Sel sularının aynasında toplumsal sınıflar (Sungur Savran - 11-09-2009)
Evleri su basmasını alın. Bundan önceki bütün taşkınlarda olduğu gibi, ama bu kez çok daha vahim boyutlarda, su altında kalan evler neredeyse bir laboratuvar soyutlaması gibi, bütünüyle yoksul emekçilerin evleri. Buna karşılık verilen tepkiler arasında o Kemalist "eğitim" saplantısı yok mu, insanı çıldırtıyor. "Cahil insanlar, gitmiş dere yatağına ev yapmışlar". Nereye yapsalardı? Etiler'e ya da Bağdat Caddesi'ne mi? Sırtında dengi, kucağında bebeği İstanbul'a gelmiş yoksul köylü, bir ekmek kapısı ararken bir de başını sokacak yer bulmuşsa, nasıl seçsin, nasıl düşünsün? Yoksa hiç merak etmeyin, dere, ırmak, nehir taşkınının insandan nasıl intikam alacağını, o sizin "cahil" dediğiniz köylüler, yüzlerce yılın kuşaktan kuşağa aktarılarak birikmiş deneyimiyle, biz kentlilerden çok daha iyi bilirler. Ne de olsa üniversite diplomasında doğanın gazabının biçimleri yazmıyor. Siz, dünün yoksul köylülerinin, bugünün işçileri ve kent yoksullarının cehaletini suçlayacağınıza bir düşünsenize, bu insanlar kente neden gelmiş, başlangıçta bir hata yapıp dere yatağına yerleşmiş olsa bile sonra yıllarca neden daha iyi koşullara geçememiş? Bunun kapitalizm diye bir cevabı olmasın?
Ya da ölümleri alın. TIR parkı adı altında TIR mezarlığı olarak inşa edilmiş alanda ölen sürücü kardeşlerimizin, uzun yolların meşakkatli işini gören proleterler olduğu açık değil mi? Otobüslerin tepesinde, binaların çatılarında mevzi tutmuş insanların giysilerine, suratlarına, beden dillerine baktınız mı? O insanların hepsinin işçi ve emekçi olduğunu görmek zor mu? Ama en önemlisi, en önemlisi, o yedi kadın işçi! Belleğimiz bizi ayrıntılar konusunda yanıltmıyorsa, üç yıl önce Bursa'da beş kadın işçi bir işyeri yangınında hayatlarını yitirmişlerdi. Bir buçuk yıl önce Davutpaşa'da bir takım işyerleriyle beraber birçok işçi berhava oldu. Her sonbahar, çalışacakları yerlere en kötü koşullarda giden/götürülen mevsimlik işçiler saflarından nice insanı ölümün bağrına teslim ederler. Şimdi yedi kadın işçi, aynı nedenlerle hayatını yitirdi. Bir koro, buna "ihmal" diyor. Ne ihmali? İhmal dediğiniz kasıtın olmadığı yerde olur. Oysa bu işçilerin, penceresi, sürgülü kapısı olmayan, eşya taşımak için yapılmış minibüslerde taşınması, kasıtlı ve bilinçlidir. Kasıt o işçilerin hayatına değildir, sermayenin kârını arttırma kasıtıdır. Yani sermaye açısından gayet bilinçli bir seçiş söz konusudur. Öyleyse, bu kadın işçilerin ölümünün sorumluluğu selin üzerine atılabilir mi? Sözde daha "ilerici" açıklamalar çerçevesinde "ihmal" ile açıklanabilir mi? Bunun kâr açlığı içinde hareket eden sermayenin doğasından geldiği ortada değil mi?
"İhmal" teorisi gökten inmiyor. O da belirli bir toplumsal konumun özgül bir ifadesidir. Dünyaya bürokrasinin gözleriyle bakanlar her şeyi düzenlenecek bir şey olarak görürler, nerede savunulamayacak bir şey varsa bu, o şeyin "kötü yönetimi"nden olmuştur. Ama yedi işçi yoldaşımızın ölümü, çok daha önemli bir berraklık sağlamıştır. Bugün burjuvazinin iç savaşının dar çıkarları ile bütün sorumluluğu AKP'ye yüklemeye yatkın olanların (ki 15 yıldır İstanbul'u yöneten kadroların partisi AKP'nin sorumluluğu mutlak anlamda mevcuttur) ilericilik yapıyoruz derken gericilik yaptıkları açıktır, çünkü kapitalizmin sorumluluğu olan bir şeyi, çok daha geçici bir hayat süresi olan hükümete ve belediyeye atfetmektedirler.
