"İşçi kardeşliği"nden Türk işçilerinin kardeşliğine (Cem İskender - 16-11-2006)
Bugün işçi kitleleri yoğun bir mücadele içinde olmadığı için de doğal olarak partinin politik hattı tüm işçi kitlesinin en geri bilinç düzeyine doğru inmeye başlıyor. Kitlesel işçi partisinin çarpık biçimde yorumlanışı ve uygulanışı, “işçi kardeşliği” diyerek yola çıkanları, işçi sınıfını bölen politikalara yedekleme gibi vahim sonuçlara yola açabiliyor. İşçi sınıfını içten içe kemiren şovenizm kitlesel olmak adına hiçbir politik önlem alınmayan parti saflarına sızabiliyor ve ifadesini partinin resmi açıklamalarında bulabiliyor. Türk işçilerinin kardeşi olan Kürt işçiler Diyarbakır sokaklarında katledilirken göze çarpan suskunluk partinin kuruluşuyla birlikte devlet politikalarına açık desteğe dönüşüyor. Sınıfın bağımsızlığına yapılan vurgular ise Kemalist saflara dağıtılan mavi boncuklarla gölgede kalıyor. Tüm bu tabloyu daha da vahimleştiren ise bu partinin kuruluşunda devrimci Marksist bir grup olan Patronsuz, Generalsiz, Bürokratsız, Sosyalizm’in önemli bir inisiyatif almasıdır. Yazının geri kalanında da göreceğimiz gibi PGBS sadece partinin daha başlangıçta bu noktaya gelmesini engelleyememekle değil aynı zamanda bu yönelişin teorik altyapısını oluşturmakla da sorumludur.
Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok
İşçi sınıfı bir sınıf olarak ortaya çıkışından bu yana sürekli mücadele veriyor. İşçi sınıfı bu mücadelenin aracı olarak birçok örgütsel form yarattı. Bu örgütler sınıf mücadelesinin belirlediği sorunlarla boğuştu, birçok sınav verdi. Kimi işçi örgütleri işçi sınıfını burjuva düzeninin sınırlarına hapsetmenin aracı oldular, kimileri ise bu sınıfı yöneten konumuna getirdi; işçi diktatörlüklerini yaratan devrimlere öncülük etti. İki yüzyılı aşan sınıf mücadeleleri deneyiminin ardından hâlâ çözülmeyi bekleyen sorunlar bizi bekliyor ama bazı sorunlar var ki bunlar için “Amerika’yı yeniden keşfetmenin” bir anlamı yok.
Yüzyılın başında, Lenin işçi sınıfına bilinç taşıma görevini disiplinli biçimde örgütlenmiş, öncü ve devrimci bir partiye yüklediğinde, iradeci olmakla, işçi sınıfına güven duymamakla ve sayısız başka suçla itham edilmişti. Sadece Ekim Devrimi’ni yapan işçi sınıfına öncülük edenin Lenin’in partisi olması değil, tersinden Leninist partilerin (Devrimci İşçi Partilerinin) olmadığı durumlarda işçi sınıfının uğradığı ihanetler de Lenin’in haklılığını defalarca kanıtladı. İşçi sınıfı devrimci öncü partisiyle buluşamadığı ya da öncüsüyle bağları kopartıldığı her aşamada burjuvazinin hegemonyasına teslim oldu. Ekim Devrimi’nin ardından Alman işçi sınıfı ayaklandığında bu devrimci yükselişin boğulması işi Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne düşüyor ve sınıfın mücadelesinin bastırılmasına Rosa Luxemburg ve Karl Liebcknecht gibi devrimci önderlerin katledilmesi eşlik ediyordu. İspanya iç savaşında yaşanan devrimci yükseliş, Stalinist, Sosyal Demokrat ve Anarşist örgütlerin elbirliğiyle iğdiş edilirken yine devrimci örgütler yasaklanıyor, önderler tutuklanıyor, öldürülüyordu; ve tüm bunlar yine devrimci olmayan işçi partileri aracılığıyla yapıldı. Sınıf mücadeleleri tarihi devrimci olmayan kitlesel işçi örgütlerinin nasıl burjuvazinin hegemonyası altına girdiğinin ve bunların önderliklerinin işçi sınıfına ihanet ettiğinin sayısız örnekleriyle dolu. Tüm bunlara rağmen hâlâ Leninist partinin gerekliliği tartışılıyor. Bunu doğal karşılıyoruz. Burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki hegemonyası devam ettikçe onu devrimden ve devrimin araçlarından uzaklaştıracak basınçlar her zaman güçlü biçimde olacaktır.
