Sosyalist Güç Birliği yeni bir iki buçukuncu cephe olmamalı
Türkiye siyasetine işçi sınıfının damgasını vurmasının gerektiği, ekonomik kriz başta olmak üzere geniş kitlelerin yakıcı ve acil sorunlarına düzen dışı, radikal ve devrimci çözümlerin kendisini dayattığı, tüm bunlar için emperyalizmden, sermayeden ve devletten bağımsız sosyalist bir odak oluşturmanın elzem olduğu bir dönemde dört sosyalist parti Sosyalist Güç Birliği ilan ettiler. Devrimci İşçi Partisi olarak öteden beri siyasete işçi sınıfının damgasını vurmayı hedefliyor ve bunun için bağımsız bir sosyalist odak inşasının son derece önemli olduğunu savunuyoruz. Bu doğrultuda söz konusu girişimi de önemli görüyor ve yakından takip ediyoruz. Ancak bu girişim ortaya koyduğu deklarasyonla sınıf siyasetinin ve mücadelesinin gereklerine ve ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak olduğunu en baştan göstermiş bulunuyor.
Deklarasyonun temel siyasî konularda öne sürdüğü politikaların işçi sınıfı sosyalizmi perspektifinden ciddi bir eleştiriye tabi tutulmasının gerekli olduğu açıktır. Ancak böyle bir tartışmaya girişmeden önce en temel meseleden başlamak gerekir. Ortaya konan şu ya da bu politik önerme yanlış, eksik ya da tutarsız olabilir ama esas sorun Sosyalist Güç Birliği’nin halkın karşısına bir iktidar iddiasıyla çıkmıyor olmasıdır. Bir başka ifadeyle hali hazırda güç birliği yaptığını söyleyen sosyalistler halkın en temel ve yakıcı sorunlarının çözümü için kendilerini adres göstermemektedirler. Seçimler yaklaşırken sosyalistler bir güç birliği yapmaktadır, ama seçimin en önemli, hatta zincirli meclis olgusu dolayısıyla gerçekten tek önemli konusu olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday çıkartmamaktadır. Elbette ki siyaset, hele ki sosyalistler açısından siyaset, seçimlerle sınırlandırılamaz. Seçimlerden çok daha önemli mücadele alanları vardır. Ancak daha az önemli olduğu söylenen seçimlerde bir alternatif sunmaktan, kendini adres göstermekten imtina eden bir odak başka daha önemli alanlarda iddialarını nasıl inandırıcı kılabilir? Elbette kimse için başta da sosyalist siyasetin esas muhatabı olan emekçi halk için bu tür bir sosyalist siyasetin hiçbir inandırıcılığı olmayacaktır.
Bu en temel meseledir. Sosyalistler kendilerini seçimlerde ve seçim dışında bir çözüm odağı olarak ortaya koymadıkları müddetçe siyaseten kendi kendilerini sıfırlarlar. Bu aşamadan sonra güç birliği yapmanın da güç birliğini genişletmenin de gerçek bir anlamı kalmayacaktır. Sıfırla dördü de, yediyi de, hangi sayıyı da çarparsanız çarpın sonuç yine sıfır olacaktır. Erdoğan’ın gitmesi için düzen siyasetinin dayattığı matematiği belirleyici bir çerçeve olarak kabul edenler siyasetin böyle bir matematiğinin olduğunu da hesaba katmalıdır. Devrimci İşçi Partisi’nin sosyalist odak tartışmalarında Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusu üzerinde bu kadar vurgulu şekilde durmasının sebebi budur. Sosyalistlerin önce bu konuda bir netliğe kavuşması gerekir. Cumhurbaşkanı adayı çıkartmak tabii ki tek başına yeterli değildir. Sosyalistlerin ne söylediği, emekçi halkın en yakıcı sorunlarında hangi çözümleri öne sürdüğü, kapitalist düzenin ve istibdad rejiminin toplumu sürüklediği krizlere nasıl bir çıkış yolu önerdiği de bir o kadar önemlidir.
