dizisinde İblis, Akdeniz dünyasına da elini Kıbrıs’ın 1974 krizinde daldırmıştır. Hitchens’ın ABD devletinin açıklanmış belgeleriyle kanıtladığı gibi, Kissinger, yani o dönemde Amerika’nın “vekâleten devlet başkanı” konumundaki şahıs, Sampson darbesini sonuna kadar desteklemiştir. Görelim.

15 Temmuz Sampson darbesi Amerikan darbesidir!

Bu gerçek Kissinger tarafından hep yadsınmıştır, Kissinger kendisinin ve maiyetindekilerin darbe hazırlıklarından en ufak bir haberi olmadığını iddia etmiştir. Yani ona göre Amerika açısından 1974 Kıbrıs krizi politikada büyük bir atlamadır, boşluktur, hazırlıksız yakalanmadır. Sampson darbesi bütün dünyanın paryası haline gelmiş Yunan Albaylar Cuntası’nın kendi başına gerçekleştirdiği bir marifettir. Hitchens’ın Kıbrıs sorununun tartışılmasına büyük katkısı bu yalanı yadsınamaz biçimde teşhir etmektir.

Hitchens çeşitli kanıtlar sunuyor. Bunların en önemlilerini aktaralım:

  • Yunan Albaylar Cuntası’nın gizli polisinin şefi ve cuntanın fiili lideri Dimitrios Yuannides’in, Kıbrıs’ta, Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı darbe hazırlamakta olduğunun, bu darbede Makarios’un öldürüleceğinin Amerika tarafından bilinmemesi politik konjonktür bakımından mümkün değildi. Çünkü cunta dönemi Yunanistan’ı Avrupa Konseyi’nden geçici olarak ihraç edilmiş ve yalıtılmıştı. Amerikan Altıncı Filosu devrimci öğrenci hareketinin mücadelesi sonucunda Türkiye limanlarına gelmekten kaçınmak zorunda kaldığı için cunta ona Yunan limanlarını açmıştı. Cunta ABD’nin avucunun içinde bir oyuncak gibiydi. (80-81)
  • Ayrıca darbe hazırlığının Amerikalılar tarafından bilindiğine dair resmî belgeler mevcuttur. ABD Dışişleri Bakanlığının (yani Kissinger’ın başında olduğu bakanlığın) Kıbrıs masası başkanı Mayıs 1974’te yazdığı raporda tehlikeyi açık açık anlatmış ve ABD’nin cuntayı vazgeçirmek üzere mutlaka harekete geçmesi gerektiğini belirtmiştir. İblis hiçbir şey yapmamıştır. (81-82)
  • 1974 Haziran başında Senato Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı ve çok etkili bir politikacı olan Senatör William Fulbright Kissinger’ı darbenin gelmekte olduğu konusunda uyarmış, Amerika’nın darbeyi engellemek için mutlaka adım atması gerektiğini söylemiştir. İblis yine parmağını bile kıpırdatmamıştır. (82)
  • Yuannides ile ABD Büyükelçiliği değil CIA doğrudan iletişim ayrıcalığına sahiptir. Kissinger ise hem Dışişleri Bakanı hem de Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı olduğu için (Amerikan tarihinde bu iki görevi birleştiren tek Dışişleri Bakanı odur!) aynı zamanda Şili yazımızda sözünü ettiğimiz örtülü operasyonlardan sorumlu “40’lar Komitesi”nin de başkanıdır. Dolayısıyla, istihbarat ile ilgili bütün çalışmalardan da haberdardır. (83)
  • Darbeden yaklaşık 10 gün önce Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios Yunan cuntasına bir “Açık Mektup” yollamış ve “EOKA-B teröristlerinin faaliyetlerini Yunanistan’ın askerî rejiminin kadroları desteklemekte ve yönetmektedir” gibi olağanüstü bir ifşada bulunmuş, Atina’nın kendisinin “insanî varlığını ortadan kaldırmanın peşinde” olduğunu da belirtmiştir. (84)

