Tekel işçileri ve sol: Bu tanışıklıktan ne çıkar? (Mustafa Kemal Coşkun - 08-02-2010)
Öncelikle reel sosyalizmin çöküp, emperyalizmin artık küreselleşme adı altında gündemimize sokulması dolayısıyla sosyalizm talebinden vazgeçenler, sosyal demokratlar, Kemalist milliyetçiler gibi bazı "sol"(!) çevreler "vatan elden gidiyor" naralarıyla fazlasıyla ulusalcı-milliyetçi bir söylemi dillendirmeye başladı, böylece sol, emek mücadelesiyle değil de bir çeşit milliyetçilikle anılır oldu. Sonuç ortadaydı: Bir kere sınıf söyleminden ve mücadelesinden uzaklaşıldığında "vatan"dan kastedilen ise sadece bir tapu kadastro birimi, yani arsadan başka bir şey olmayacaktı, öyle de oldu. Zira özelleştirmeye değil, fakat kamu mallarının yerli değil de yabancı sermayeye satılmasına karşı çıktılar, yani emek sömürüsüne değil de emeğin yabancılar tarafından sömürülmesine karşı, böylece "vatan", sadece sınırları itibarıyla önemliydi, yoksa o vatanın içinde yaşayanların ne türden sömürü ilişkilerine tabi tutulduğu değildi temel sorun. Bu durumda olan bir "sol"un ise, sol olma özelliğini bütünüyle yitirmiş/yitirmek üzere olduğu ya da aslında hiçbir zaman sol olamadığı göz önüne alınırsa Tekel işçilerinin mücadelesi onlar için hiçbir anlam ifade etmeyecektir elbette.
Diğer taraftan başka bazı "sol" çevreler, solu çok genel bir "özgürlük ve demokrasi" söylemiyle tanımladı. Böylece "demokrasi mücadelesi" sınıf mücadelesinin yerine, hatta "halk" da sınıfın yerine geçirildi. Hatta solun bugüne kadar ki başarısızlığı/yenilgisi bir sınıf politikası gütmesine bile bağlandı. Buradan çıkacak sonuç ise "sol-liberal" bir söylemden başkası değildi: Devlet sadece siyasal güç ilişkileriyle tanımlanmaya başlandı, siyaset bir tür devlet-sivil toplum ilişkisine indirgendi, böylece sınıf ve sınıf mücadelesi analiz dışında kaldı, solun sınıf söylemini bırakması telkin edildi. Zira bir kere ekonomi ile siyaset ayrımı yapıldığında özgürlük ve demokrasi kavramları da ekonomik yaşamdan ve sınıf mücadelesinden ayrıca tanımlanmaya başlanacaktı. Bu tür bir "sol" politikanın vurguladığı en önemli nokta "sınıf temelli söylemlerin bırakılması gerekliliği" oldu, sonuç ise emek mücadelesiyle arasına mesafe koyarak demokrasi ve özgürlükler adına darbeci avlamaktan başka bir şey değildi. Böylece günümüz dünyasının piyasası küresel bir piyasa olarak değerlendirilip "piyasanın kaldırılamayacağı" da kabul edildiğinde, diyelim özelleştirmeye, piyasaya vb. karşı olmak bir tarafa, tartışmak bile artık gereksizdi. Bu tür bir sol için de Tekel işçilerinin mücadelesi olsa olsa "genel insan hakları" çerçevesinde bir anlam ifade edecektir, ama sınıf ilişkileri ve mücadeleleri anlamında değil, tıpkı yukarıda bahsedilen diğer "sol" gibi.
Oysa "artık sınıf bitti", "sınıf mücadelesi bitti", dolayısıyla "sınıf temelli politika da bitti" diyenlere nispet yaparcasına Tekel işçileri Ankara'nın ayazında mücadelelerini sürdürüyor. Özelleştirmenin olumsuz etkilerine karşı çıkan Tekel işçilerinin bu mücadelesi sadece kendi çıkarları için yapılan bir mücadele olmaktan çıktı, Türkiye işçi sınıfının bütünsel çıkarlarını savunan bir sınıf mücadelesine dönüştü. Tekel işçilerinin direnişi işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelelerinin durgunluktan kurtarılması, büyük bir atılım yapması için açılmış bir kapıdır. Yıllardır özelleştirme, "serbest piyasa", taşeronlaştırma, esnekleştirme ve sendikasızlaştırmanın, bugün ise ekonomik krizin mağduru olan işçi sınıfına, kamu emekçilerine ve bütün çalışanlara, haklarını almak için mücadeleyi yükseltmek bakımından büyük bir fırsat doğdu. Hükümetin işçi düşmanı politikası karşısında saflar sıklaşıyor, sadece Tekel işçileri değil, İstanbul itfaiye işçileri, İstanbul Esenyurt belediye işçileri, sağlık alanında çalışan taşeron işçiler, İzmir Karşıyaka'da Kent A.Ş. işçileri, Mersin'deki Eleks işçileri benzer bir mücadele içine girdiler dönem dönem. Yukarıda bahsedilen "sol" çevrelerin bu mücadelelerle tanışıklığı kendileri için hiçbir şey ifade etmeyebilir, ama hala sınıf mücadelesini ve sınıf temelli bir politikayı temel alan bir sol için, hele hele solun bu kadar çok tartışıldığı bir dönemde, bu tanışıklıktan önemli sonuçlar çıkmaktadır.
Birincisi, belli ki sınıf mücadelesinin bittiği, dolayısıyla artık sınıf temelli bir politikayla bir yere varılamayacağı söylemi bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Ancak solun bu mücadeleyi iyi değerlendirmesi ve bugüne kadar bir türlü söylemden öteye götüremediği bir sınıf temelli politikayı nasıl hayata geçireceğini Tekel işçilerinin mücadelesinden öğrenmesi gerekir. İkincisi, Tekel mücadelesi göstermektedir ki neoliberalizme karşı yoksullaştırılan kesimlerin, emeğiyle geçinenlerin, işsizlerin çıkarlarını savunurken, hem özgürlük, hem laiklik ama hem de emek diyen bir üçüncü kutup/politika yaratmak mümkündür. Ulusalcı bir çerçeveye ya da sol-liberal bir söyleme sıkışıp kalmak ne gerekli ne de zorunludur. Devletten ve sermayeden bağımsız bir üçüncü yol, sınıf mücadelesini temel alan bir solun yeniden canlanması ve gündelik politikaya müdahalesini olanaklı kılacaktır. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, sol hareketler politikanın oturduğumuz yerde üst perdelerden konuşarak değil de bizzat sınıfın içinde, emekçilerle doğrudan ilişki içerisinde ve kendi politik taleplerimiz değil de emekçilerin gündelik talepleri çerçevesinde yapılabileceğini Tekel mücadelesi dolayısıyla görmüş olsa gerektir.
Solun yoğun olarak tartışıldığı şu dönemde sınıf mücadelelerinin de giderek artması sol hassasiyeti olan herkese bir şeyler anlatıyor olmalı. Sol ile Tekel işçilerinin bu tanışıklığı iyi değerlendirilebilirse bu ülkede hem sol hem de işçi sınıfı açısından birçok şey ters yüz olabilir, zira Tekel işçisi verdiği mücadeleyle öğretmeye devam etmektedir, elbette ki öğrenmeye niyeti olanlara.