Tekfirciliğin ikinci baharı
Son derecede ilginçtir: 2021 yılı içinde Afganistan hakkında Batı’da yayınlanan bazı kitaplarda tekfircilik tartışılırken Taliban’ın bir tehdit olarak sona erdiğine dair bir varsayım var. Bu kitapların bazıları tekfirciliğin geleceğini tartışırken Taliban’ı bir kenara bırakıp tekfirci hareketin bağrında doğmuş yeni bir eğilimden söz ediyorlar: “ferdî (bireysel) cihat” adı verilen bu yöntem, herkesin kendi silahını sakladığı, kendi malzemesini hazırladığı, kendi planlarını yaptığı, kendi uygulama tarihini seçtiği bir eylem yöntemine dayanıyor. Deniliyor ki, önce 2001’de Afganistan’ın NATO bayrağı altında işgali sonucunda Taliban’ın iktidardan devrilmesi, sonra El Kaide’ye vurulan darbeler ve karizmatik lideri Usame bin Ladin’in 2011’de öldürülmesi, nihayet DAİŞ/IŞİD tarafından 2014’te Suriye ve Irak’ta kurulan ve kendi kendini “hilafet” olarak adlandıran “İslam Devleti”nin 2017’den itibaren uluslararası bir güç birliği tarafından yıkılması ve sözde halife Bekir el Bağdadi’nin 2019’da öldürülmesi, Batılı yazarların “küresel cihat” olarak adlandırdığı, bizim ise ısrarla “tekfircilik” olarak sınıflandırdığımız bu hareketin artık kıpırdayamaz hale gelmesiyle sonuçlanmıştır.
Bu “ferdî cihat” işte hareketin örgütlülüğünün büyük darbe almasına karşı bir önlem olarak geliştirilmiş bir yöntemdir. Gerçekten de zaman zaman Batı Avrupa kentlerinde, mesela en son çok daha uzaklarda Yeni Zelanda’da, eli bıçaklı bir “yalnız kurt” kalabalıklara saldırıp elinden geldiğince “küffar”a zarar vermeye çalışıyor. İşte “ferdî” denen budur. Bunu El Kaide ile birlikte gündeme gelen “uyuyan hücre” kavramından ayırmak gerekir. O hücreler yıllar boyu çoğunlukla Hıristiyan ülkelerinde sessiz sakin bir aile hayatı yaşadıktan sonra örgütün planlaması ve emirleriyle harekete geçiyordu. Bunlar ise her şeyi kendileri düzenliyorlar. Aradaki fark tekfirci hareketin (bundan sonra tırnak içine almadan yazacağız) örgütlülüğünün büyük ölçüde darbe yemiş olmasındandır denmektedir.
Gerek El Kaide’nin, gerek IŞİD’in ağır darbeler aldığı yadsınamaz. Ama bu darbelerin bu iki örgütü hareket edemez hale getirdiğinin söylenmesi doğru mudur, bu ayrı konu. Hem El Kaide hem IŞİD hâlâ dünyanın çeşitli yerlerinde mücadele ediyor, karşıtlarına zaman zaman ağır kayıplar verdiriyorlar. Doğu Afrika’da Somali’den ta güneyde Mozambik’e, Batı Afrika’nın Sahel bölgesindeki beş ülkede, Nijerya’da, Kuzey Afrika’da Libya ve Tunus’ta, Arap yarımadasında Yemen’de, hatta İslam Devleti’nin yıkılmasına rağmen Suriye ve Irak’ta ve en son Kâbil’in havalimanının IŞİD-Horasan örgütünce bombalanmasında görüldüğü gibi Afganistan’da, ya bu iki örgütün yerel kolları ya da onlara biat eden bağımsız örgütler faal. Ama bütün bunlara rağmen bu iki örgütün ne kadar yara aldığını biz bilemeyiz. Bu, istihbarat örgütlerinden sızacak bilgilerden ve bu örgütlerin eylemlerinden dolaylı yoldan, o da ancak kısmen çıkarılabilir.