Bütün bunlara rağmen Kissinger darbenin kendisi için sürpriz olduğu pozunu benimsemiş, bilgisini daima yadsımıştır. Aslında darbenin Amerikan darbesi olduğunu gösteren başka delillerden de söz edilebilir:

  • Darbeyle kurulmaya çalışılan yeni rejimin “cumhurbaşkanı” ilan edilen Nikos Sampson hem CIA hem de Yunanistan’da CIA paravanı olarak hareket eden bir gazete tarafından finanse edilen bir şovenisttir. İktidarda kaldığı dokuz gün içinde Yunanistan dışında hiçbir ülke bu sözde cumhurbaşkanını tanımamıştır. ABD bu rejimi de facto (fiilen) tanıyan tek ülke olmuştur. (85)
  • Makarios’un başkanlık sarayı bombalanmış, kendisi öldürülmek istenmiş ama kaçmayı başarmış, sonunda Birleşmiş Milletler’e başvurmak amacıyla New York’a gelmiştir.  Kissinger’ın Makarios’la görüşmesi gündeme gelince Dışişleri Bakanlığı adına basına yapılan açıklamada Kissinger’ın “Cumhurbaşkanı Makarios” ile görüşeceği değil, “Başpiskopos Makarios” ile görüşeceği ifade edilmiştir. Bunun diplomasideki anlamı Makarios’un artık cumhurbaşkanı sıfatını taşımadığıdır. İşte Sampson rejimini de facto tanıma! (86)

Nasıl bilmiyorsun darbe olacağını İblis? Kendi ülkenin devlet yapısı içinde senden sonra dış politika alanının en etkili ve yetkili kişisi Senato Dış İlişkiler Komisyonu’nun büyük itibara sahip başkanı sana “Yunanistan Kıbrıs’ta darbe hazırlıyormuş, engelleyin” diyor. Sağır mısın? Nasıl bilmiyorsun darbe olacağını İblis? Bir devletin (Kıbrıs Cumhuriyeti) başının bir başka devletin hükümetini (Albaylar Cuntası) kendisini öldürmenin peşinde olmakla suçladığı Açık Mektup’u okumadın mı? Kör müsün?

20 Temmuz işgali ABD planının parçasıdır!

Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda izlediği politikada her şeyi “ulusal çıkarlar”la ilişkilendiren ve “ulusal çıkarlar”ın insani değerlerin en yüksek hali olduğu inancına sahip oldukları için destekleyen ama kendini ısrarla solcu, hatta sosyalist sayanlar şimdi heyecanla ve hevesle haykıracaklardır: “Tamam işte, siz kendiniz kanıtlarıyla anlattınız, Sampson darbesi Amerikan darbesi, o zaman Türkiye’nin Barış Harekâtı Amerikan oyununu bozuyor, anti-emperyalist bir karakter taşıyor!” Böyle hızlı birtakım sonuçlara ulaşmanız tavsiye edilmez. İblisin stratejisinin bu kadar dar ufuklu olduğunu nasıl düşünebilirsiniz?

Şimdi kendinize bir soru sormanızı tavsiye ederiz: En büyük emperyalist gücün “vekâleten devlet başkanı” konumunda olan, 20. yüzyılın ikinci yarısına damga vurmuş bir diplomat Makarios’un devrilmesi için bütün koşulları hazırlıyor. İyi de ya sonra?

Uluslararası hukuk ayaklar altına alınmıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantörü konumunda olan ülkelerden biri onu yıkmaya girişiyor. Öteki ikisinin ellerini kollarını bağlayıp bekleyeceğini mi varsayıyordu Kissinger? Mümkün değil. Kıbrıs meselesini biraz bilen kimse Yunanistan bu kadar gün ışığında suç işlediğinde Türkiye hükümetinin başında kim olursa olsun, zaten onlarca yıldır “Ya taksim ya ölüm!” nidalarıyla koşullanmış bir ülkede duruma müdahalesinin hemen hemen kesin bir olasılık olduğunu bilir. İblisin, satranç oyununda bir sonraki hamlenin ne olacağını bilmeden böyle bir işe soyunması mümkün değil.

