90’ların politik gençliğine bir garip ağıt: Sonbahar... (Özlem Öztorun - 29-12-2008)
Bu ve benzeri olumlu eleştirileri okuyunca, hele de filmin reklamındaki ödülleri görünce insanın filme olumsuz bir önyargıyla başlaması mümkün mü? Sadece konusu bile diğerlerinden ayırdedilmesini sağlıyor. İnsana “Oh be, böyle filmler de yapılıyor coğrafyamızda..” dedirtiyor. Kendi adıma, filmi bu düşüncelerle izlemeye başladığımı söyleyebilirim.
Film 1997’de üniversite öğrencisi iken tutuklanıp 12 yıla mahkum olan Yusuf’un cezaevinden çıkışı ertesinde yaşadığı süreci işliyor. Yusuf cezaevinde 19 Aralık operasyonunu yaşamış, bunun ve F tipi hücrelerde yaşadığı sürecin izlerini taşıyan bir genç. Ciğerlerinin iflas etmesi dolayısıyla cezasının bitmesine iki yıl kala tahliye oluyor ve Artvin Hopa’nın bir köyünde yaşayan annesinin yanına dönüyor. Annesi yerel dil olan Hemşince konuşan, yıllarca Yusuf’un dönüşünü beklemiş yaşlı, yorgun ama çalışkan bir kadın. Bir süre sonra Yusuf o cıvardan görüştüğü tek arkadaşı -aynı zamanda çocukluk arkadaşı- Mikhail’in ısrarıyla şehre iniyor ve bu sırada Elka ile tanışıyor. Elka, SSCB’nin dağılmasının ardından yaşamı altüst olan, ülkesindeki çocuğuna bakabilmek için fuhuş yapan bir Gürcü kadını. Yusuf’la aralarında duygusal ama umutsuz bir bağ gelişiyor. Film bu ilişki, Yusuf’un geride bıraktığı hayatından kendisini bırakmayan anılar, annesi ve köydeki münzevi yaşam ekseninde ilerliyor.
Artvin’in bu yükseklerdeki köyüne, doğal unsurlarına,sakinlerine, yerel lehçesine, Yusuf’un annesinin doğallığına, oğluna duyduğu sevgiye, onun için çabalamasına sempati duymamak mümkün değil. Elka örneği üzerinden dağılan Sovyet cumhuriyetlerinin Karadeniz’de “çalışan” kadınlarını insanca bir gözle izleyicilere taşıması da çok değerli. Film görsel açıdan da işlendiği coğrafyanın güzelliklerini izleyiciye başarıyla taşımış.
Ancak ciddi bir zayıf noktası var filmin;o da Yusuf’un hayatında cisimleşen, politik içerikteki zaaflar. Bu zaaflar filmin diğer avantajlarını gölgesinde bırakıyor ki bu nasıl görmezden gelinir de totalde olumlu değerlendirme yapılır bilemiyorum. Kendi adıma bunu yapamadığımı söylemeliyim.
İçerikteki sorunlar filmin başında kendini gösteriyor. Film 19 Aralık operasyonu ile başlıyor. Görüntüde üst düzey bir asker var ve cezaevindeki tutsaklara dışarıdan hoparlörle, nakillere direnmemelerini, ölüm orucunu bırakmalarını sevdiklerini düşünmelerini telkin ediyor, kimseye zarar vermeyeceklerini söylüyor. Öyle de humanist ki insanın neredeyse inanası geliyor. Sanki kısa bir sure sonra bu askerler 30 tutsağı katletmemiş, kimyasal silahlarla kadınları canlı canlı yakmamış, günlerce işkence etmemiş gibi garip bir anlatım var filmde. Tutsaklar cephesinden ekrana aktarılan tek şey ise kesik kesik, duyulmayan ve anlaşılmayan sloganlar. Operasyondan gösterilen bir kaç saniyelik sahnede de göze görünen yegane tutsak görüntüsü, kendini yakan mahkumlar. 19 Aralık adına filmde gösterilen işte bu kadar. F tiplerinde yaşanan tecrite uzaktan da olsa değinilmediğini ayrıca belirtmek gerekir..