Bir an El Kaide ve IŞİD için söyleneni doğru kabul edelim. Ama bu noktada yazının başına dönüyoruz: Batı kaynaklarının, gazeteciler olsun akademisyenler olsun Taliban konusunda yanıldığı açıkça ortaya çıkmıştır. “Ferdî” yöntemlerden ne elde edilebilir, bunlar ne kadar sürer bilmeyiz. Ama Taliban’ın Afganistan topraklarını ele geçirmesi tekfirciliğin yeniden ayağa kalkması bakımından büyük bir fırsat yaratmış bulunuyor. Öyleyse işçi sınıfı politikasının, hele nüfusunun çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkelerde, bu hareketi izlemesi, değerlendirmesi, bunlarla mücadele yöntemlerini saptaması gerekiyor. Bu yazı yeni dönemin olasılıklarını değerlendirmekten ziyade tekfircilik nedir, öteki İslamcı hareketlerden ve İslami kurallar temelinde yönetilen devletlerden (Suudi Arabistan’dan baş düşmanı İran’a) farkları nedir, çok ayrıntıya girmeksizin bunları anlamaya çalışacak.
Tekfirciliğin doğuşu ve evrimi
“Tekfir”, bir Müslüman’ın “kâfir” ilan edilmesi demek. Aslında Hıristiyan kilisesindeki aforoz kurumu gibi tek tek kişilerin dinden kopmuş olduğunun ilan edilmesi için geliştirilmiş olan bu kurum, son yarım yüzyıldır adım adım siyasi bir programın bayrağı haline geldi: Tekfirci birtakım siyasi akımlar, eskiden dinî mercilerin karar verdiği bu konuda toptan kararlarla koskoca Müslüman topluluklarını “kâfir” ilan ediyor. Erkek müzik mi dinliyor, kâfirdir, bir kurşunla işi bitirile! Kadın kendi başına halk arasına mı çıkmış, başı örtülü olsa da yüzü açık mıymış, eğitim mi görmek istiyormuş, çalışmak mı, recm edile! Bu aşiret bizim mezhepten değil mi, hayat hakkı tanınmaya! Ve ne şiddet, ne vahşet!
Kendini samimi olarak Müslüman olarak gören insan topluluklarına böyle bir mezalim uygun görülüyorsa, iş başka dinlerden insanlara gelince zulmün nasıl daha da vahşi hal alacağını hayal etmek zor değil. Gelsin bir yatağan darbesiyle kafa uçurmalar, insanları ateşe verip yakarak öldürmeler ve daha neler, daha neler!
Bütün gelişme, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ile başladı. 1978’de Afganistan’da yaşanan ve Ramazan ayına rastladığı için “Sahur Devrimi” olarak anılan bir büyük sarsıntı, Afganistan’ın komünist partisini iktidara getirdi. Ayrıntılara girmeden ekleyelim ki, Sovyetler Birliği Aralık 1979’da komünist hükümetin davetiyle Afganistan’a askerî birlikler yolladı. Bunun üzerine, ABD ve Suudi Arabistan’ın tahriki ve ekonomik ve askerî desteğiyle, Afganistan’ın kapı komşusu Pakistan’ın yardım ve yataklığı ile, “Mücahidin” adı verilen bir hareketin silahlı mücadelesi başladı. Sovyetler Birliği ülkede tutunamadı, 1989’da çekilmek zorunda kaldı. Bundan sonra ülkede Mücahitlerin kendi arasında bir iç savaş başladı, bunu Taliban kazandı ve 1996’da başa geldi.
Ancak daha Mücahidin zafer kazanmadan önce Afganistan’da Sovyet işgaline karşı direniş, geçmişte İslamcılık temelinde mücadele eden başka akımlara göre bir farklılık göstermeye başlamıştı. Mücahidin çokuluslu bir orduydu. Afganların yanında, en başta Suudi vatandaşları olmak üzere, Müslümanların çoğunluk olduğu birçok ülkeden savaşçılar Afganistan’da birlikte savaşıyorlardı. Daha sonra ortaya çıkacak olan iki büyük tekfirci hareketin mayalanması, temellerini bu savaşın içinde bulacaktı. Ne var ki, önemli bir eşik henüz geçilmemişti: Mücahidin bir ordu olarak çokuluslu idi ama bu ordu belirli bir ulusal devleti işgalciden kurtarmaya çalışan bir ulusal hareket olarak ortaya çıkmıştı. Yani hareket askerî olarak çokuluslu, siyasi olarak ise ulusaldı. Mücahidin ile birlikte çarpışan “yabancı savaşçılar” tam da buydu: Afganlara destek olan “yabancı” savaşçılar. Teşbihte hata olmaz: Bu yabancı mücahitler sosyalizmin tarihinde İspanya devrim ve iç savaşında yer alan Uluslararası Tugaylar’a denk düşer. Tekfirciliğin doğumundaki bu çelişki daha sonra diyalektik olarak aşılacak ve hareket yeni bir evreye girecekti
Ama hareketin evriminin bu yeni aşamasına geçmeden önce bir saptama yapalım: Mücahidin hareketinin bir ürünü olarak Taliban hâlâ eski tip bir ulusal harekettir. Odak noktası Afganistan’ı kendi ideolojik ve siyasi programı doğrultusunda yönetmektir. Oysa kendisini izleyecek hareketler bambaşka bir karakter kazanmaya başlayacaktır.