Acaba bütün geniş ufuklu bakışına rağmen, Türkiye’nin müdahalesinin hemen hemen kesin olduğunu atlamış mıydı Kissinger? Hayır! Tam tersine! Her şey olup bittikten sonra yazdığı anılarının Years of Upheaval başlıklı cildinde (1982) Kissinger kendisi ağzından kaçırmıştır: “Kıbrıs’ta iki toplum arasında bir daha kriz yaşanırsa bunun Türkiye’yi müdahale etmeye sevk edeceğini daima varsaymıştım.” (79) Ne demek bu? Kissinger kendisi de aynen genel kanıya uygun şekilde, Yuannides/Sampson darbesinin Türkiye’yi müdahaleye iteceğini bal gibi biliyordu!

Okura bunun anlamını iyi tartmasını öneririz. Kissinger’ın politikası demek ki Yunan yanlısı bir politika değildi. “Tavşana kaç, tazıya tut” politikasıydı. Kissinger, Sampson darbesini Türkiye’yi müdahaleye iteceği için istiyordu!

Peki neden? NATO’nun “Güney Kanadı” olarak anılan Türkiye-Yunanistan kanadını sarsacak bir çatışmayı göze alabilecek kadar önemli olan neydi Kıbrıs’ta? Şuydu: Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu Kıbrıs sorununun özü açısından bir bela haline gelmiştir. Kıbrıs sorununun özünü anlamayan 1974 krizini de anlayamaz.

“Kıbrıs sorunu” denen siyasi mesele 1940’lı yıllarda doğmuştur. Çünkü o yıllarda Rum Kıbrıslılar sömürgeciliğe karşı ayağa kalkmıştır. İkinci Dünya Savaşı dönemi ve sonrası (kimi devrimlerle kimi anlaşmalarla gerçekleşen) bir büyük dekolonizasyon dalgası yaratmıştır. İngiltere Kıbrıs’ın da aynı yola girdiğini görür görmez adada kendisi için vazgeçilmez olan tek şeyi muhafaza edebilmek için bir strateji oluşturmuştur. Ünlü “böl ve yönet” stratejisinin burada esası, adanın nüfusunun beşte birini oluşturan Türk Kıbrıslı toplumun yeni düzenlemeden kendine pay istemeye teşvik edilmesidir. Bir yanda Rum toplumunda Yunanistan’ın desteklediği faşist EOKA, öte tarafta adanın bölünmesi için Türkiye’nin derin devleti tarafından kurdurulan gerici Türk Mukavemet Teşkilatı iki toplumu baskınlarla, cinayetlerle birbirine düşürmüştür.

İngiltere’nin muhafaza etmeyi stratejik hedef olarak saptadığı “tek şey” nedir? Bunun bir adı vardır: Ağratur (Akrotiri) ve Dikelya ikiz askerî üsleri. İngiltere Ortadoğu’yu (Batı Asya’yı) gözü gibi önemser. Eskiden beri (ve savaş sırasında hâlâ) İngiliz sömürgesi olan Hindistan’a bağlanan yolun üzerinde olduğu için (Hint alt kıtası 1948’de bağımsızlığını kazanınca bu faktörün önemi azalmıştır), 20. yüzyılın başından itibaren ise petrol (ve daha sonra doğal gaz) kaynakları dolayısıyla. Kıbrıs adası onun için Ortadoğu’ya çevrilmiş bir tüfektir!

