Erdoğan şapkadan tavşan çıkaracak! (12-12-2007)
Başbakan Erdoğan Kasım başındaki ABD ziyaretinde Bush’tan “istihbarat paylaşımı” sözü alalı beri, kendisini gizli servis ajanı sanmaya başladı. Bir yandan PKK ve Kürt sorunu konusunda politika değişikliği sinyalleri veriyor, ama bunun ne tür bir değişiklik olduğunu soranlara da “bizi mahrem konuları açıklamaya zorluyorlar” diye çıkışıyor. Acil çözüm bekleyen bu yakıcı soruna hükümetin yaklaşımı mahrem hale geldiyse, diğer meselelerin vay haline!
Zahir, hem TSK hem hükümet meseleyi alicengiz oyununa çevirdi. Çelişkili ve gizemli açıklamaların ardı arkası kesilmedi. Erdoğan ABD ziyaretinden tatmin edici sonuçlar aldığı izlenimi yaratmaya büyük bir özen gösterdi. TSK bu görüntüyü bozacak herhangi bir açıklama yapmamaya çaba harcadı. Baykal da hükümete karşı daha ılımlı bir söyleme geçti.
Başbakan ABD ziyareti sırasında “zaman operasyon zamanıdır” dedi, sonra döndü, “Sınır ötesi herhangi bir operasyon söz konusu değildir. Bu operasyonlar konusunda tavrımız her şeyden önce silahların bırakılmasına yöneliktir” dedi. DTP’nin kapatılması için açılan davayı onaylamadığını da açıkça ifade etti. Aynı günlerde Hava Kuvvetlerinin Kuzey Irak’taki bazı barınakları bombaladığı haberi her yeri sarınca TSK dikkat çekici bir hassasiyet göstererek haberi yalanladı. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ, Dağlıca çatışması öncesinde özeleştirel bir tonla yaptığı “23 yıldır dağa katılımı durduramadık” yönündeki açıklamanın bir benzerini Kasım ayı içinde tekrar yaptı.
Yakın zamana kadar Barzani ve Talabani karşısında en keskin politikaları savunan Deniz Baykal da PKK ile mücadele etmesi koşuluyla Kuzey Irak Kürt önderlerine dostluk vaat etmeye başladı. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ise, Irak’ta parçalanma yerine federasyonu tercih edeceğini söyleyerek Kuzey Irak’taki Kürt devletçiğini koşullu da olsa tanıyacaklarının işaretini vermiş oldu.
Tavırlarında değişiklik gözlenen bir tek Türk tarafı da değil. Erdoğan’ın ziyareti sırasında Bush’un PKK’yi “ortak düşman” olarak nitelemesi, diplomatik dilin kuralları göz önüne alındığında, ABD’nin yaklaşımında önemli bir değişiklik olarak görülebilir. Ziyaretten iki hafta sonra ABD’nin iki önemli askeri yetkilisini Türkiye’ye göndermesi ve hükümetin anlık istihbarat akışının başladığını duyurması da bu değişikliği doğrulayıcı gelişmeler. Ancak daha önemlisi Irak tarafından gelen işaretler. Düne kadar Türkiye’nin olası operasyonuna karşı “savaşırız” diyen Barzani çark ederek “sivil halka zarar vermeyen sınırlı bir operasyona” karşı olmadıklarını söyledi. Kendisine ve Talabani’ye bağlı peşmergeler PKK’ye yönelik önemleri artırdı. PKK’nin temsilcilikleri kapatıldı.
Son olarak, 1 Aralık’ta TSK’nın Hakkari yakınında sınırın Irak tarafına geçerek PKK’lileri bombalaması karşısında ABD, “Türkiye’nin kendisini savunma ve askeri eyleme geçme hakkı vardır” diyerek TSK’ya arka çıktı. Kuzey Irak Kürt yönetimi ise Türk askerlerinin sınırı geçmediğini iddia ederek herhangi bir tepki gösterme ihtiyacı duymadı. Erdoğan’ın sınır ötesi operasyon konusunda 28 Kasım itibariyle TSK’nin yetkilendirdiğini açıklamasının hemen ardından gerçekleşen bu olay, olası harekat karşısında ABD’nin ve Kuzey Irak Kürt liderlerinin nasıl bir tavır içinde olacağını açıkça belli ediyor.