Mücahidin El Kaide’yi doğuruyor
Sovyetler Birliği 1989’da Afganistan’dan çekilmek zorunda kaldı. Üç yıl sonra 1992’de ise komünistlerin kurmuş olduğu hükümet devrildi. Yukarıda da belirtildiği gibi, bunun üzerine Afganistan’da İslamcı siyasi hareketler arasında bir iç savaş başladı. Her ikisi de gayet gerici olan Kuzey Cephesi güçleri ile Pakistan’ın köktendinci medreselerinde yetiştiği için “Talebeler” hareketi olarak anılan Taliban arasındaki bu savaşı tekfirci Taliban kazandı ve 1996’da hükümeti kurdu. İşte Mücahidin’in içindeki yabancı savaşçıların bir bölümünün Afganistan’ın ulusal ölçeğindeki bir mücadelenin aktörü olarak hareket eden Afgan mücahitlerinden ayrılarak farklı ve modern çağ için yepyeni bir hareket kurması bu döneme rastlar.
Bu yeni hareket, Suudi vatandaşı Usame bin Ladin’in önderliğinde kurulan El Kaide örgütüdür. El Kaide’nin oluşum evreleri, Usame bin Ladin’in çeşitli Müslüman ülkelerde mülteci olarak yaşama merhaleleri bizi burada ilgilendirmiyor. Önemli olan şudur: bin Ladin Vahhabilik denen son derecede mutaassıp bir İslami mezhebin resmî yönetimi altındaki Suudi Arabistan gibi petrol zengini bir ülkenin en zengin ailelerinden birinin önde gelen bir mensubudur. Suudi devletinin bazı kanatlarıyla doğrudan ilişkisi olduğu, devletin bazı kuruluşlarınca desteklendiği ileri sürülmüş, bu yönde bazı kanıtlar da ortaya konulmuş, ama bu mesele kesin bir sonuca bağlanmamıştır. Eldeki bulguların hepsi birbirine bağlanarak Suudi toplumu ve devleti içinden bin Ladin’e destek verilmiş olduğu kanıtlansa dahi, öyle görünüyor ki bu, Suudi Krallığı’nın resmi bir desteği değildir. Bu meseleyi gelecekte çözülecek bir sır olarak bir kenara koyalım ve El Kaide’nin hedefinin ne olduğuna kilitlenelim.
El Kaide, Mücahidin hareketi içinde birlikte çalıştığı Taliban’dan farklı olarak ulusal ölçekli bir hareket değildir, siyasi zemin olarak ümmetçidir. Sadece çeşitli ülkelerden ve uluslardan Müslüman savaşçıları bir araya getirmekle kalmaz. Bunları çokuluslu bir İslami siyasi projenin amaçlarına koşmuştur. Yani Mücahidin’in çokuluslu karakterinin yarattığı çelişki burada yeni bir düzeyde senteze ulaşır: El Kaide’de tekfirciliğin askerî boyutu ile siyasi boyutu arasındaki çelişki, ulusal ölçeğin aşılması, siyasi veçhenin de çokuluslu hale gelmesi ile aşılmıştır.