Elbette ki Leninizmi bir din gibi algılamıyoruz. Leninizmin, Marksizmin emperyalizm çağındaki adı olduğunu ve sınıf mücadeleleri içinde yaşayan her yeni sorunda yeniden sınanıp değişen ve gelişen bir kılavuz olduğunu düşünüyoruz. Ancak Brezilya’daki PT ve Lula hükümeti deneyinden Türkiye’deki ÖDP’ye Leninist parti anlayışından kopmamızı gerektirecek hiçbir gelişme olmadı. Buna karşın hâlâ, Kitlesel İşçi Partisi’nin kerametlerinin kavranamamasının temelinde “somut durumları somut olarak tahlil edebilme yeteneğine ne yazık ki sahip olmayan bir ‘leninist’ örgütlenme anlayışı”nın yattığı savunulduğuna göre kitlesel işçi partisi taktiğinin işçi sınıfı devrimcileri açısından ne anlama geldiğini ve nasıl yaklaşılması gerektiğini tartışmamız gerekiyor. Bahsettiğimiz suçlamanın sahibi olan Şadi Ozansü, bu değerlendirmeyi Patronsuz Generalsiz Bürokratsız Sosyalizm (PGBS) dergisinin 35. sayısında İşçi Kardeşliği Partisi (İKP) Kuruldu başlıklı yazısında yapıyor. Yazının başlığından ve yapılan suçlamadan doğal olarak çıkartılacak sonuç İKP’nin somut durumun somut tahlilini yapabilen bir anlayışla kurulduğudur. Peki gerçekten böyle mi? Bunu ancak somut durumun somut tahlilini yaparak bulabiliriz.
Şunu belirtmekte fayda var: Devrimci Marksistlerin (Leninistlerin) Kitlesel İşçi Partisi’ne bakışını, Devrimci İşçi Partisi’ni stratejik yönelişleri içine nasıl yerleştirdiklerini birçok yazıda ele aldık. Bu yazıların en azından bir tanesi doğrudan PGBS ile polemik şeklindeydi. (Sungur Savran, “Kitlesel işçi partisi taktiği ve Türkiye devrimci Marksizmi”, İşçi Mücadelesi, eski dizi, sayı 13) Dolayısıyla bu yazıda bu genel tartışmaya boylu boyunca girmeyeceğiz. Bu yazının amacı kitlesel işçi partisinin (KİP) bugünkü somut durumunun, somut tahlilimizi nasıl doğruladığını gözler önüne sermek olacak. Yine de kısa bir özet yapmakta fayda var.
İşçi sınıfının önderlik sorunu ve taktikler
Sorunun özü işçi sınıfının örgütlülük ve önderlik sorunudur. İşçi sınıfını devrime ulaştıracak yolda mutlaka devrimci bir siyasal önderlik gerekir ve bu önderliğin adı Leninist parti ya da başka deyişle devrimci işçi partisidir. Devrimci işçi partisi’nin inşasında hazır bir reçete yoktur. Kitleler içinde sabırlı bir çalışma ve doğrusal inşa metotlardan sadece biridir. Bununla birlikte ülkenin koşullarına göre devrimci olmayan bir kitlesel işçi partisine girmek ve orada verilecek hizip mücadelesinin ardından devrimci bir işçi partisine yönelmek de taktik olarak benimsenebilir. Devrimci birleşmeler, cepheler ya da bugüne kadar denenmemiş başka taktikler her zaman somut koşullar çerçevesinde değerlendirilebilir. Devrimci Marksistler açısından vazgeçilmez olan, tüm bu taktiklerin devrimci işçi partisi stratejik hedefine tabi kılınmasıdır. Burada PGBS ile olan farkımız PGBS’nin KİP taktiğini stratejik bir düzeye yükseltmiş olması ve fiilen KİP’i devrimci işçi partisinin karşısına koymasıdır. Bunun en açık kanıtı PGBS’nin tüm ülkeler için KİP taktiğini önermesidir. “Türkiye’de inşa edilecek olan kitlesel bir işçi partisi, dünyadaki bağmsız kitlesel işçi partileri enternasyonalinin bir bileşeni olmalıdır.” Dolayısıyla “somut koşullar”dan bağımsız olarak tüm ülkeler için geçerli olan model PGBS’ye göre KİP’tir.