Sosyalizm sadece adında, işçi sınıfının ise adı bile yok
En başta düzen siyasetine karşı sınıf siyasetinin ihtiyaç olduğu bir ortamda Sosyalist Güç Birliği, işçinin, işçi sınıfının adını dahi anmayan bir deklarasyonla çıkış yapıyor. Derinleşen ekonomik krizin sınıf çelişkilerini keskinleştirdiği ve işçi mücadelelerinin arttığı, direnişler, işgaller ve grevlerle sınıfın kıpırdanmaya başladığı bir dönemde işçi sınıfını görüş açısına almayan bir “sosyalist” güç birliğinin işçi sınıfı nezdinde siyasî bir alternatif olmak için yola çıkmadığı anlaşılıyor. Peki bir sosyalist güç birliği, işçi sınıfını, esas almayı bir tarafa bırakalım kadrajına dahi almıyorsa, bu güç birliğinin sosyalistliği neyi ifade ediyor, güç birliği hangi siyasal konumda bir odaklaşma sağlıyor? Deklarasyonda güç birliğinin sadece ismi sosyalist ama siyasal pozisyon ve ilkelerin tarifinde sosyalizmin esamesi okunmuyor. “Cumhuriyetin 100. Yılı” teması metnin kurgusuna ilk cümleden itibaren kendisini hissettirirken hedef olarak emekçilerin laik, demokratik ve bağımsız cumhuriyetinden bahsediliyor yani sosyalizm Güç Birliği’nin ufkuna dahi girmiyor. İşçi sınıfı, genel ve muğlak “emekçiler”, “emekçi halk” kavramı içinde yok ediliyor. Bu küçük burjuva sosyalizminin tipik bir özelliğidir ve kapsayıcılık kaygısıyla yapılmış bir tercih değildir. Temelinde işçi sınıfını siyasal özne olarak görmemek vardır. Oysa bugün ihtiyaç tam da işçi sınıfını düzen siyaseti karşısında siyasal bir merkez haline getirmektir. Genel olarak emekçi halk ya da daha kapsayıcı olduğu düşünülen emekçiler, işçi sınıfının toplumsal, ekonomik ve siyasî hegemonik gücü olmadan siyasal bir özne olamazlar. Ama zaten Sosyalist Güç Birliği’nin böyle bir amacı ve perspektifi de bulunmuyor. Birinci maddeden itibaren emekçi halka biçilen tek rol “siyasete güçlü bir biçimde katılım”dan ibarettir.
İşçi sınıfı daha genel ve muğlak emekçiler kavramı içinde yok edilirken konu sermayeye gelince daraltma ve somutlaştırma görüyoruz. Sermaye bir bütün olarak hedefe konmuyor, “sermaye çeteleri” hedefe konuyor. Çünkü laik, demokratik ve bağımsız bir burjuva cumhuriyeti için çeteleşmemiş sermayeye ittifak kapıları açık tutuluyor. Güç Birliği ilanından hemen sonra Sol Parti adına konuşan Alper Taş bu pozisyonu “Millet İttifakı iktidar olacaktır ve biz onun devrimci muhalefeti olmaya hazırlanıyoruz” diyerek kuşkuya yer bırakmayacak şekilde tanımlamış bulunuyor.
Muğlak ve ortayolcu formüller: İstibdada karşı mekanizmalar!