Bu gelişmeler, Türkiye, ABD ve Kuzey Irak Kürt önderlikleri arasında, PKK ve Kürt sorunu konusunda yeni bir anlaşmanın doğduğuna işaret ediyor. Bütün bu sis perdesinin arkasındaki tablo şöyle yorumlanabilir: Türkiye, Kuzey Irak’taki Kürdistan Özerk Yönetimi’ni Irak’a federasyon temelinde bağlanması şartıyla tanıyacak (eskiden “üniter devlet” diyordu), buna karşılık Barzani ve Talabani PKK’yi sıkıştırmaya başlayacak. ABD’nin verdiği istihbarat sayesinde Türkiye nokta operasyonlarla PKK’yi (örneğin özellikle lider kadrosunu hedef alarak) zayıflatacak. Bu sırada hükümet Kürtlere bir dizi hak vereceği yönünde vaatlerini artıracak ya da bir dizi göstermelik düzenleme gerçekten de yapılacak. Muhtemeldir ki, şu an açıkça Kürt halkına karşı konumlanan ABD ve AB de bu tür vaatleri ya da küçük değişiklikleri destekleyecek. Böylece Kürt halkının PKK’ye desteği azaltılacak, DTP köşeye sıkıştırılacak. Medya, Erdoğan’ın ziyareti öncesi Ankara’ya gelen ABD dışişleri bakanı Condoleezza Rice’a sunulduğu iddia edilen “kapsamlı paket”in Kürtlere bazı haklar öngördüğü görüntüsü yaratmaya çalışarak, böyle bir beklentiyi ayakta tutmaya çalışıyor.
Peki böyle bir anlaşma gerçekten var mı? Ve varsa bu plan tutar mı? Unutmamalı ki, anlaşmanın tarafı görünen her üç odak da bıçak sırtında yürümeye devam ediyor, birbirine pek az güveniyor ve yanlış bir adımın kendisine pahalıya patlayabileceğini biliyor. Dolayısıyla ortada bir anlaşma varsa da bu son derece hassas bir denge temelinde yürütülmek zorunda. Bu ise ancak, en etkili güç konumundaki ABD’nin kontrolü altında gerçekleşebilir. ABD’nin, bir koyup üç alma düşüncesiyle PKK’yi Türkiye’den çekip İran’a yönlendirmeye çalışmasının da ihtimal dahilinde olduğunu gözden kaçırmamakta fayda var.
İçeriği ne olursa olsun, bu üçü arasındaki her türlü anlaşmanın gerici bir nitelik taşıyacağına ve Kürt halkının aleyhine olacağına kuşku yok. Kürt hareketinden gelen açıklamalar, bu üçlünün kendilerine karşı safları sıklaştırdığının farkında olduklarını gösteriyor. DTP’nin görece radikal bir çizgiye yönelmesi, PKK’nin söylemini sertleştirmesi de aynı doğrultudaki gelişmeler. Ne var ki, devletin bazı sınırlı haklar vererek Kürt halkını pasifize etmeyi başarması durumunda, Kürt hareketinin kendi örgütlü gücüne dayanarak direnme ya da uzlaşmaya yönelme seçenekleri arasında sıkışıp kalması söz konusu olabilir. Bu ikilemden kaçınmak için hareketin derhal, Türkiye emekçi ve ezilenlerinin bütününün temel çıkarlarını sahiplenen bir yönelişe girmesi, savunma pozisyonundan çıkıp karşı harekete girişmesi ve meclisteki varlığını da bu yönde kullanmaya başlaması en uygun çıkış yolu olarak önünde duruyor.