KİP’in stratejik bir hedef düzeyine çıkartılması yanlış olmakla birlikte bu yanlış, kendiliğinden KİP’in Türkiye için de taktiksel olarak yanlış olduğu anlamına gelmez. Bunun için Türkiye’nin somut koşullarını değerlendirmek gerekir. Bizim savunduğumuz görüş, ancak işçi sınıfının bağrından gelişen bir kitle mücadelesinin üzerine inşa edilecek bir KİP’in mümkün ve anlamlı olabileceğidir. Söz gelimi Zonguldak eylemlerinin tüm Türkiye’yi sarstığı, işçi sınıfının eylem içinde politize olmaya başladığı bir anda KİP tartışması anlamlı bir şekilde yapılabilirdi. Ancak bu durumda da işçi sınıfının devrimci önderlik sorunu çözüme kavuşmazdı. İşçilerin eylemsel olarak harekete geçtiği, politizasyona açık olduğu, yani burjuvazinin hegemonyasının zayıflamaya başladığı ancak devrimci Marksist öznenin henüz bu potansiyeli değerlendirebilecek güce sahip olmadığı koşullarda kurulacak bir KİP, devrimci Marksizmin, kendi programını ortaya koyarak işçi sınıfının öncüsüyle buluşmasını hızlandıracak bir rol oynayabilirdi. Bu aynı zamanda KİP içinde reformizme karşı mücadele etmek demektir ve uygun anda koparak devrimci işçi partisini kurma hedefini kaçınılmaz olarak içinde barındırır. Bu perspektiften yoksun oluşun Brezilya İşçi Partisi’nde (PT) nasıl dramatik sonuçlara yol açtığını defalarca yayınlarımızda işledik (Sungur Savran’ın eski dizi İşçi Mücadelesi’nin 10. sayısında kaleme aldığı “Post-Leninizmin İflası” başlıklı yazı bunlardan en kapsamlı olanıydı). KİP’i stratejik bir noktaya yükseltmenin sonuçları açısından PGBS’yle aynı uluslararası hareket içinde yer alan “O Trabalho” (Emek) isimli hareketin çoktan neoliberal, karşı devrimci bir partiye dönüşmüş olan PT’de kalmakta ısrar ettiğini belirterek geçelim.
Şu anda Türkiye’de işçi mücadeleleri açısından bir yükseliş değil durgunluk yaşandığı kuşku götürmez. Bu durum tespitini PGBS de paylaşıyor: “Şu an içinde bulunduğumuz durumda ise böye bir yükselişin gözlemlenmediği herkesin malumu. İşte böyle bir ortamda yapılması gereken mücadelenin politik kanallarının üzerine gidilmesi. Ekonomik mücadele kanallarının sonuna kadar tıkalı olduğu anlarda süreci tersinden işleterek politik ve demokratik mücadeleyi öne çıkartmak gerekir.” Yani KİP durgunluk döneminde de kurulabilir hatta şimdiki koşullar daha elverişlidir. “Günümüz koşullarında, Türkiye’de kitlesel işçi partisinin imkânları –belki paradoksal gözükecek ama- 1989 yıllarından daha fazladır.” (Şadi Ozansü, Kitlesel İşçi Partisi’nin imkanları, PGBS 25. sayı) Bir taktiği önce strateji mertebesine yükseltir ve somut koşullardan bağımsız bir yere koyarsanız sonuçta bu stratejinizi gerçekleştirmek için somut durumu pratiğinize uydurmaya çalışırken bulursunuz kendinizi. Bazı tespitlerimizin kulağa sert gelebileceğinin farkındayız. Ancak okur yazının sonunda bu yönelişin nelere yol açtığını gördüğünde eski yoldaşlarımızla ilgili aşırı değerlendirmelerde bulunmamak için kendimizi ne kadar tuttuğumuzu görecektir.