İstibdad rejiminin keyfî yönetim ve baskıyla birlikte siyasî krizleri de kışkırtan karakteri, ekonominin derinleşen krizi, kitlelerin artan yoksullaşması, hayat pahalılığının yanında işsizliğin de yıkıcı etkilerinin artmakta olduğu ortadadır. Emperyalizm, NATO eliyle Ukrayna’da Türkiye’yi de boylu boyunca içine çekme tehlikesi gösteren aktif bir savaş başlatmıştır. Ayrıca NATO’nun Türkiye’yi Ortadoğu’dan dünyanın öbür ucuna kadar emperyalizmin savaşlarına angaje ettiği yeni konsepti çok açık bir şekilde karşımızdadır. Bu başlıkların her biri sosyalistlerin ikirciksiz, net, düzen dışı ve devrimci çözümlerle çıkış yapmasını gerektiriyor ve dahası bunu sadece sosyalistler yapabilir. Gelgelelim “Sosyalist” Güç Birliği’nin tüm bu alanlardaki tutumu, bırakın devrimci olmayı, net olmaktan dahi çok uzak. İlk maddede rejim sorununa ilişkin, emekçi halkın siyasete güçlü katılımını sağlayacak (seçim sistemi de dahil olmak üzere) mekanizmalar öneriliyor. Sosyalistlerin, istibdad rejimi karşısında, içeriği muğlak mekanizmaların ötesine geçen bir perspektif sunması beklenir. Bundan da önce Millet İttifakı/Altılı masanın parlamenter sisteme dönüş vaadinin, mevcut siyasal yapı dahilinde tamamen boş bir vaat ve kandırmacadan ibaret olduğunu teşhir etmesi şarttır. Çözüm olarak ise örneğin barajsız yasaksız seçimlerle gidilecek zincirsiz bir Kurucu Meclis gerçek bir alternatif yola işaret etmektedir. Kurucu Meclis konusu sosyalist gelenekte tartışmalı bir konudur, tartışılabilir ve tartışılmalıdır. Bu tartışmanın konusu sınıfların karşılıklı konumlanışı, işçi sınıfının örgütsel ve siyasal düzeyi, işçi sınıfının ittifak yapması gereken diğer sınıf ve katmanlar, hakim sınıflar içindeki çelişkiler vb. olabilir. En azından bilimsel sosyalizmin metodu budur ve ama sadece sınıfsal içerikten değil, herhangi bir somut içerikten dahi yoksun “mekanizmalar”(!), bu tartışmanın bir parçası olamaz. Ancak bir kere işçi sınıfını perspektif dışına attığınızda, emekçi halka da “siyasete güçlü katılım” haricinde bir rol biçmediğinizde, haliyle kurucu bir perspektif sunmak imkânsız hale gelir. Varılan yer şudur: Cumhur İttifakı başkanlık sistemini savunuyor, Millet İttifakı “güçlendirilmiş parlamenter sistem” vadediyor. Peki ya Sosyalist Güç Birliği? “Mekanizmalar”!
Muğlak ve ortayolcu formüller: Ekonomiyi yeniden tasarlamak!
Aynı muğlaklık ekonomide ve kapitalizmin yarattığı eşitsizlik ve sömürüye karşı ortaya konan perspektifte de devam ediyor. Özelleştirme karşıtlığı ve kamulaştırma, parasız kamu hizmetleri ve planlamadan bahseden madde sosyalizme doğru kapıları açıyor ama Sosyalist Güç Birliği o kapıdan içeri girmiyor. Maddenin sonundaki “ekonomiyi planlama temelinde yeniden tasarlama” ifadesi kamulaştırma ve planlama perspektifini “kapitalist ekonominin yeniden tasarımı” ile sınırlandıran apaçık reformist ve ütopik (gerici bir ütopya!) bir yaklaşımı ortaya koyuyor. Planlamanın işleyebilmesi için merkezî olması, ekonominin hâkim tepelerinin, kilit sanayi sektörlerinin ve tabii ki en başta bankaların kamulaştırılması şarttır. Ancak metinde kamulaştırma bu netlikte savunulmuyor. Kamulaştırma planlamanın bir gereği olarak değil, özelleştirme karşıtlığının bir türevi olarak perspektife giriyor. “Özelleştirmelere son verilmeli, peşkeş çekilmiş bütün kamu varlıkları ve sektörler kamulaştırılmalıdır” metne kapitalist ekonomi sınırlarında kalma kaygısının sonucunda düşmüştür. Peşkeş çekilmemiş olan yani baştan beri özel sektörün elinde olan kilit sanayi kuruluşları ve bankacılık sektörünü kamulaştırma perspektifinin dışına çıkarmak sosyalistlerin değil sosyal demokratların işidir. Yani, basit bir hata ya da yanlış bir formülasyon değildir. Bu bilinçli sınırlandırma ile sosyalizme aralanan kapı kapatılarak başka bir kapı burjuva Keynesçiliğe doğru ardına kadar açılmaktadır. Böylece Sosyalist Güç Birliği’nin kapitalist planlı ekonomisini, Kılıçdaroğlu’nun beşli çeteyi kamulaştırma ve Devlet Planlama Teşkilatı’nı ihya etme vaadinden ayırmak imkânsız hale gelmektedir.