Değindiklerini ele alınca da filmin kahramanı Yusuf’un sorunlu profili karşımıza çıkıyor. Yusuf’u, tükenmiş, bezgin bir solcu olarak görüyoruz. Hayatının en güzel 10 yılını hapiste geçirmiş, 19 Aralık operasyonu kabuslarından çıkmayan, ciğerleri tükenmiş, babası ona küskün ölmüş, sevgilisi o içerdeyken başkasıyla evlenmiş bir genç. Evet, bu olgular o süreci içeride yaşamış bir solcunun karşılaşması muhtemel olgular. Ama bu ortalama bir “90’ların politik gençliği” profili değil. 90’ların politik gençliği de ödediği bedellerin tükettiği bir kuşak değil. Diyelim yazar ve yönetmen Özcan Alper filminde en ağır bedelleri ödeyenleri işlemek istedi. O zaman bu kategorinin ortalama bir öznesinin profilini çizmesi gerçekçi olmaz mıydı? Peki böyle bir örnek Yusuf’a mı tekabül eder? Tüm nesnel durumu olgu olarak kabul etsek bile hayır. Yusuf’un çizdiği tablo bir kaç kelimeyle tükenmiş, umutsuz, annesine yaslanmış, yaşamla bağlarını koparmış, çevresine kayıtsız bir adamın profili. Ondaki yegane sosyallik belirtisi Elka’ya karşı gösterdiği ilgi olarak karşımıza çıkıyor. O da kelimeleri harcamaya gönülsüz diyaloglarla. Film boyunca -anlaşıldığı kadarıyla bir kaç ay işleniyor filmde- Yusuf’un köhne bir köy evinde yaşayan annesinin nasıl kazandığı bilinmeyen parasından aldığı harçlıkla idare ettiği görülüyor. Çok tüketmese de annesine yük olmaktan rahatsız olduğuna ya da destek olmak istediğine dair en ufak bir belirti göstermiyor. Tek yaptığı sigara içip kendi iç dünyasında gezintilere çıkmak. Bir de çocukluk arkadaşı Mikhail’le diyalogsuz, neredeyse teknik gereksinimlerle sürdürdüğü bir arkadaşlık.Yusuf’un duygularını en ağır haliyle yaşadığı zamanda bile kendini ifade adına yaptığı tek şey bir uçurumun kenarında dağa taşa bir çığlık savurmak oluyor. Örgütünden bir kişiyi bile aramıyor. Sadece bir kez, kendi kuşağından muhtemelen daha az hapis yatıp çıkmış bir üniversite arkadaşıyla görüşüyor. Bu görüşmedeki kayda değer yegane diyalog da özetle şöyle “Ne yapalım be Yusuf..bizimki de öyle bir dönemdi, yaşanması gerekiyordu..Gene olsa gene yaşarız..” Yusuf cevap vermiyor, bu konuda en ufak bir değerlendirmesi yok. Sanki pişman olduğu sezdiriliyor izleyiciye de geride kanıt bırakılmıyor. İnsan 10 yıl cezaevinde yatmışsa geriye bakıp söyleceği bir sözü olmaz mı? Senaryo söyleyecek bir şeyi olmayan bir solcu çıkarıyor karşımıza. Yusuf’un arkadaşının ağzından söylenenlerse, “yaşadık, demek ki yaşanması gerekiyordu” gibi anlamsız, apolitik, duygusal bir değerlendirmeden ibaret. Bu diyalog da, ilginçtir, filmin eleşirilerinde “Yaşadıklarından pişman olmayan bir solcu” değerlendirmesinin yegane dayanağını oluşturuyor. Nasıl bir süzgeçten geçirip de bu çıkarımda bulunulduğunu anlamak zor. Filmin ana karakteri Yusuf pişman değilse, -ciğerleri iflas aşamasına gelmişse ve bu yüzden öleceğini biliyorsa bile, hatta esas tam da bu durumdaysa- yoldaşlarıyla görüşmek istemez mi? Bir kere aramaz mı? Bu soruya hayır cevabı vermek olanaksız. Ama yaşadıklarından ötürü pişman olmuşsa evet muhtemelen aramaz. Ama filmin bunu da hiç bir suskunluğun ardına saklanmadan ortaya koyacak cesareti göstermesi gerekir. Hadi Yusuf yoldaşlarıyla görüşmek için bir şey yapmadı. Ortada bir örgüt varsa, hapisten çıkmış militanına ulaşmaya çalışmaz mı? Örgütlülüğün anlamı adeta yok edilmiş filmde. Herkes kendi kaderine terkedilmiş. Ödenen bedellerden ve bunun abartısından başka bir şey ortaya konmaya çalışılmamış.