Hegemonya mücadelesinde KİP taktiğinin açmazları
Marksizmin en temel önermelerinden biri sınıflı bir toplumda hâkim sınıfın ideolojisinin aynı zamanda toplumda egemen olan ideoloji olmasıdır. Özellikle durgunluk dönemlerinde bu hegemonyanın daha güçlü olacağı açık bir gerçekliktir. Mücadeleye burun kıvırmak, sınıf dayanışması yerine kendini kurtarma, köşeyi dönme, sınıf atlama hayalleri kurmak bu hegemonyanın somut görüntüleri olarak karşımıza çıkar. Siyasal alanda ise burjuva hegemonyası sınıf çıkarları yerine ulusal çıkarların öne çıkmasında ifadesini bulur. Örgütsüz ve hareketsiz bir işçi sınıfı burjuvazinin iç hesaplaşmalarında ya da dış politika maceralarında bir yedek güçten başka anlam taşımaz. İşte laik-islamcı çatışması, işte azgınlaşan ve işçi sınıfı içinde yer eden milliyetçilik burjuva hegemonyasının siyasal alandaki somut görüntüleridir. Bugün sık sık birçok solcunun sendikaların ekonomik mücadeleyle sınırlı kalmayıp politika yapmaları gerektiğini savunduklarına tanık oluyoruz. Oysa sendikalarımız politika yapıyorlar. Hem de ekonomik mücadele verdiklerinden daha çok bunu yapıyorlar. Kıbrıs sorununda, Ermeni meselesinde sadece açıklama yapmakla kalmıyorlar, eylemler de düzenliyorlar. Kürt sorununda konuşuyorlar. Ama hep milliyetçilik yapıyorlar, sınıf kardeşliğini ağızlarına almaksızın ulusal çıkarlardan dem vuruyorlar. Demokrasi için Koç’a bile “sahip çıkıyorlar”. Avrupa Birliği meselesinde hep ön saftalar. Ama o zaman da hep liberalizmin çizdiği çerçevede kalıyorlar. Devletin katliamlarında, insan hakları ihlallerinde, tecrit sorununda suskunlar. Laik-İslamcı çatışmasında kimisi AKP’nin cemaati gibi davranıyor kimi ise ordunun askeri gibi, ama hiçbiri sınıf gibi davranmıyor, davranmaya çalışmıyor. İşte burjuvazinin hegemonyası budur. İşçi sınıfının durumu budur. Bu durumda bir karşı hegemonya mücadelesi vermek gerekiyor. Bu mücadelenin temelinde yatacak bağımsız bir sınıf politikasının temel taşları da sır değil. Milliyetçiliğe karşı enternasyonalizm, liberal hayallere karşı sınıf mücadelesinin savunusu, burjuvazinin kamplarına karşı işçi sınıfının bağımsız duruşu… Peki bu mücadeleyi kim verecek? İşçi sınıfı kitlesel olarak burjuvazinin hegemonyası altında ise berrak bir politik hatla sınıf bilinçli işçileri bir araya getiren, işçi sınıfının tüm kitlesini değil ama öncüsünü örgütleyen, burjuva etkilerin içine sızmasına karşı önlemler alan, disiplinli bir örgütlenmeden başka bir araç olabilir mi? PGBS işçi sınıfı içindeki tüm eğilimlere açık bir KİP’in de bunu yapabileceğini düşünmüş ki kendi gibi düşünenlerle beraber İKP’yi kurdu. Bu aşamada şu soru gündeme geliyor: “süreci tersinden işleterek politik ve demokratik mücadeleyi öne çıkartmak gerekir” diyen PGBS ve İKP politik mücadeleyi nasıl ve hangi temellerde öne çıkarıyor? Burjuvazinin hegemonyasına karşı nasıl mevziler elde ediyor?
PGBS, İKP’nin bileşenlerinden sadece biri. Kendisini partinin reformistleşmesine karşı mücadele etmekle görevli bir çekirdek olarak görüyor. O zaman yukarıda bahsettiğimiz siyasal başlıklarda en net duruşa PGBS’nin sahip olması gerekir ki “ister istemez, işçi sınıfının her türlü eğilimine kapılarını açık tutmak zorunda kalacağından, gelecekte burjuva ideolojisinin her türlü basıncına açık olan” kitlesel işçi partisinin burjuvaziden bağımsız kalmasını sağlayabilsin. Oysa en temel meselelerde PGBS bakın neler diyor.