NATO’dan çıkmayı savunmak yeterli mi?
Sosyalist Güç Birliği’nin anti-emperyalist pozisyonu deklarasyonun en güçlü yanını oluşturuyor ve bu çok önemli. Burada net olarak NATO’dan çıkmanın ve yabancı üslerin kapatılmasının savunulması ve NATO yayılmacılığının hedef gösterilmesi, sola sirayet etmiş olan rüşvet-i kelam kabilinden muğlak bir emperyalizm karşıtlığının altında sözüm ona Rus ve Çin emperyalizminden dem vurup, nihayetinde ABD ve AB eksenine girme hastalığına karşı geri adım atılmaması gereken mevzilerdir. Ancak buradaki zayıf karnı da görmeliyiz. NATO’dan çıkmak tamam, peki bu, NATO’ya karşı mücadele için yeterli mi? Örneğin NATO’nun Ukrayna’daki savaşında Sosyalist Güç Birliği sadece NATO’dan çıkmayı savunmakla yetinip bir tarafsızlık politikası mı izleyecek? Yoksa sonuçta aynı noktaya varacak şekilde bu konuda susacaklar mı? NATO’dan çıkmayı savunmak coğrafyamızın savaşa sürüklenmesini, yeni savaş senaryolarını hayata geçirmesini engellemek için yetmez, bunlar için NATO’ya karşı ve NATO’nun her düzeyde yenilgisi için mücadele şarttır. O da NATO’nun haksız savaşlarına karşı net bir tutum almayı gerektirir. Anti-emperyalist tutum mutlaka bu doğrultuda güçlendirilmeli ve netleştirilmelidir.
Bununla birlikte anti-emperyalist siyaset NATO’ya karşı tutumla ve üsler konusuyla da elbette sınırlandırılamaz. Ekonomi alanında planlamadan bahsettiğiniz anda kamulaştırmalarla eş zamanlı olarak dış ticaret rejimi gündeme gelmek zorundadır. Planlamayı savunan eğer söylediğinde ciddi ise, en başta Türkiye’nin Gümrük Birliği’nden çıkmasını savunmalıdır. Gümrük vergisini dahi belirleyemeyen, bu konuda AB’ye tâbi kılınmış bir ekonomide planlamadan bahsedilemez. Daha geniş bir çevrede Avrupa Birliği’ne karşı alınacak politik tutum da önemlidir. Avrupa Birliği’ni emperyalist bir odak olarak karşısına almayan herhangi bir siyasetin anti-emperyalizmi en baştan sakatlanmış olacaktır.
Sadece işçinin değil Kürdün de adı yok!
Sosyalist Güç Birliği deklarasyon metninde işçilerle birlikte Kürtleri de unutuyor. Kürt sorunu etnik ayrımcılık kapsamı içinde adı anılmadan ve diğer türlü ayrımcılıklarla aynı kategoride değinilip geçiliyor. Çözüm yok! “Yurttaşlığın tesisi” gibi yine muğlak ve içeriksiz bir kavram giriyor metne. Kamulaştırmayı kapitalist ekonomi sınırları içinde tutma kaygısının yarattığı tuhaflık burada da görülüyor. Kürtlerin ve Kürtçenin Türk hâkim ulusuyla tam eşitliğine işaret etmeden, sorulduğunda “Kürtlere yönelik ayrımcılığa da karşıyız” diyebilmek için içeriksiz ve hatta neredeyse saçma bir kavram üretiliyor. HDP’ye ve Kürt hareketine iltihak yanlıştır, bunu reddettik ve reddediyoruz. Bunu yapan sosyalistlerin eleştirisini mutlaka gerekli görüyoruz. Ancak bu, parti başkanından belediye başkanlarına yüzlerce binlerce Kürt siyasetçisi hapiste iken, HDP parti olarak kapatılma, HDP’liler ise dört duvar arasına kapatılma daimi tehdidi altında siyaset yapmaktayken, Kürt sorununun genel bir “yurttaşlık” perspektifi içinde yok edilmesi sonucuna varmamalıdır.