Bir parantez: İhvan ve Seyyid Kutub
El Kaide’nin bu sıçramayı yapışının zeminini anlamak için bir an zaman içinde geri dönmek gerekiyor. 1920’li yıllarda Hasan el Benna tarafından Britanya sömürgeciliğine karşı kurulmuş bir İslamcı örgüt olan Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin, bundan sonra İhvan olarak anacağız) hareketinin bağrında, 1960’lı yıllarda Seyyid Kutub’un yönetiminde ortaya çıkan bir ayrım El Kaide açısından önem taşıyor. Seyyid Kutub, 1950’li yıllarda Nasır’ın başını çektiği (1952 darbesinden 1956 Süveyş zaferine kadar süren) bir devrimci süreç içinde Britanya’nın Mısır’dan kovulduğu dönemden Nasır tarafından idam edildiği 1968’e kadar İhvan’ın lideriydi. Sömürgeci kovulmuştu ama o arada Mısır bir “sivil devlet” (yani Arap ülkelerinde olduğu kadarıyla laik devlet) haline gelmişti. Kutub, İhvan’ı, Nasır rejimini silahlı olarak yıkmak ve İslamcılığı iktidara getirmek üzere yeniden yönlendirmiştir. Kutub, iki tür düşman tanımlıyordu: “uzak düşman” en başta Amerika olmak üzere Batı dünyası idi; “yakın düşman” ise Mısır’daki rejimdi, başka Arap ülkelerinde de o ülkelerin “sivil devlet rejimi” idi. Kutub, mücadelenin öncelikli hedefi olarak “yakın düşman”ı seçiyordu.
İhvan’ın 2000’li yılların tekfirci ümmetçi hareketinin gelişmesinde bir başka bakımdan da sıçrama noktası rolü oynadığı düşünülebilir (bunun daha fazla araştırılmaya ihtiyacı vardır). İhvan bir küçük İslamcı Enternasyonal olarak çalışır. Mısır’daki ana seksiyon dışında Fas’tan Suriye’ye çeşitli ülkelerde ulusal seksiyonları olan bir uluslararası akımdır. (AKP döneminde bu harekete yeni bir önder adayı olarak Tayyip Erdoğan belirmiştir.) Uluslararası etkisi olan dinî önderleri vardır (mesela Katar’da yerleşik Yusuf Karadavî). Örnek olarak söyleyelim: Çok uzun süre boyunca milliyetçi bir siyasi İslamcılık olarak kalmış olan “Millî Görüş” hareketine karşıt olarak İhvan daha çok ümmet çapında bir hareket olarak görülebilir.
Ne var ki, bunun sınırları çok belirgindir. İlkin bizim bildiğimiz kadarıyla İhvan esas olarak bir Arap hareketidir. Ne Afrika’da ne Asya’nın dev Müslüman toplumlarında (Endonezya, Bangladeş, Pakistan, Afganistan, Orta Asya, hatta Hindistan) etkisi vardır, varsa da çok düşük bir etkidir bu. İkincisi, her bir seksiyon, bütün uluslararası eşgüdüm ve dayanışma faaliyetine rağmen, kendi ulusal ölçeği üzerinde çalışır. Bir bakıma, İhvan Nasırcılığın laik olmayan “alter egosu”, diyalektik karşıtıdır. Her ikisi de pan-Arap eğilimler taşır ama her ikisi de ulusal sınırları aşma yönünde son derecede kısıtlı girişimde bulunmuştur. Yine de İhvan’da bu tür bir “İslam enternasyonalizmi” olması bir diyalektik gerilim yaratmaktadır. Şimdi El Kaide’nin bunu nasıl aştığına bakalım.
Usame bin Ladin, Ayman el Zevahiri ve El Kaide önderliği, Seyyid Kutub’un “yakın düşman”a verdiği önceliğin aksine “uzak düşman”a saldırıyı temel almışlardır. Usame bin Ladin, Afganistan’da el ele çalıştığı Amerika 1991’de Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal edince savaş başlatmak üzere Müslümanların kutsal topraklarının bulunduğu Suudi Arabistan’a birliklerini konuşlandırınca bu sefer Amerika’ya karşı cihad açmaya karar vermiştir. Daha önce başka ülkelerdeki Amerikan hedeflerine yapılan birtakım saldırılardan sonra 11 Eylül 2001 saldırısı, işte bu “uzak düşman” üzerine odaklaşmanın ürünüdür.
Göçebe ümmetçi tekfircilik
El Kaide’nin “uzak düşman”a yönelişi, tekfirci hareketin yepyeni bir gelişme aşamasına geçişinde katalizör rolü oynamıştır. Başlangıçta askerî olarak çokuluslu, siyasi olarak ulusal olan tekfirci hareket, “uzak düşman”ın dünya çapındaki hâkimiyetine ve İslam âlemi üzerindeki tahakkümüne karşı bir cihada girişince İslam dünyasının bütünü adına bir mücadele yoluna girmiş olmaktadır. Yani artık bir ulus adına değil ümmet adına konuşmaktadır.