PGBS “ulus”u savunurken
Bugün küreselleşme bir sınıf saldırısı olarak işçi sınıfının üzerine çöreklenirken, bir yandan küreselleşmeyi kaçınılmaz bir doğa olayı gibi gören liberaller, diğer taraftan da küreselleşmeye karşı burjuva ulus devleti savunan milliyetçiler işçi sınıfını siyasi açıdan felç ederken; PGBS’nin 33. sayısında yer alan yayın kurulu imzalı yazıda soruna şöyle yaklaşılıyor: “Kuşkusuz bütün devrimci-Marksistler ‘ulus devlet’in varlığını sürdürmesine karşıdırlar.” Ancak, “ulus devletlerin yerini kapitalist şirket şehirleri ya da bölgeleri alacaksa, bu varolan ‘ulus-devletler’den bile çok daha geri bir toplumsal formasyona geçiş anlamında gelir ki, proletarya tarafından kabul edilemez.” Devam ediyor: “ulusun çürüyen kapitalizm tarafından parçalanması, proletaryanın bugüne kadar elde etmiş olduğu bütün mevzileri (ulusal ölçekte sosyal güvenlik, toplu pazarlık sistemi, grev hakkı, ulusal ölçekli parasız sağlık ve eğitim hizmetleri- bunların hepsi burjuvaziye rağmen proletaryanın kazandığı mevzilerdir) kaybetmesi anlamına gelir. İşte bu yüzden de, bugün proletaryanın, kendi devrimci diktatörlüğünü gerçekleştireceği döneme kadar ‘ulusu’ savunması gerici değil, ilerici bir davranıştır. Dolayısıyla bu anlamıyla ‘ulusun’ savunulması sol liberallerin ileri sürdüğü gibi ‘milliyetçi’ bir karakter taşımaz.” Ulusu savunmak! Türkiye’de iseniz ve Türk ulusunu savunuyorsanız bu nasıl milliyetçi karakter taşımaz? Evet buna PGBS’nin bir cevabı var. Üstelik de kendisine Marx’ı şahit gösteriyor. “Proletarya Marx’ın da açık bir şekilde ifade ettiği gibi tüm ulus üzerinde hegemonya kurmalıdır.” Evet bu doğru. Ancak her Marksist buradaki hegemonyanın işçi sınıfının toplumun farklı sınıflarını kendi programı etrafında birleştirmesi demek olduğunu bilir. Bunun en büyük örneğinin Ekim Devrimi olduğunu ve Ekim Devrimi’nde işçi sınıfının ulusu savunmadığını sınıf çıkarlarını, barışı, toprağın dağıtımını savunarak geniş kitleleri peşinden sürüklediğini ve ulusu savunmak bir yana uluslar hapishanesi olan Rusya’da ulusların kendi kaderini tayin hakkını gerçekleştirdiğini de hatırlamak gerekir. “Ama ulusal ölçekte elde edilmiş sınıfsal kazanımlar var” diyor PGBS. O halde neden sınıfsal kazanımlarımızı koruyalım demiyorsunuz da tüm sınıfları içinde barındıran ve bağrında en derin ve kalın harflerle “burjuva egemenliği” yazan ulusu savunalım diyorsunuz.
Bu çelişkiyi açıklamaya çalışan PGBS bataklığa, daha da çok gömülüyor ne yazık ki.”Ulus-devlet’in ‘ulus’ yanıyla ‘devlet’ yanını birbirinden ayırmak gerekir” diyor PGBS ve ekliyor: “Burjuva devletinin silahlı baskı aygıtları her zaman karşı-devrimci bir nitelik taşır. Buna mukabil ‘ulus’un içinde yukarıda andığımız proletaryanın kendi mücadeleleriyle kazınmış bir dizi kazanım vardır. Proletarya bu kazanımların hepsini savunmak zorundadır.” Ulus-devlet’in “ulus” yanıyla “devlet” yanının ayrılması gibi zorlama çabalar içine girmenin anlamı PGBS’nin devrimci Marksist geleneğine yaptığı rüşvet-i kelamdan başka bir şekilde anlamlandırılamaz. PGBS’nin içinde yer aldığı İKP’nin devletin silahlı aygıtlarına nasıl baktığını, ulusla devleti pratikte nasıl ayırdığını (ya da birleştirdiğini!) ise aşağıda göreceğiz. Ondan önce Marksizme yapılan bu saldırıyı yanıtlamak zorundayız. Ulus kavramı burjuvazinin yükselişi ile birlikte oluşmuş ve ilk aşamalarında feodalizme karşı ilerici bir karakter