Laiklik bahsinde de işçi sınıfı yok
Nihayet Sosyalist Güç Birliği’nin deklarasyonunun birçok yerine hâkim olan muğlaklığın nispeten kalktığı ve daha net ifadelerin sergilendiği paragrafa geliyoruz. Tarikat ve cemaat kadrolaşmaları tasfiye edilmeli, tarikat ve cemaat okulları ve yurtları kapatılmalı! Tüm bunlar bilimsel düşünce ve laikliğin bir gereği olarak dinselleşmeye ve gericiliğe karşı savunuluyor. İşçi sınıfını perspektif dışına atan, ekonomi gündeminde bile özne olarak görmeyen bir yaklaşımın laiklik konusunda burjuva sınırlarını aşmasını bekleyemezdik. Tarikat ve cemaat yurtları, okulları kapatılıyor peki ya tarikat ve cemaat bankaları, holdingleri? İşçi sınıfımızın önemli bir kesimi çocuklarını bu tarikat ve cemaatlerin okullarına gönderirken aynı zamanda bu kurumlar tarafından sadece istismara uğramıyor aynı zamanda sömürülüyor da. Sosyalistler okullardan yurtlardan önce bu sömürü çarklarını teşhir etmeli, burjuva laiklik penceresinden bakarak tarikat ve cemaatler içindeki işçileri ve emekçileri karşı safa koymak yerine sınıf mücadelesi penceresinden bakarak onları mücadele içinde kazanmayı hedeflemelidir. Evet, tarikat ve cemaat ilişkileri içinde olan binlerce, onbinlerce işçi vardır. Nitekim bu işçiler günbegün sınıf mücadelesine girmekte, bu mücadelede öncü olmakta, kaderciliğin en gerici biçimi olan kapitalist sömürünün ezelî ve ebedî olduğuna dair liberal hurafelere karşı bir uyanış içine girmektedir. Sosyalist Güç Birliği’nin burjuva laiklik perspektifi bu açıdan bakıldığında işçi sınıfını bir özne olarak görmeyen ve işçi sınıfını devrimci siyasete kazanmayı da önüne hedef olarak koymayan yaklaşımıyla tutarlı görünmektedir.
Düzen siyaseti ve sınıf siyaseti arasında bir orta yol olamaz
Elbette ki bu eleştirileri ortaya koyarken, sosyalistlerin net ve somut politikalarla halkın karşısına çıkması gerektiğini söylerken, bir ittifak kurmanın kaçınılmaz bir sonucu olarak farklı siyasetlerin ortak dilini bulmaktaki zorlukları yadsımıyoruz. Ancak Sosyalist Güç Birliği için işçi sınıfının en temel ve en net çözümler gerektiren sorunlarına muğlak ifadelerle değinmek sadece, “ittifak” olmanın getirdiği bir ortak paydada buluşma zorunluluğu ile açıklanamaz. Deklarasyonun muğlak ve ortalamacı dili sadece ittifakın biçimsel özelliklerini değil, siyasal içeriğini de yansıtıyor. Ortalamacılık farklı örgütlerden müteşekkil sosyalistlerin benzer pozisyonları ifade ederken kullandığı terminolojiler arasında bir uzlaşmanın ürünü olarak karşımıza çıkmıyor. Orta yolculuk çok daha somut ve aslî bir alandan, düzen siyasetiyle sınıf siyaseti arasındaki gerilim üzerinden yükseliyor. Dolayısıyla toplumun karşılaştığı ekonomik ve siyasî sorunlara önerilen çözümlerin muğlaklığı ve orta yolculuğu, esas olarak Güç Birliği’nin düzen siyaseti karşısındaki siyasal pozisyonunun (pozisyonsuzluğunun) ifadesi olarak karşımızda duruyor.
