Merry Crisis! (İşçi Mücadelesi gazetesi #38 - 27-12-2008)
Yunanistan’da yaşanan halk isyanı, 1944’te Nazi işgaline karşı ayaklanmadan ve 1973’te Albaylar Cuntası’na karşı Politeknik Üniversitesi’nde çıkan isyandan bu yana en büyük toplumsal hareket. Olayları tetikleyen, genç Aleksis’in polis tarafından katli olsa da, isyanın ardında yıllardır neoliberal yoksullaştırma politikalarına karşı Yunan işçi sınıfında ve gençliğinde birikmiş tepki yatıyor. Yunanistan bizim gibi İMF’nin emri altında yaşamıyor, ama Avrupa Birliği (AB) varken İMF’ye ne hacet! Avrupa kıtasında İMF’nin kod adı AB! Yunanistan yıllardır “Brüksel”in basıncı altında özelleştiriyor, sosyal hizmetleri yıkmaya çalışıyor, güvencesizleştiriyor. Şimdi dünya ekonomik krizi ile birlikte burjuvazinin taarruzu bir basamak daha tırmanınca, Yunanistan’ın emekçi halkı isyan bayrağını çekti. Bu bakımdan, Yunan isyanı uluslararası düzeyde sınıf mücadelelerinde yepyeni bir dönemin açılışının ilânı niteliğini taşıyor.
İçine girdiğimiz krizin kapitalizmin tarihinin, 1873-96 ve 1929-1948 Büyük Depresyon’larından sonra üçüncü büyük krizi olduğu İşçi Mücadelesi’nin sayfalarında daha önce yazıldı. Ama bugünkü krizi daha öncekilerden süresi ve gelişme tarzı bakımından ayıran bir özellik var. Önceki dönemlerde kriz en baştan esas karakterini göstermiş ve yaklaşık 20-25 yıl içinde sonucuna ulaşmıştı. Bu kez, 1974-75’te başlayan bir kriz, 33 yıl sonra dehşetli bir mali çöküşle çok daha derin bir krize dönüştü. Yani hem iki aşamalı bir kriz söz konusu, hem de daha şimdiden uzunluğu bakımından diğerlerini geride bıraktı. Bunun sınıf mücadeleleri açısından çok önemli bir sonucu olabilir. Uluslararası burjuvazi 1970’li yılların sonundan beri krizini aşmak amacıyla dünya çapında işçi sınıfı ve emekçilere saldırıyor. Neoliberalizm ve “küreselleşme” bu taarruzun adı. Şimdi ise kriz çok daha derinleştiğinden bu saldırı da katlanacak, katlanmak zorunda. Yani burjuvazi saldırmak zorunda. Ama işçi sınıfı ve emekçiler de sabrın ve tahammülün sınırına zaten gelmiş durumda. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde sınıf mücadelelerinin bir dizi ülkede ani ve sert patlamalar göstermesi şaşırtıcı olmamalı.
Türkiye’de de işçi sınıfı ve emekçiler arasında bu tepki birikiminin ilk işaretleri görülüyor. 29 Kasım’da Ankara’da yapılan işçi-emekçi eylemine 100 bine yakın insanın katılması ve sokakların “İşten çıkartmalar yasaklansın!” gibi radikal bir taleple çınlaması, bunun genelleşmiş ifadesi. Ama aynı zamanda işyerlerinde de ilk mücadeleler ortaya çıkmaya başladı. Gebze’de Philips fabrikasının kapatılma kararı işçileri militanca mücadeleye sevk etti. Körfez bölgesinde ve Bursa’da Birleşik Metal’in örgütlü olduğu bir dizi işyerinde protesto yürüyüşleri yaşandı. Şimdi Brisa işçisinin işten çıkartmalara karşı fabrikasını işgal etmesi bu mücadelenin aldığı en ileri biçim.