taşımıştır. Ancak kapitalizm koşullarında ulusun üzerinde her zaman burjuvazi egemen olmuştur. Üstelik bunu yaparken sadece kapitalist sömürüyü kurumsallaştırmamış aynı zamanda doğal olarak azınlık olan ulusları sistemik bir baskı ve asimilasyon politikasına tabi tutmuştur. Bu anlamda ulusu savunmak burjuvazinin hegemonyasına boyun eğmekten başka bir anlam taşımaz. Ancak dahası var. Ulus-devletlerin çatısı altında farklı uluslar yaşamaktadır ve bunlardan bazıları ezilmektedir. Yani ulus-devleti devletten ayırdığınızda kemiksiz, yekpare bir ulus elde edemezsiniz. O zaman da “hangi ulusu savunuyorsunuz” sorusu gündeme gelir. Türkiye’de ulusu savunurken Türk ulusunu savunmaktan bahsederseniz milliyetçilik yapıyorsunuz demektir. Yok, “Kürtler de bu ulusun bir parçası” derseniz o zaman daha da kötü! Hayır, biz ulusa kazınmış kazanımları savunuyoruz diyecektir PGBS. O zaman biz de diyoruz ki: sadece “kazanımları” savunun; çünkü o ulusa aynı zamanda koca bir ulusu yok sayan şovenizm de kazınmıştır, “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz” denerek işçi sınıfını burjuva ulusuna tabi kılan anlayışlar da kazınmıştır, emperyalizmle 60 yıllık stratejik işbirliği de kazınmıştır. (PGBS aynı politikayı tüm ülkeler için benimsiyor, birlikte hareket ettiği Fransız PT örgütüyle birlikte “Fransa’nın birliğini ve bütünlüğünü” savunan bu anlayışın vardığı yer gerçekten trajik) Ayrıca PGBS ne söylerse söylesin işçi sınıfının kazanımları soyut biçimde ulusa değil devlete kazındığından bu anlayış kaçınılmaz olarak burjuva devletini ilerici görmeyi ve onu savunmayı beraberinde getirecektir.
Son olarak PGBS’nin “bütün devrimci Marksistlerce çok iyi bilindiği gibi her muzaffer proleter devrim önce ulusal arenada başlar ve ancak oradan uluslararası arenaya sıçrar” diyerek Marksizme yaptığı saldırısına Marx’ı alet etme çabasına değinmeden geçemeyiz. Evet, bütün devrimci Marksistlerce çok iyi bilindiği gibi devrim önce ulusal arenada başlar, ulusu burjuvazi ve proletarya olarak saflaştırarak parçalar; proletarya, müttefikleriyle birlikte burjuvaziyi ezer; bütün bunları yaptıktan sonra proletarya diktatörlüğünü ulusların tam eşitliği ve kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde inşa eder. Aksi durumda bu şovenizm demektir ve şovenizm proletaryanın da proletarya devletinin de en büyük düşmanıdır.
Burjuva ideolojisine boyun eğmenin adı: İşçi kuyrukçuluğu
İşte PGBS bu teorilerle KİP’in reformistleşmesini engelleyecek! Bu elbette ki mümkün değildir. PGBS bu teorileriyle burjuva ulus-devletinin payandası haline gelen sendikal bürokrasinin milliyetçi kanadının görüşleriyle uyumlu bir hat izlemektedir. KİP’in inşasının, ulus-devleti savunma şampiyonluğunu kimseye bırakmayan Türk-İş’ten başlayacağını söylemelerinin ve bu doğrultuda hareket etmelerinin elbette ki bu sonuçla ilgisi vardır. Çünkü PGBS baştan beri işçi hareketine bilinç taşıma ve öncü bir parti yaratma fikrine savaş açarak işçi kuyrukçuluğunu seçmiştir.
“İşçi kuyrukçuluğu” dediğimiz kavram politik bir olgudur. Kuyrukçuluk yapan kendini işçi sınıfının en geri bilincine adapte eder ve o nereye giderse peşinden savrulur. İşçi sınıfı milliyetçiliğin peşinden gidiyorsa kuyrukçu da kervanın peşine takılır. Böyle olunca da sadece reformistleşerek kalırsanız buna şükretmek gerekir. Çünkü burjuvazi işçi sınıfını ve onun örgütlerini en pis işlerinde kullanmakta ustalaşmıştır.