Sosyalistlerin sorumluğu ve sorumsuzluğu
Dört partinin Sosyalist Güç Birliği, Türkiye siyasetini kaplayan bir seçim gündemi içinde zuhur etmektedir. Elbette sosyalistlerin siyasal pozisyonlarını seçim gündemiyle sınırlamamaları gereklidir. Ama en somut ve yakıcı gündemde sosyalist perspektifle temellendirilmiş bir siyasî pozisyon ortaya konmadan, konamadan gerçek bir siyasal güç birliğinden bahsedilebilir mi? Sosyalist Güç Birliği, siyasî perspektifini hayata geçirmek konusunda samimi ve iddialı ise, bu iddiasına halk nezdinde itibar kazandırmak istiyor ise, seçimler bağlamında bunu somut şekilde ortaya koymalıdır.
Seçimlerin ana konusu Cumhurbaşkanlığı seçimidir. Meclisin zincire vurulduğu, milletvekillerinin figüranlaştırıldığı bir siyasal rejimde eğer seçimler bir kürsü olarak, halka sosyalistlerin çözümlerinin aktarılacağı bir platform olarak değerlendirilecekse, Cumhurbaşkanı adayı çıkartmak bir zorunluluktur. Sosyalist Güç Birliği bundan imtina ediyor. Bunun yerine “Önümüzdeki kritik eşikte bu halk düşmanı rejime son vermek için, yirmi yıldır AKP’ye ve onun temsil ettiği bu düzene karşı mücadelenin her aşamasında olduğu gibi, bugün de üzerimize düşen sorumlulukları eksiksiz yerine getireceğiz” diyor. Bu cümlenin yaklaşan seçimi son derece yanlış biçimde bir “referandum” olarak niteleyen ve dolayısıyla Erdoğan karşısındaki Millet İttifakı ve/veya Altılı Masa adayına oy vermeyi savunan bir yaklaşımı ifade ettiğini biliyoruz. Bu yaklaşım, "yeni bir Ekmeleddin olmasın" ya da "eski AKP’liler Davutoğlu ve Babacan olmasın" gibi fiilen geçersiz ve aslında gerçek manası Ekrem İmamoğlu’ndan Mansur Yavaş’a hatta Akşener’e kadar çok geniş bir yelpaze için açık çek vermek olan sözde rezervlerle ifade ediliyor.
Bu yaklaşım sosyalistler açısından istibdad rejimine karşı üstlenilmesi gereken bir sorumluluğun değil, tam tersine bir sorumsuzluğun ifadesidir. Çünkü “referandum” demek Erdoğan başkanlık rejimini, karşısındaki aday da parlamenter rejimi temsil ediyor varsayımını gerçek kabul etmek demektir. Millet İttifakı’nın ve Altılı Masa’nın parlamenter rejime geçme vaadinin içi boş olduğu gerçeğini halk nezdinde teşhir etmek yerine bu vaadin gerçekliği konusundaki yanılsamayı yaymaktadır. Daha büyük sorumsuzluk ise Millet İttifakı ve Altılı Masa’nın istibdad rejiminin içine uzanan ilişkilerini gözlerden saklamaktır. Millet İttifakı ve Altılı Masa deklarasyonun söylediği gibi sadece sağ ve sermaye yanlısı değildir, aynı zamanda istibdad rejimi ile de iç içe geçmiştir. Hadi sosyalistler Kılıçdaroğlu’na bilgi sızdıran “bürokratlar”ın kimler olduğunu sorgulamıyor, mafya şefi Sedat Peker’in fiilen düzen muhalefetinin organik parçası haline gelmiş olmasını da mı görmüyor?
Yarı askerî rejim gerçeğini algılayamayan, kolaycı “tek adam rejimi” illüzyonu altında, istibdadın kendi arasında çelişki içindeki asker/sivil güç odaklarını görmezden gelen sosyalistler, Hakan Fidan’la Davutoğlu’nun, Hulusi Akar’la Gül ve Babacan’ın arasındaki ilişkileri, bu ilişkilerin düzen muhalefetinin tartışmasız himayesi altında olduğu NATO’nun (bilhassa Amerikan ve İngiliz emperyalizminin) etkisiyle derinleşmesi gibi somut tehlikeleri de hesaba katmıyorlar. Yani özetle mesele Millet İttifakı/Altılı Masa’nın sağcı ve sermaye yanlısı olduğu için çözüm olamaması değildir, mesele emperyalizmin himayesindeki bu burjuva gerici odağın mevcut istibdad rejimiyle iç içe geçmiş olması ve her şeyden önce bu sebeple AKP’yi, AKP-MHP ittifakını, Erdoğan’ı yenmek, nihayet istibdada son vermek üzere asla güvenilemeyecek olmasıdır.