Burada görüldüğü gibi, sadece “çokuluslu ordu/ulusal siyasi hedef” çelişkisi değil, aynı zamanda İhvan’ın “enternasyonal hareket/ulusal siyasi hedef” çelişkisi de yeni bir senteze doğru aşılmaktadır. El Kaide sınır tanımaz. Bütün İslam dünyasını kurtarmaya soyunmuştur. Bu, aynı zamanda tekfirci ideoloji ile en tutarlı siyasi program karakteri taşır: Şayet bütün Müslümanlar tekfircinin öngördüğü kurallar çerçevesinde yaşamak zorunda ise, bu, Müslümanların yaşadığı bütün coğrafyalarda gerçekleşmesi gereken, ulusal aidiyetten bağımsız bir ilke olmak zorundadır. “Arap Müslüman şöyle yaşar, Türk, Pakistanlı, Afrikalı Müslüman böyle yaşar” fikri tekfirci ideolojinin doğasına aykırıdır. Yani siyasi ümmetçilik tekfirci ideoloji ile tam olarak tutarlı tek siyasi programdır.
İşte bu yüzden El Kaide kendine bu ismi almıştır. Bu örgüt (kural anlamında değil, örneğin bir heykelin üzerine yerleştirildiği taban anlamında) “kaide”dir. Bütün Müslüman ülkelerinde bu kaide üzerinde yükselen başka kurtuluş örgütleri inşa edilecektir. Yani El Kaide ümmeti inşa ederken yerellikten bütünüyle kopmamakta, coğrafyanın özgüllüklerini görmezlikten gelmemekte, ama bütün o örgütlerin kendisine biat etmesini de beklemektedir. İhvan geleneğinde olduğu gibi eşitlerin kol mesafesinde uluslararası dayanışma ve eşgüdümü değil bir biat ilişkisi söz konusudur. Yemen’de El Kaide veya Mağrip’te El Kaide, yerel örgütlerdir ama El Kaide merkezine biat etmişlerdir.
Görüldüğü gibi merkez yurtsuzdur, bir ülkenin toprakları anlamında “topraksız”dır, ulussuzdur, “uzak düşman” ile savaşmaktadır. Ama ona bağlı kollar spesifik coğrafyaları yeniden İslam’a kazanmak için günbegün çalışmalarında “yakın düşman”la da savaşmaktadır. Burada merkezin “göçebeliği” ile Dar ül İslam’ın kuruluşu arasında bir diyalektik çelişki kendini göstermektedir. İslam Devleti bu diyalektik çelişkiden doğmuştur.
Toprak temelli ümmetçi tekfirci hilafet
El Kaide nasıl Afganistan savaşının ateşinden ve kanından doğduysa, İslam Devleti de 2003’ten itibaren Irak’ta ve 2011 sonlarından itibaren Suriye’de yaşanan savaşların yarattığı yıkım ve acının içinden doğdu. Her ne kadar hareketin temelleri daha 2001 öncesinde atılmış olsa da, örgütün değil ama İslam Devleti denen teritoryal (yani belirli bir toprak parçası üzerinde kurulmuş olan) devletin ebesi ise El Kaide’nin üst üste yaşadığı yenilgiler (Afganistan’dan kovulma, militanlarına karşı sürek avı, Usame bin Ladin’in 2011’de ABD özel kuvvetlerince ailesi önünde yargısız infazı vb.) oldu. Hareketin El Kaide’nin içinden bir dizi ayrışma ve yeniden yapılanma sonucunda yaşadığı oluşum bizi burada ilgilendirmiyor. Bizim için önemli olan, İslam Devleti’nin kuruluşunun tekfirci hareketin tarihî gelişmesinde temsil ettiği yeni aşamadır.
Aslında bu örgüt ilk oluştuğunda aynen Yemen’de El Kaide veya Mağrip’te El Kaide gibi, ana örgütün spesifik bir coğrafyadaki uzantısı idi. Adı da Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) idi. Buradaki Şam bizim Türkçe’de Suriye devletinin başkenti için kullandığımız Şam’dan başka bir coğrafyaya işarete eder. Şam, Arapçada “Büyük Suriye” demektir, yani bugünkü Suriye ve Lübnan’ın toplamı. Bunun Batı dillerindeki karşılığı ise Levant’tır. (Şam kentinin Arapçadan Osmanlıya gelen biçimiyle adı ise Dımeşk’tir.)