Bir de rant meselesi var. "Sol" burjuva demokratından en koyu "komünist"ine kadar bugün herkes bir "rant" tutturmuş gidiyor. Her olayın ardında "rant" aranıyor. Bu kavramın yaygınlaşması, bir ilericiliğin değil, gericilik döneminin ifadesi. Çünkü esas işlevi "kâr" kategorisini, yani günlük hayatta beliriş tarzı içinde sermayeye özgü gelir kategorisini meşrulaştırmak. "Rant" havadan para kazanmak olarak kötülendiğinde, "kâr" istihdam yaratmanın, üretimi arttırmanın, ulusal gelişmeye katkıda bulunmanın vb. şeylerin bir gerekçesi haline dönüştürülüyor, meşrulaştırılıyor. Sel olayında, toplumsal felâket yalnızca "rant" arayışıyla açıklanıyor. Elbette kent söz konusu olduğunda uyduruk ve ne olduğu belirsiz bir rant kavramı değil, toprak rantı çok büyük önem taşıyor. Ama yedi kadın işçinin ölümünü açıklayan sadece kentin toprak rantının paylaşımı dolayısıyla bozuk düzen gelişmesi mi, yoksa her kuruştan tasarruf ederek kârını azami düzeye çıkartmaya çalışan kapitalistin açgözlülüğü mü?
Nihayet yağmalar. O ne bitmez tükenmez tiradlar televizyonlarda! Yağmalama, insana "insanlık öldü mü?" dedirtiyormuş, insanlığından utandırıyormuş, alçakça imiş. Medya plazaların rahat ortamından, dünyanın lanetlilerine lanet yağdıranlar, o genç insanların nasıl yoksulluk, yoksunluk ve ihtiyaç içinde kıvrandığını anlayabilirler mi? Bir kez daha toplumsal varlık bilinci belirliyor. Yağmacı proleter, kent yoksulu veya lumpen proleter için, o plazma televizyonlar erişilemeyecek fiyatlarıyla, o tam da izleyiciyi televizyona bağlayarak aracılığını yaptığınız reklâmların yoksul insanı ezmesiyle, düşman bir dünyanın simgeleridir.
Yağma, hırsızlıktan farklıdır. Hırsızlık, özel mülkiyetin var olduğu bir dünyada bir bireyin bir başka bireye ait mala, gizlice ve bütünüyle bireysel bir düzeyde el koymasıdır. Evet, özel mülkiyetin yasalarına meydan okumadır ama el konulan mal genellikle bir başka tüketiciye, bazen de bir başka emekçiye aittir.
Yağma, birincisi, büyük ölçüde alenidir. İkincisi, kolektiftir. Üçüncüsü, tüketicinin malına değil, tüccarın veya sanayicinin, yani kapitalistin malına el koymadır. Elbette, sınıf mücadelesi değildir, elbette geri bir bilincin ürünüdür, elbette son tahlilde kişisel acıların dündürülmesine yöneliktir. Ama sınıf tepkisidir. Onun içindir ki, televizyonlarda burjuvazi tarafından ceplerine yüz binler, milyonlar doldurulan "anchor"lar yağmaya karşı dikleniyor, büyükleniyor, isyan ediyor. Siz farkında değil misiniz, hanımefendiler, beyefendiler? Bu insanların bütün hayatı yağmalanmış, plazma televizyon neymiş!
Bolşevikler, bütün toplumsal olayların sınıf karakterini kavramaya çalışarak, en pişmemiş, en güdüsel sınıf tepkilerini proletaryanın sınıf bilinçli mücadelesine dönüştürmek için mücadele edeceklerdir. Bugün bu kitlesel bir başarı kazanamıyorsa, bu, işçi sınıfının dünya çapında onyıllardır büyük bir ideolojik selin altında yaşamasındandır. Ama bir gün ekonomik kriz, bir gün savaş, bir gün "doğal" afet-tarih böyle ilerler ve işçileri ve emekçileri yeniden mücadeleye iter. Bakın o zaman "anchor"ların ayakları nasıl suya eriyor, nasıl konuşuyorlar!