Yeni bir iki buçukuncu cepheye ihtiyaç yok!
Oysa yaklaşan seçime “referandum” etiketi yapıştırmak, halkın gerçek sorunlarına çözüm olamayacağı söylense de en azından mevcut rejime son vermek açısından Millet İttifakı/Altılı Masa odağına güvenoyu vermektir. Bu güvenoyu en geç ikinci turda emperyalizmin, sermayenin ve dahası istibdad rejiminin içindeki belirli odakların onayladığı adaya somut olarak oy vermekle sonuçlanacaktır. Tekrar ediyoruz: Bu, sosyalistler için bir sorumluluk değil, sorumsuzluktur. Burjuva gerici kamplar karşısında üçüncü ve bağımsız bir pozisyonun değil, burjuvaziye yedeklenen bir iki buçukuncu cepheyi ifade etmektedir.
Bu yanlış tutum, HDP’nin merkezinde olduğu ittifak içinde Türkiye İşçi Partisi tarafından uzunca bir süredir açıkça savunulmaktadır. Aynı pozisyon, kelimesi kelimesine benzer ifadelerle Sol Parti tarafından da dile getirilmektedir. Daha önce cumhurbaşkanı adayı çıkartacağını ilan etmiş olan TKP ve erken bir aşamadan itibaren cumhurbaşkanı adayı çıkartılmasını savunan Devrim Hareketi bu iradelerini geri çekmiş görünmektedir. Cumhurbaşkanlığı adaylığı sorununu zamana ve geleceğe bırakma tutumu da (TKH), Sol Parti’nin TİP’le tıpa tıp aynı olan yaklaşımının, Güç Birliği’nin ortak politikası haline gelmesine fiilen yol vermektedir. Güç Birliği’nin bireysel imzacılarına bakıldığında da doğrudan CHP’li isimlerin, CHP içinde ve etrafında siyaset yapanların, kamuoyunda açık ve net bir şekilde Millet İttifakı’nın ortak adayını destekleyen şahsiyetlerin çokça olması, (bu şahsiyetlerin CHP ve Millet İttifakı’ndan koptuğuna ve kopacağına dair bir emarenin olmadığı koşullarda) Güç Birliği’nin, mesele Cumhurbaşkanlığı seçimlerine geldiğinde “sorumlu” davranacağına dair bu çevreleri ikna etmiş olduğuna işaret etmektedir. Somut politik tutum alışta aynı noktaya, yani esas politik gündem olan seçimlerde Millet İttifakı/Altılı Masa adayına destek veren bir iki buçukuncu cepheye vardıktan sonra, Sosyalist Güç Birliği’nin, HDP’nin etrafında kümelenen (TİP, EMEP, EHP, TÖP, Halkevleri ve Sosyalist Meclisler Federasyonu’nun dahil olduğu) 7’li oluşumda bulunmamasının “HDP’den ayrı durmak” dışında ikna edici bir açıklamasını yapmak zor olacaktır.
Özetle Sosyalist Güç Birliği bileşenleri birinci turda Cumhurbaşkanı çıkarma konusunda henüz karar vermediklerini belirtirken (bu konuda bileşenler arasında farklılıklar olduğu biliniyor) ikinci turda örtük ya da açık biçimde Erdoğan karşısındaki adaya destek vermeyi bir ortak anlayış olarak dillendirmektedir. Cumhurbaşkanı adayı çıkartmak için bekleyelim görelim diyenler ikinci tur için beklemeden görmeden şimdiden pozisyonlarını ilan etmektedir. Sosyalistlerin bir Cumhurbaşkanı adayı ile halkın karşısına çıkması taktik ve konjonktürel bir sorun olarak tartışılırken en geç ikinci turda Millet İttifakı/Altılı Masa adayına destek olmak aslî bir mesele olarak görülmektedir. Bu konuda farklı bir izlenim doğmasını engellemek için özel bir çaba gözlemlenmektedir. Oysa tam tersi olmalıydı. Sosyalistler için programlarını ve çözüm önerilerini seçimlerde iktidara aday olarak göstermeleri esas olmalı, olsa olsa ikinci tur konusunda farklılıklara alan açılmalıydı.