Fabrika işgali, sınıf mücadelesinin çok ileri bir biçimidir. Fabrika ya da işyerinde kontrolün kimde olduğu sorusunu, dolayısıyla örtülü olarak mülkiyet sorununu gündeme getirir. Brisa patronu işçilere “çık!” demiştir. Brisa işçisi de fabrikayı işgal ederek “arkadaşlarımı vermem, burası benden sorulur” demiştir. Bir bakıma, öznel niyeti o olmasa bile, patrona “asıl sen çık!” demiş olmaktadır.
“İşten çıkartmalar yasaklansın!” diyen bir sendikal hareketin, kapitalist bir hükümetin kriz içinde böyle bir yasaklamayı yasalaştırması milyonda birlik bir ihtimal olduğuna göre, bir sonraki adımı, hareketin güçlü olduğu bir ya da bir dizi yerde tensikat yaşandığında buna işgalle cevap vermektir. Brisa’da olan tam da budur. Öyleyse, sınıf mücadelesini ciddiye alan bütün sendikaların bugün bütün güçlerini Brisa’ya yığması gerekir. Brisa örneğinin kazanması, her sektörde ve her işyerinde patronların işçi çıkartmadan önce iki kez düşünmesine yol açacak, buna karşılık bütün fabrika ve işyerlerinde işçilere büyük moral aşılayacaktır. Güçler Brisa’ya yığılmazsa işgalin kırılmasını engellemek zordur. İşçi Mücadelesi’nin elinizdeki sayısı yayınlanana kadar bile işgal sona erebilir. Ama bu Brisa’nın önemini ortadan kaldırmıyor. Çünkü Yunanistan halkı genel bir düzeyde, Brisa ise sınıf mücadelesinin dar alanında bize yolu gösteriyor. Ancak “iki, üç, daha fazla Brisa!” diyerek kazanabiliriz.
Sınıfın kıpırtıları ortaya çıkan bu mücadelesini bir de siyasi ifadesine kavuşturmak gerekiyor. Burjuvazinin iki cephesine karşı işçi sınıfı ile bütün ezilenleri, en başta da Kürt halkını bir araya getirecek bir cephenin oluşturulması bu alandaki en doğru yürüyüş hattıdır. Böyle bir cephenin oluşumuna gidecek yolda 29 Mart yerel seçimleri önemli bir kavşak noktası olabilir. “Biz Varız!” adı altında Kürt hareketi ile bir araya gelen sosyalist parti ve örgütler, bu bakımdan olumlu bir adım atmışlardır. Merkezi olarak seçim politikalarını belirleyen ortak deklarasyon Türkiye’nin yaşamakta olduğu durumu doğru biçimde tahlil etmekte ve doğru yolu göstermektedir. Bildirinin şu cümlesi kilit önemdedir: “Egemen güçlerin, AKP, CHP ve diğer düzen partilerinin karşısında eşitlikçi-özgürlükçü, halktan yana bir seçeneği ortaya çıkarmak bu yerel seçimlerin temel bir görevi olarak önümüzde duruyor.” Bu, bütün burjuva partilerinden bağımsız bir odağın yaratılması bakımından doğru bir hareket noktasıdır.
Şimdi büyük önem taşıyan iki konu var. Bunlardan birincisi, yerel olarak kurulacak birliklerde bu merkezi deklarasyonda tanımlanan politik hattın genel çizgilerinden ayrılınmamasıdır. İkincisi ise adayların seçimidir. “Biz Varız!” başlığıyla yayınlanan deklarasyon ekonomik krize ve sınıf mücadelesine vurgu yapıyor. Bunun işçi sınıfı ve emekçilere hitap eden bir kampanya halini almasında adayların kim olduğu çok önemlidir. Batı kentlerinde ve işçi sınıfının yoğun olduğu bütün yerleşim birimlerinde mücadelenin içinden gelen işçi, kamu emekçisi ve sendikacı adayların gösterilmesi, kampanyanın işçi sınıfına taşınması açısından neredeyse hayati bir önem taşıyor.