IŞİD (ya da AKP’nin ısrarla ve baskıyla kabul ettirdiği adıyla DAİŞ ya da DAEŞ) demek ki başlangıçta üç komşu ülkenin ulusal sınırlarını tanımadan çokuluslu bir tekfirci devlet projesi güden ama sonuç olarak spesifik ve hudutları belli bir devleti hedefleyen bir örgüttü. IŞİD’i El Kaide’den farklı kılan, bu hareketin belirli bir aşamada (2014) herhangi bir spesifik coğrafya ile sınırlanmamış, bütün ümmete bir davet olarak tasarlanmış bir cihanşümul İslam Devleti kurmuş olmasıdır. Ümmeti birleştirecek olan da herhangi bir “Emir” olamaz. Ümmeti ancak Müslümanların Halifesi birleştirebilir. Dolayısıyla, örgütün o andaki güçlü adamı Bekir el Bağdadi kendini halife ilan etmiştir. Bu devletin genişlemesi, başka coğrafyalarda kurulacak devletlerin buna katılması ve oraların Müslümanlarının halifeye biat etmesi yoluyla Dar ül İslam yeniden kurulacaktır.
Burada tekfirci hareket nihayet kuruluş evrelerindeki çeşitli çelişkileri aşarak olgun aşamasına girmiş olmaktadır. El Kaide’nin bir Dar ül İslam’ın kuruluşu mücadelesi içinde kendisinin yerinin yurdunun olmaması, yani yukarıda kullandığımız kavramla “göçebeliği” ile Dar ül İslam fikri arasındaki çelişki de burada aşılmış olmaktadır. Tekfir-ümmet-İslam Devleti (hilafet) üçlüsü, bir uyum içinde geleceğin ulus üstü Müslüman siyasi egemenliğinin temelini atmış durumdadır.
İslam Devleti de aynen El Kaide gibi sadece merkezin faaliyetleriyle yetinmeyen, İslam âleminin her bir spesifik coğrafyasında kurulan ve kurulacak örgütlerle halifenin fütuhatını yaymaya çalışan bir yapıya sahipti. Bu açıdan bakıldığında, o da El Kaide gibi sadece “uazak düşman” ile savaşmıyordu. Her coğrafyada bulunan “yakın düşman” ile de karşı karşıya geliyordu. Ama “uzak düşman” yani Batı ülkeleri esas düşmandı.
Elbette, bir ideolojik-politik-programatik tutarlılığa kavuşmak başka bir şeydir, bu programı zafere ulaştırmak başka bir şey. İslam Devleti 2017’den itibaren çok geniş bir devletler koalisyonunun askerî taarruzu karşısında ayakta duramamış, üstelik kendini halife olarak ilan etmiş olan Bekir el Bağdadi de aynen kendinden önce Usame bin Ladin’in encamına benzer biçimde 2019’da, yine Amerikan özel kuvvetleri tarafından, yine ailesinin yanı başında yargısız infaz ile ortadan kaldırılmıştır.
Tekfirciliğin esas kaynağı
Bugün, 11 Eylül’ün 20. yıldönümünü yaşadığımız günlerde şu gerçeği kafamıza yerleştirmeliyiz: Müslüman bir nüfus çoğunluğuna sahip ülkelerde siyasi iktidara talip olan ve kimine siyasi İslamcılık, kimine Selefilik adları verilen klasik tipte siyasi parti ve hareketlerin dışında aşırı derecede yobaz, ulusal sınırlar ötesinde bütün İslam âlemini bir ümmet olarak birleştirmeyi hedefleyen ve buna bağlı olarak hilafeti yeniden tesis etmeyi amaçlayan bir uluslararası akım ve bu akıma bağlı çeşitli örgütler dünyanın gündemine oturmuş bulunuyor. 21. yüzyılı 11 Eylül 2001 spektaküler eylemiyle bu akım açtı. Bunu yenilgiler izledi. Ama sonra akım başka bir örgüt biçiminde ortaya çıktı ve halifelik iddiasına varana kadar bir devlet kurdu. Bunu da yenilgiler izledi. Ama o arada, tekfirciliğin evriminde henüz ilk basamakta olan Taliban tam anlamıyla dirildi. 20 yıllık Amerikan işgaline son vererek iktidarı yeniden ele geçirdi. Taliban’ın bu başarısının bir yurt savunması üzerinde yükseldiği hiç unutulmamalı. Taliban tekfirci bir harekettir, ama yapısı çelişiktir. Ümmetçi ve hilafet iddiası olan bir hareket değil, ulusal bir harekettir.
