“Bu Dünya”, Çocuklar ve “Direniş Caddesi” (Ahmet Öncü - 22-02-2010)
Koçali'nin bu özlü sözlerinin derin anlamını idrak edebilmek için karşımıza çıkan bütün çocukların dünyalar kadar güzel gözlerine çok dikkatli bakmamız gerekiyor. Çünkü çocuklar daha henüz ne olduğunu bilmedikleri "bu dünyaya" anlamak için bakıyorlar. Onlar biz yetişkinlerin anlamlı olduğunu düşündüğümüz hiçbir şeyi peşinen anlamlı bulamayacak kadar bu dünyaya yabancılar. Çocukların bakışları bu yabancılaştıran adaletsiz ve namussuz dünyayı olduğu gibi göremediği için biz umut savaşçılarına umut saçıyor. Bu yüzden olsa gerek büyük şair umutlu çocukları daha da umutlandırmak için "çocuklar inanın inanın çocuklar/ güzel günler göreceğiz güneşli günler/ motorları maviliklere süreceğiz/ güzel günler göreceğiz güneşli günler" demeyi ihmal etmemiş.
Koçali'nin aktarmasına göre, Balçiçek Pamir Sırrı Sakık ile görüşmesinde Sakık'ı şuçlayarak: "'Siz de çocukları öne sürüp, onların arkasında eyleme katılıyorsunuz' demiş. Yine Koçali'nin alıntılamasıyla, Ece TemelKuran ise "Kürt siyasetinden bir kez bile çocuklarınızı eyleme göndermeyin açıklaması geldi mi adamakıllı, samimiyetle. (Kürt siyaseti) Çocukları ne olarak gördüklerine bakmalılar. Bu ülkenin çocuklarına karşı vicdansızlığın neresinde durduklarına bakmak zorundalar" diye yazmış. Koçali'nin yazısına yorumda bulunan bir okuyucu bu tür yazarların "Filistin'de İsrail tanklarına taş atan çocuklar için de aynı eleştiriyi" yapıp yapamayacaklarını merak ettiğini belirtmiş. Bir başkası ise "çiçeğe ve şekere uzanmayan ellerin silaha nasıl uzandığını anlamak için o minik bedenlere ve ruhlara o küçücük yaşlarında ne gibi işkence edildiğini düşünmek, o yavruların taş atan ellerinden ve alınlarından öpmekle olur ki belki o zaman aydın, yazar, sanatçı ve namuslu bir insan oluruz" diyerek sözün bittiği yeri göstermiş.
Bu hafta sonu emekçilerin ve ezilenlerin dayanışmasını yükseltebilmek umuduyla ülkenin dört bir yanından yollara düşerek Anakara'ya gelenlerin arasına katılıp, "Sakarya Direniş Caddesi"ndeki Tekel İşçilerini "ziyaret" ettik. "Ülkem insanının" o bildik misafirperverliği ile karşılaştık. Bizi "ağırlayan" her çadırda -sevgili bir yoldaşımın güzel bir benzetmesiyle- bir "bayram ziyaretinde" bulunduğumuz hissine kapılmamak neredeyse imkânsızdı. Limon kolonyaları, şekerler, çaylar, sigaralar tutuluyor, hal hatır soruluyor ve herkes birbirine mutluluk saçan tebessümlü bir ifadeyle bakıyordu. Bitlis, Tokat, Diyarbakır, İzmir, Denizli, Hatay, İstanbul, Trabzon, Bursa, Samsun ve işte bütün ülkemiz buradaydı. Onların "evleri" bizim, bizim "evimiz" onlarındı. Diyarbakırlıların "evinde" çayların yanında bir de şiir dinletisi sunuldu ki bu muhteşem resitali kaçıranlar için elimizden üzülmekten başka bir şey gelmiyordu. Bir de şunu ekleyelim. Her evde aynı şeyi gördük, duyduk ve haykırdık: "her yer Tekel, her yer direniş."
Cumartesi sabahının erken saatleriydi. Bir gece öncesine göre ziyaretçi sayısı o kadar artmıştı ki Direniş Caddesi'nde artık yürümek neredeyse imkânsızdı. "Her yer Tekel, her yer direniş" seslerinin yükseldiği Denizli evine doğru yöneldiğimizde evin hemen girişinde üç güzel kız çocuğunun meraklı bakışları bizi karşıladı. Onlar da anne, baba, teyze, amca, ağabey ve ablalarının arasında yerlerini almış gülen gözlerle ziyaretçileri selamlıyor ve slogan atıyorlardı. Yanımdaki yoldaşım bu inançlı direnişçilerin fotoğraflarını çekmek için izin isteyince daha kuvvetli bağırmaya başladılar: "Tekel işçisi kazanacak". Evet, bu "her biri bir dünya parçası" üç güzel çocuğun ellerinde henüz taş yoktu. Ve evet, bu çocuklar hiçbir kimseye henüz gülümsemelerinden başka bir şey atmıyorlardı. Ama yine de bu çocuklar da bu adaletsiz ve namussuz dünyada sürüp giden çatışmada taraflardan birinin yanında mücadeleye katılmışlardı. Şimdi hangi anne, hangi baba, hangi amca, hangi teyze yürekleri haksızlığa uğramış işçilerin ve emekçilerin yanında atan bu çocuklara evinize gidin diyebilirdi? Diyebilseler bile bu çocuklar onları dinler miydi? Sanırım dinlemezlerdi, çünkü onlar zaten evlerindeydiler, yani Direniş Caddesi'ndeydiler.
Hemşerilerimin yani İzmirlilerin evine doğru yürürken gözlerimin önünden okul sıralarında kalem tutmak yerine minik elleriyle bobin saran, bir oyun parkında "yanar top" oynamak yerine tanklara taş atarken ezilen ya da polisler tarafından coplanan, annelerinin anlattığı güzel öyküleri dinlemek yerine sokaklarda mendil satan, arabaların camlarını silen, büyüklere özenip birbirlerine en saf en temiz duygularla aşık olabilmek yerine seks ticaretinin metalarına dönen, ülkelerinde ve dünyanın her yanında özgürce seyahat ederek yeni yerler ve insanlar tanımak yerine emperyalistlerin saldırıları neticesinde hiç bilmedikleri topraklara mülteci olarak sığınan dünyanın bütün çocukları geçiyordu. Tam hemşerilerimin evinden içeri kafamı uzatmıştım ki Rona ile Zeynep'i, Utku ile Baran'ı gördüm. Bu yüzlerinde güneş parlayan çocuklar ne yapıyorlardı biliyor musunuz? Görebildiğim kadarıyla, "motorları maviliklere sürüyorlardı."