İKP burjuva devletini savunurken
İKP’nin merkez yayın organı olan İşçi Kardeşliği’nin Ekim sayısının başyazısı bu açıdan ibret vericidir. Öncelikle bahsettiğimiz yazının başyazı olması dolayısıyla partinin ana doğrultusunu yansıttığını hatırlatalım. Ama sorun aynı derecede önemli olan kapaktan başlıyor. İşçi Kardeşliği (İK), ölen oğlunun ardından “vatan sağolsun demeyeceğim” diyen annenin söylemini öne çıkarıyor. Bu çıkışı “sinsi plan”ın parçası olmakla suçlayanları da “ne haddinize” diyerek eleştiriyor. Buraya kadar bir sorun görünmese de İK, annenin bu çıkışını başka bir yoldan şovenizmi beslemek için kullanan burjuva medyasının şovenist amaçlarını görmezden geliyor. Hiçbir eleştirel not düşülmeden “Kandile gidemeyenlerin Lübnan’da ne işi var?” gibi ibarelerin iri puntolarla yazıldığı gazete sayfaları ön kapaktan yayınlanıyor. Başyazıda başlığın “Kardeşlik ancak eşitlik ve adaletle sağlanır” olması şovenist ibarelerin kapakta görünmesinin bir atlama ya da dikkatsizlik olduğu izlenimi doğursa da başyazı okunduğunda içeriğin tamamen Türk ulusal önyargılarıyla bezenmiş bir biçimde kaleme alındığı ve buna uygun politik sonuçlara ulaşıldığı görülüyor. Kürt sorunu bir şiddet ve terör sorunu olarak tanımlanıyor. “Mesele sadece bir terör ve şiddet sorunu değildir, meselenin içinde terör, şiddet var ama sosyal ekonomik ve siyasi yönleri de olan bir meseleyle karşı karşıyayız.” İK özellikle siyasi sorunun ne olduğunu hiçbir yerde açmayarak soruna Türk tarafından bakanların genel tutumunu paylaşıyor. Dahası bu sözleri sık sık burjuva politikacılarının da ağzından duyuyoruz. İşçilerin Kardeşliği’ni savunan bir partinin Kürt işçilerinin siyasi sorunlarına da değinmesi gerekmez miydi? Sorun sosyal, ekonomik ve siyasal olduğuna göre bu açılardan çözülmesini ve devletin askeri çözümde ısrar eden politikasını terk etmesini savunmak gerekmez miydi? Bu konulara hiç girmeyen İK başyazısında, “Bu durumda çözüm sadece askerle polisle olacak iş değildir” demektedir. Burada sadece sözcüğünün altı özellikle çizilmelidir. Çünkü böylece İK, “silahlı kuvvetler şiddet ve terör uygulayan güçlere karşı kendi görevi çerçevesinde mücadele vermektedir” diyerek silahlı kuvvetleri çözümün bir parçası olarak görmektedir. İK’ya göre polis ve asker gereklidir ama yeterli değildir. Bunun dışında neyin gerekli olduğu konusunda ise İK suskunluğunu korumaktadır.
İKP kapıkulu solun işçi sınıfını uyuşturmak için devamlı vurguladığı politikaları tekrarlamaktadır. İKP AB’nin ve ABD’nin PKK’ya destek verdiğini vurgulayarak “Niye Türkiye Cumhuriyeti ordusu PKK’ya destek veren ABD ve AB ülkeleri ile birlikte aynı askeri pakt olan NATO içindedir. Bunda bir gariplik yok mu?” diye soruyor. Bizce bir gariplik yok. Çünkü ABD PKK’yi terör örgütleri listesine almış durumda ve PKK’yi tasfiye etmek için bir asker temsilciyle katıldığı, Türkiye ve Irak’la üçlü bir koordinasyon kurmuş durumda. ABD, PKK’ye destek vermiyor, sadece, onu Türkiye’yi kendi Ortadoğu politikalarını uygulamaya zorlamak için bir koz olarak kullanıyor ve PKK’nin tasfiye edilme yöntemleri konusunda Türkiye ile farklı düşünüyor. Türkiye sınıra yığdığı iki yüz bin askerle, silahtan yana ısrar ederken, ABD daha dolaylı yollara öncelik tanımayı savunuyor. Üstelik her seferinde askeri çözümün de masada bulunduğunu hatırlatarak. Burada ABD, Türkiye’nin askeri saldırı konusunda elini serbest bırakmak karşılığında Ortadoğu’da daha fazla işbirliği istemektedir. Ama bundan ABD’nin PKK’yi desteklediği sonucu çıkabilir mi? AB için de durum farklı değil. AB her açıklamasında PKK’yi kınıyor, esas sorumlu olarak gösteriyor ancak o da askeri yöntemlere karşı. O halde Kürt sorunu bağlamında bu güçlerle ayrışma askeri operasyon konusunda olduğuna göre, bunu PKK’ya destek veriyorlar diye çarpıtarak işçi sınıfına sunmak, işçileri askeri yönteme yedeklemekten başka bir sonuç vermez. Nitekim kapıkulu solunun yaptığı budur. İKP de aynı argümanları destekleyerek ve hiçbir alternatif çözüm önermeyerek aynı politikaya destek olmaktadır. İşçilerin kardeşliği adını taşıyan bir gazeteden tüm bu milliyetçi söylemlere rağmen Kürt halkının da haklarının bulunduğunu, bir mücadele yürüttüğünü hatırlamasını beklerdik. PGBS’nin biraz önce eleştirdiğimiz yazısında yer alan “Dünya ve Türkiye konjonktüründe atılması gereken adım, Kürt milletinin varlığını ve kendi kaderini serbestçe tayin hakkını savunmaktan geçer” ifadelerine uygun davranmasını ve bu anlayışa karşı mücadele etmesini beklerdik.