Dost acı söyler! Bağımsız sosyalist odak için çağrımızın arkasındayız!
Tüm bu eleştiriler sert gibi görünse de dostane niyetlerle yapılmaktadır. “Katılın ve bu eleştirilerinizi içeriden yapın” mahiyetinde gelebilecek eleştirilere yönelik baştan şunu söyleyebiliriz. Devrimci İşçi Partisi emperyalizmden, sermayeden, devletten bağımsız bir sosyalist odağın inşası için çağrılarda bulunmuş, Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusundaki görüşlerini de kamuoyuna açık bir şekilde defalarca ortaya koymuştur. Sosyalist Güç Birliği bileşenleri bu düşüncelerden haberdardır. Ayrıca Devrimci İşçi Partisi’nin görüşleri TKH, Devrim Hareketi ve TKP ile doğrudan da paylaşılmış bulunmaktadır. Bu paylaşımlarda farklılıklarımız kadar esaslı ortaklıklarımızın da olduğu görülmüştür. Ancak sonuçta Sosyalist Güç Birliği tartışmalarını Devrimci İşçi Partisi’yle birlikte yürütmemek dörtlü oluşumun tek yanlı bir tercihi olmuştur. Eğer bu tartışmalara dahil olmuş olsaydık elbette ki eleştirilerimizi içeriden yapardık. Sosyalistlerin güç birliği gibi iddialı olan ve gerçek bir ihtiyaca tekabül eden bir çıkışın, ortayolcu bir politik perspektifle zuhur etmemesi için, işçi sınıfını ve Kürt halkını unutturmamak için, emperyalizme karşı tutumu daha da somutlaştırmak için, laiklik anlayışını proleter bir içeriğe kavuşturmak için ve nihayet politik konumlanışının “iki buçukuncu cephe” değil düzen siyasetinden bağımsız ve işçi sınıfına yaslanan bir üçüncü odak mahiyetinde olması için elimizden geleni yapardık.
Bu çabayı vermekten tüm olumsuzluklara rağmen hiçbir zaman vazgeçmeyiz. İttifakların, cephelerin inşasındaki zorlukların bilincindeyiz. Sosyalist Güç Birliği’nin bağımsız bir cumhurbaşkanı ile çıkış yapması halinde (ikinci turda Millet İttifakı/Altılı masaya destek vaadiyle koşullanmamak kaydıyla) Güç Birliği’nin politik pozisyonunun niteliksel bir dönüşüme uğrayacağını, ikircikli ve ortayolcu formüllerin, halkın sorunlarına gerçek ve somut çözümler sunan sosyalist bir odağın inşası sürecinde aşılabilecek eksiklikler olarak tartışılabileceğini düşünürüz. Böyle bir konumlanış olduğu takdirde içeriden tartışmasak bile eleştirilerimizi koruyarak dışarıdan da destekleyebiliriz. Ancak bu aşamada bizler sosyalistlerin sorumluluğunun gereğini çok farklı yorumluyoruz. CHP sağa kaydıkça CHP’nin solunda doldurulması gereken büyük bir boşluk oluşmuyor. Bilakis burada büyük bir kalabalık birikiyor ve Türkiye’nin azımsanmaması gereken sosyalist birikimi bu alanda soğrularak heba oluyor. Esas boşluk sınıf siyaseti alanındadır. Türkiye’nin sosyalist birikimi ancak yüzünü işçi sınıfına döndüğünde ve düzen siyasetinden tamamen koparak bu alandaki boşluğu doldurmaya başladığında ülke siyasetinin kimyası tamamen değişecektir.