Sömürgecilik karşıtı mücadele bütün Kıbrıs halkını kapsayacak bir şekilde birleşik olarak yürüse taleplerin arasında İngiltere’nin “tasını tarağını toplayıp gitmesi”, yani Ağratur ve Dikelya askerî üslerinin kapatılması talebinin de olması çok yüksek ihtimaldir. Mısır 1952 sonrasında bırakın askerî üsleri, Süveyş Kanalı’nı bile emperyalistlere bırakmamıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasından sadece iki yıl sonra (1962’de) bağımsızlığını kazandığında Cezayir’in topraklarında stratejik önemde bir ya da birkaç askerî üs olsaydı bunların Fransa’nın elinde kalmasına izin vermesi mümkün müydü?

Oysa hepimizin bilmesi gerekir ki, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devrilişinden bu yana 50, kuruluşundan bu yana yaklaşık 65 yıl geçtiği halde bu iki üs ayaktadır ve Batı Asya’nın bütün anti-emperyalist mücadelelerine karşı (en son El Aksa Tufanı sonucunda başlayan Gazze soykırımı çerçevesinde yaşananlar da dâhil) kullanılmaktadır!

Kıbrıs Cumhuriyeti emperyalizmin adadaki çıkarlarını tehdit ediyordu

Ama Kıbrıs’ta sadece şoven/ırkçı milliyetçiler ve faşistler yoktu. Kıbrıs toplumunun içinde hem Rum Kıbrıslılar hem de Türk Kıbrıslılar zemininde canlı bir damar Kıbrıs halkının birleşik bir mücadeleyle sömürgeciliği def etmesi için mücadele ediyordu. Bu yazının tepesinde gördüğünüz fotoğraf, iki halkın kardeşçe emperyalizmi kovmak için verdiği kavganın işçi sınıfı saflarında mücadele ederken faşistlerin saldırısında hayatını yitiren iki sendikacının, Kavazoğlu Ali Derviş ile Kostas Mişaulis’in cansız bedenlerini gösteriyor. Kıbrıs Cumhuriyeti Yunan devletinin Enosis, Türk devletinin Taksim politikalarına rağmen gerçekleştiyse, bu kardeşlik ve Kıbrıslılık bilinci sayesindedir.

Doğrudur, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşunun temelini oluşturan antlaşmalar Ağratur ve Dikelya’ya dokunmamıştır. Ama zamanın ne getireceği bilinmemektedir. 1960’lı yıllarda dünya halklarının gittikçe hızlanan bir süreç içinde ayağa kalkması bir olgu olarak ortada iken, emperyalist ülkelerin başkentleri devasa kitlelerin Che’den devraldığı “İki, üç, daha fazla Vietnam!” sloganı ile çınlarken, Kıbrıs’ın “şişede durduğu gibi duracağını” kim garanti edebilirdi? İngiltere gibi kurnaz ve deneyimli bir emperyalist devletin ve Amerika gibi kollarını dünyanın her yanına uzatmış bir hegemonik gücün her bir mevzileri için “sıra buraya ne zaman gelecek?” sorusunu telaşla sorduğu bir dönemde Kıbrıs da üslerin mücadelenin yeni hedefi haline geleceği bir evreye girebilirdi.

Çok önemli ve güçlü bir şahsiyet olan Başpiskopos Makarios’un tercihini Bağlantısızlar Hareketi’nin tarafından yapması, daha 20 yıl önce Nazileri perişan ederek Yugoslavya’nın birliğini sağlamış Tito’ya, emperyalistleri Süveyş’te utanç dolu bir yenilgiye maruz bırakmış Nâsır’a, Cezayir’de Fransa’nın arkasına bakmadan Kuzey Afrika’dan kaçmasını dayatan NLF hükümetine, uzak Hindistan’da İngiliz emperyalizmine karşı efsanevi bir bağımısızlık mücadelesi vermiş Gandhi’den miras harekete ve başka ülkelerdeki benzerlerine katılması, emperyalist merkezlerde kırmızı ışıkların yanıp sönmeye başlamasına yol açmıştır. Hem iki emperyalist ülke hem NATO üyesi Yunanistan ve Türkiye Makarios’un düşmanı olmuştur.