Gemi daha limandayken su alıyor
Burada KİP taktiği ve somutta İKP ile ilgili en can alıcı noktaya gelmiş bulunuyoruz. İKP’nin tanımlandığı gibi kitlesel olmaktan çok uzak olduğunu üye sayısından ve gerçekleştirdiği etkinliklerden biliyoruz. Bu elbette ki sonsuza kadar bu parti böyle kalacak anlamına gelmez. Ancak sorun şurada. Henüz parti küçükken, yani partiyi reformistleşmekten alıkoyacak devrimci çekirdeğin görece etkisi fazlayken, parti adına reformizmin de ötesinde açıkça şovenizme kayan bir başyazının çıkması nasıl açıklanabilir. Sadece başyazı da değil, imzasız yayınlanan, yani tüm gazeteyi bağlayan başka bir yazının da Atatürk’ten alıntı yaparak başlaması tesadüf olmasa gerek. İKP’nin ve bileşenlerinin Diyarbakır’da çocuklar katledilirken, linç girişimleri doruğa ulaşırken hiçbir pratik dayanışma göstermemesi (Romanya’da baskı gören işçiler ve Filistin halkı için gösterilen anlamlı dayanışmayı yanı başımızdaki Kürt halkından esirgememek işçi enternasyonalizminin bir gereği olmalıdır) birçok durumda suskun kalması da sorunun pratik yansımaları olarak ifade edilmeli. Böyle mi ulus üzerinde hegemonya kuruluyor? Milliyetçi söylemleri tekrarlayarak mı, burjuva devletinin kurucusundan alıntı yaparak mı burjuvaziden bağımsız bir hat inşa ediliyor? Bir de her fırsatta vurgulanıyor. İKP Kürt işçilerini de örgütleyecekmiş. Kolay gelsin diyelim. Kürt işçisini de ulus-devlet gibi Kürt ve işçi olarak ayırabileceklerini ve işçisini örgütleyip Kürt kısmını atabileceklerini pek sanmıyoruz. İKP’nin ve PGBS’nin çizgisinin ne proleter hegemonyasıyla ne burjuvaziden bağımsızlıkla bir ilgisi yoktur. Tüm bunlar tek bir kelimeyle özetlenebilir: O da kuyrukçuluktur. Kuyrukçuluk İKP’yi ve bu eğilimlerle mücadele etmediği ölçüde de PGBS’yi şovenizmin kıyılarına kadar sürüklemiştir.
Devrimci Marksist sorumluluk
İKP içinde kapitalizm ile sosyalizm, sağ ile sol arasında ayırım yapmayanlar bu bağlamda bizi ilgilendirmiyor. Ancak hâlâ devrimci Marksist bir mücadele yürütmek isteyenlerin bu yönelişe karşı sessiz kalması kabul edilemez. İKP’deki devrimci Marksistler İK’nın başyazısının içeriğine değil ama başlığına sahip çıkmalıdırlar. Kardeşliğin ancak eşitlik ve adaletle sağlanabileceğini bilerek milliyetçiliğe karşı enternasyonalizmin, burjuva devletine karşı bağımsız sınıf hattının bayrağını açmalıdırlar. Tüm bu gelinen noktaları, ulus-devlet konusundaki yanılsamalarla birlikte değerlendirmek, daha kitlesel bile olmadan burjuvazinin hegemonyasına giren bir KİP taktiğini sorgulamak, iyi bir başlangıç noktası olsa gerek.