Buna rağmen, Taliban’ın zaferi tekfirciliğin evrim patikasında daha üst basamaklara yükselmiş olan El Kaide ve IŞİD’in veya şimdi geri planda olsa bile ileride öne çıkabilecek bir başka örgütün (veya hepsinin birden) yeniden canlanmasına ciddi bir katkıda bulunabilecek potansiyeli taşıyor. Tekfircilik, kendi evrimi içindeki en ilkel ama tam da o yüzden en güçlü biçimi sayesinde bir “rönesans” yaşıyor.
Bütün İslamcı hareketlere olduğu gibi tekfirciliğe de en fazla güç taşıyan tarihî gerçek emperyalizmdir, onun Ortadoğu’daki ileri karakolu Siyonizmdir. Emperyalist savaşlar Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kara Afrika’yı harap ettikçe hem genel olarak İslamcılık hem tekfircilik en iyi propaganda fırsatını buluyor. Şimdi, 21. yüzyılın başında buna bir özgül faktör ekleniyor: Emperyalist ülkelerde faşizmin yükselişi. Trump’ın Müslüman düşmanlığını bilmeyen kalmadı. Ama daha da önemlisi, coğrafi etmenler, ekonomik faktörler, göç akımları, sömürgecilik tarihi ve kültürel ilişkiler nedeniyle Batı Avrupa’daki faşizm. Yıllardır söylüyoruz: Avrupa’da faşist hareketlerin kışkırttığı ırkçılığın yükselişi ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki tekfirci hareketlerin güçlenmesi arasında karşılıklı beslenmeye dayalı bir metabolik ilişki vardır.
Öyleyse bir öngörü yapalım: 2022 Nisan’ında Fransız faşist lider Marine Le Pen cumhurbaşkanı seçilirse, tekfircilik Afganistan’da elde ettiği avantajdan daha da güçlü bir rüzgârı arkasına alacaktır!
Tekfirciliğin sosyal ve politik temelleri
Marksistlere düşen hem tek tek ülkelerde hem de bir bütün olarak tekfirciliğin (ve daha genel olarak İslamcılığın) sosyo-ekonomik (sınıf) ve politik köklerine ciddiyetle eğilmek ve her bir ülkede ve genel olarak İslam âleminde politikalarını buna göre belirlemektir. Biz Devrimci İşçi Partisi olarak bunu siyasi İslamcılığın hâkim olduğu Türkiye için yapmış bulunuyoruz. Hem tarihî açıdan hem burjuvazi içi sınıf fraksiyonları arasındaki mücadeleler açısından hem de burjuvazi ile proletarya arasındaki en büyük mücadele açısından, Millî Görüş, AKP ve Fethullah Gülen cemaati hareketlerinin toplumsal hayatın neresine yerleştiğini araştırdık, inceledik. Çeşitli yoldaşlarımızın meselenin farklı veçheleri konusunda araştırmaları temelinde partinin ulaştığı siyasi bir sentez politikamıza damga vuruyor.
Ama şimdi yapılması gereken enternasyonalist bir görev olarak tekfirciliğin ekonomi politiğini geliştirmektir. Bu iş ayrıntısıyla yapılana kadar şu iki noktanın altını çizelim. Birincisi, bütün İslamcı hareketler gibi tekfircilik de kapitalizmin ve emperyalizmin tarihî yükselişi ve İslam âlemini her bakımdan tahakküm altına alması karşısında Şark’ın hâkim sınıf ve katmanlarında doğan tepkinin ideolojik ve politik ifadesidir.
Bunların tekfirciliği bir din anlayışı falan değildir. Bir politik programdır. Belirli çıkarlara sahip toplumsal kesimlerin ve belirli devletlerin çıkarları doğrultusunda hareket eden siyasi örgütlerin programı. Ağızlarında hep Batı’nın İslam dünyasına iki yüzyıldır çektirdiği cefa vardır, Müslümanları içinde yaşadıkları devletlerin dinden çıkmış yöneticilerinden kurtarmak vardır.