Bu düşmanlar arasında belli ki Kissinger da vardır. Anılarının Years of Renewal (“Yenilenme Yılları”) başlığını taşıyan son cildinde (1999) açıkça Makarios’u (diplomatik bir dille) “Kıbrıs’ta yaşanan gerilimlerin çoğunun doğrudan nedeni” olarak nitelemektedir. (79)

Okurun iyi anlaması gerekir: Bazen bazı tarihî şahsiyetler kendi niyet ve özelliklerinden çok ötede bir tehlikenin kaynağı ya da simgesi haline gelebilir. Emperyalizmin ve kapitalizmin tarihinde komünistleri, devrimcileri, anti-emperyalistleri vb. ezmek için yapılan hareketlerin bir bölümünde, esas hedefte olan hareketin dışında, o an ülkenin başında olan burjuva politikacıları da emperyalizme bir tehdit kaynağı olarak görünebilir. 1950’li yıllarda Guatemala’da Amerikan darbesiyle devrilen Arbenz gibi, 1960’lı yıllarda Endonezya’da tarihin gördüğü en büyük katliamlardan biriyle komünist hareket bastırılırken devrilen Sukarno gibi, 1970’li yıllarda genel anti-emperyalist yükselişin Kıbrıs’ta öne sürdüğü şahsiyet olan Makarios da arkadan daha kötüsü gelir korkusuyla devrilmiştir.

İblis, Yunan Albaylar Cuntası’nı birinci aşamada Makarios’tan kurtulmak, ikinci aşamada adayı bölmek amacıyla darbe yapmaya kışkırtmıştır. Yani 1960 öncesi İngiliz “böl ve yönet” politikasını canlandırmıştır. “Kıbrıs’ta iki toplum arasında bir daha kriz yaşanırsa bunun Türkiye’yi müdahale etmeye sevk edeceğini daima” varsaymış olan bu hile ve desise üstadı, ikinci adımla, yani Türkiye’nin müdahalesiyle adanın bölüneceğini biliyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Yunanistan’ın emperyalizme en çok tutsak olduğu, her taraftan yalıtıldığı için ABD’nin elinde oyuncak haline geldiği bir anda, kirli işi Albaylar Cuntası’na yaptırarak Türkiye’yi müdahaleye sevk etmiş ve Kıbrıs’ı yeniden bölmüştür.

Dikkat! Kissinger Türkiye’nin 20 Temmuz müdahalesinin engellenmesine ya da püskürtülmesine ilişkin her girişimi savuşturmuştur. ABD Kongresi’nin Türkiye’ye misilleme yapılmasına ilişkin çabalarını sabote etmek için elinden geleni yapmıştır. Yazar Hitchens, Kissinger’ın Türkiye’nin askerî müdahalesine ilişkin tutumunu anlattığı pasajı şu cümleyle bağlıyor: “Aslında o kadar Türkiye yanlısı hale geldi ki, sanki Yunanistan’ın albayları hakkında hiçbir şey duymamış gibi oldu.” (87) İblis’in operasyonun ikinci aşamasında müttefik değiştirmesinin daha temiz bir anlatımı olabilir mi?

Yoldaşlarımız daha önce bu sitede yayınlanan Kıbrıs yazısında Ecevit’in “harekâtın başarıya ulaşmasının ardından ABD yetkililerinden birinin kendisini ‘sizi kutlarım’ diyerek tebrik ettiği”ni söylediğini kaydediyorlar. Yapılan toplantıda ABD heyetinin başında Siyasi İşlerden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Joseph Sisco vardır. Sisco, Kissinger’ın Batı Asya’da mekik diplomasisini bile emanet ettiği mutemet adamıdır. Aynı kaynak, Ecevit’in daha sonra Amerika’ya gittiğinde Sisco’nun kendisi şerefine bir yemek verdiğini ve ona konuşma yaptırmış olduğunu söyleyerek övündüğünü de kaydediyor. İblisin çömeziyle yiyip iç, sohbet et, gerdan kır, sonra da anti-emperyalist askerî operasyon yapmış olduğunu iddia et!