Filmin senaristi ve yönetmeni, ödediği ağır bedel dolayısıyla politik bir sorumluluk alabilecek bir durumda olmayan bir karakteri işlemek istediğini de söyleyebilir. Bu durumda hatırlatmak gerekir ki o süreci ciddi bedellerle yaşamış onlarca insan bugün başka ülkelerde mültecidir ancak gittikleri coğrafyalarda da belli bir mesafeyle de olsa kurumlarıyla ilişkilerini sürdürdükleri yadsınamayacak bir gerçektir. Burada, Türkiye’de de benzer sayısız örnek bulunabilir. Bununla birlikte daha fazla bedel ödemekten korkmak da insani bir kaygıdır, ancak bu durumdaki insanlar arasından Yusuf kadar bunalım, asosyal, insanlarla iletişim çabası olmayan, kendi geçmiş yaşantılarının içsel muhasebesi dışında kalan herhangi bir konuda tepki vermeyen, neredeyse biyolojik olmanın dışında bir varlık göstermeyen bir örnek bulmanın da özel bir çaba gerektireceği kuşku götürmez. Filmin yazarı “Ben böyle uç bir örneği işlemek istedim” diyerek Yusuf karakterini kendince açıklayabilir. Ancak Yusuf’un örgütünün de, o dönemi yaşamış bir militanının cezaevinden çıkışı karşısında Yusuf kadar kayıtsızlık içinde sunulması, bu örneğin oldukça zorlama olduğu izlenimini uyandırır. Bu durumda da izleyicinin, bu uç tercihlerin nedenini sorgulama hakkı vardır. Neticede film, sinema salonundan çıkan binlerce insanda “Örgüte bulaşanın sonu böyle olur, hayatı kayar..” duygusu yaratıyorsa ve bu, senaristin keyfi tercihlerinden kaynaklanıyorsa, filmde açıktan dile getirilememiş bir örgütlü mücadele eleştirisi olduğu tespitini yapmamak olanaksızdır. Kimsenin sanatın ardına saklanarak ben telaffuz etmeyeyim, ama böyle bilinsin deme hakkı yoktur. Hele ki bu örnekte olduğu gibi 19 Aralık’ı işleyen demokrat bir film reklamıyla bunun yapılması, filmin değerini daha da düşürür.
Sonuç olarak film açıkça “sınıf mücadelesinde örgütlü yaşamın ödettiği bedelleri sanatsal bir işleyişle ortaya koymaya çalıştık”diye sunulsa daha dürüst iş yapılmış olurdu demek, kimseye haksızlık olmaz sanırım. Zaten filmin afişinde ve kapanış sahnesine yer alan ifade, denilebilir ki yönetmenin bakışını özetliyor: “Her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına…”. Eh, sınıf mücadelesi de hayalperestlik ve sabırsızlık olarak nitelenince, yönetmenin işlediği konuya dair, ne kadar sığ bir algılayış içinde olduğu düşüncesine kapılmamak mümkün olmuyor. Velhasıl, bana öyle geliyor ki, bu gibi yüreği sızlayan sinemacılar bir ara verip, dünyayı ve kendilerini daha iyi gözlemlemeye çalışsalar, eserlerinden geçici olarak yoksun kalacak olan bizler bu duruma memnuniyetle katlanabiliriz…