Ama o nefret kustukları Batılılarla, hatta İslam dünyasının baş düşmanı gibi sundukları Siyonizmle işlerine geldiğinde işbirliği yaparlar. O Batılıların neredeyse uşağı gibi müttefiki olan devletlerden yardım alırlar. “Öfkeli çocuklar” diye sevilirler, “inançlarının bize ters yanı yok” diye korunurlar. Ve hep Müslümanların yaşadığı toplumların varlıklı, kudret sahibi, mütegallibe sınıf ve katmanları ile iç içe çalışırlar. Bunların muhatapları, petrol şeyhleridir, kapitalistlerdir, aşiret reisleridir, savaş ağalarıdır, şeyh-molla takımıdır.
Tekfirciliğin büyük velisi Usame bin Ladin’i alın. Bir topraksız köylü müdür sanırsınız? Petrol işçisi mi? Kervanlarda çalışan yoksul deveci mi? Basra Körfezi’nin yoksul balıkçısı mı? Tabii ki hayır! Usame bin Ladin, dünyanın en sömürgen ülkelerinden olan ve en büyük Batı emperyalisti ABD’nin Ortadoğu’da Siyonist İsrail’den sonra en güçlü müttefiki olan Suudi Arabistan’ın en zengin ailelerinden bin Ladin ailesinin mensubudur. Öyle sadece petrol zengini falan değil. Dev inşaat işleriyle uğraşan bir müteahhitler grubudur bin Ladin’ler. Zenginmiş falan deyip geçmeyin. Hani Suud ailesi Koç gibi petrolcüyse, bunlar da Erdoğan’ın oligarkları Cengiz ya da Limak ya da Ağaoğlu’dur. Karunlar gibi zengindirler yani.
Tekfircilik Müslüman işçiye iki kez zararlıdır. Birincisi, yakın tehlikedir: İşçiyi kendini ezen büyük patronlarla, yoksul köylüyü aşiret reisi, ağa ve mütegallibeyle birleştirir. Sömürüyü perçinler. İkincisi, biraz daha uzun vadede ortaya çıkacaktır: Kapitalist sömürüye son vermek için her ülkenin işçisi ve emekçisi devlet iktidarını ele geçirdiğinde başka ülkelerin işçileriyle birleşmelidir ki, emperyalist kapitalizmin gücüyle başa çıkabilsin. Tekfircilik, Müslüman işçiyi kendi patronuyla birleştirirken başka halklardan ve inançlardan işçilerden kopartır, onlara karşı düşman yapar.
Tekfircinin birleştirdiği toplum, kendinden menkul halifelere ve şeyhlere biat edenler topluluğudur. İşçinin enternasyonalizmi bütün dünyanın emekçilerini hem emperyalizme, hem patronlara, hem de her renkten ve inançtan gericiliğe ve tekfirciliğe karşı birleştirir. Sömürü böyle sona erdirilecektir. Herkesin, başkasının buyurduğu değil kendisinin seçtiği inanç doğrultusunda yaşaması özgürlüğü böyle elde edilecektir.
Ezilenlerin öfkesi
Ama her büyük tarihî toplumsal hareket gibi tekfirciliğin sosyo-ekonomik bileşimi de çok karmaşıktır. Üstelik bu hareket çokuluslu olduğu için karmaşıklık da artmaktadır. Hareketin içinde Afganistan’ın göçebe aşiretlerinden yoksullar ile Sovyet yönetimi altında yaşamış deklase proleterler ve emperyalist toplumların kenar mahallelerinde polisin ezdiği, uyuşturucuya bulaşmış, hayatının yarısı bu yüzden ve küçük ölçekli ırk savaşları dolayısıyla hapiste geçen genç emekçiler de bu hareketin içinde yer alıyor. Zenginler kendileri askerlik yapmazlar. Yoksulu, garibanı, proleteri koşarlar o işe. O yüzden, işte o yüzden Müslüman âleminin Marksistlerine büyük görev düşüyor.
Yoksulları ait oldukları saflara kazanmak için kolları sıvamak gerekiyor. Türkiye Marksizmi İslam ve topluma etkileri konusunda bugüne kadar iyi bir sınav vermiş değil. Artık aklımızı başımıza toplamanın zamanıdır.
Bu yazı, yazarın Gerçek gazetesinin Eylül 2021 tarihli 144. sayısında yayınlanmış olan yazıyı da içermekle birlikte ondan çok daha geniş bir konular bütününü içermektedir.