İşte bizim “emperyalizmin Kıbrıs’a geri dönüşü” olarak andığımız süreç budur.

Amerika ve İngiltere’nin eline oynamak!

Bazıları şöyle diyecektir: “Olur mu? Emperyalistler adanın bölünmesine hep karşı çıktı. KKTC’yi tanımadı, bir türlü taksimin resmî çözüm haline gelmesine izin vermedi. Johnson mektubu var, silah ambargosu var. Şu var, bu var.”

Emperyalizmin “kadir-i mutlak” olduğuna iman getiren biz değiliz. Türkiye’nin “ulusal çıkarları”nı NATO ile güvence altına almak isteyenler ve milliyetçi küçük burjuvalardır bu boş ve tehlikeli fikirleri yayanlar. Emperyalizm hep tahditler (kısıtlamalar) altında çalışır. Tek bir hedefi yoktur, tek bir dostu ya da düşmanı olmadığı gibi. Emperyalizmin, özellikle Amerika gibi bir hegemonik gücün ve onun “özel ortağı” İngiltere’nin bütün dünyayı yönetmeye çalıştığını hatırlamak yeter. Bu, her bir ülkede belirli güçlere biraz bir şeyler vermeyi, düşman güçler arasında bazen denge politikası izlemeyi, anlaşamayan ülkeleri aynı ittifakın çatısı altında tutmayı gerektirir. Türkiye ile Yunanistan aynı emperyalist örgütün, emperyalizmin en önemli örgütünün, NATO’nun, 72 yıldır çatısı altında bir arada. Emperyalizmin her ikisinin de çıkarlarına dikkat göstermesi kaçınılmaz. Böldü ama bu kadar bölebildi. Daha öteye gidemedi, gidemiyor. Ama böldü. Onun amacı gerçekleşti. Birleşik bir anti-emperyalist Kıbrıs hedefini parçaladı. İki taraf Yunanistan ve Türkiye ve iki toplum (Rum Kıbrıslılar ve Türk Kıbrıslılar) bugün karşı karşıya duruyor.

Şimdi örneğin Türkiye Kuzey Kıbrıs’ı ilhak ederse emperyalist sistemden büyük bir yaygara başlayacaktır. Başka alanlarda çok sıkışmış bir Türk hükümeti neredeyse böyle tehlikeli bir işe kalkışabilir de. Bu, Avrupa Birliği’nin kendisinin toprağı olarak gördüğü toprakların ilhak edilmesi olur. Böyle bir durumda emperyalizm yaygaraya başladığında ancak dünya sisteminden hiçbir şey anlamayanlar “demek ki Türkiye anti-emperyalist bir yolda” der!

Emperyalistlerin istediği olmuştur. Birlik bozulmuştur. Ağratur ve Dikelya ayaktadır. 1974 Barış Harekâtının nihai sonucu, “Kıbrıs Türk’ünü kurtarmak” ya da “Türkiye’nin ulusal çıkarlarını korumak” falan olmamıştır. Emperyalizmin Kıbrıs’a geri dönmesini sağlamak olmuştur.

 


[1] Christopher Hitchens, The Trial of Henry Kissinger, New York: Verso, 2002. New York’ta yaşayan bir İngiliz vatandaşı olan Hitchens, El Kaide’nin 11 Eylül 2001 saldırısından sonra dünyanın karşısındaki en büyük tehlikenin İslamî gericilik olduğu kanaatine vararak Marksizmden kopmuştur. Kitap Hitchens’ın Marksist döneminin ürünüdür.

[2] Tek bir kaynağa yaslandığımız için, Hitcehns’ın kitabına referansları metinde sayfa numaralarını parantez içine alarak veriyorum.