Roboski kararı: “kaçınılmaz” alçaklık!

 

                                                                                   “Buraya bakın, burada, bu kara

                                                                                                                       mermerin altında

                                                                                     Bir teneffüs daha yaşasaydı

                                                                                     Tabiattan tahtaya kalkacak

                                                                                                                        bir çocuk gömülüdür
                                                                                     Devlet dersinde öldürülmüştür.”

                                                                                          Ece Ayhan 

                                                                                                     “Meçhul Öğrenci Anıtı”ndan

 

Sadece T.C.’nin değil, “evrensel” burjuvazinin de en planlı ve en vahşi katliamlarından biri olarak tarihe geçen Roboski Katliamı ile ilgili sağlı sollu liberallerin ve onların “sosyalist” soslu fikirdaşlarının safça beklediği hukuksal süreç nihayet tamamlandı. Sonuç “takipsizlik”! Edebiyata ve devamında politik literatüre Arjantinli yazar Jorge Luis Borges’in (öykülerini toplamış olduğu bir kitabın adıyla) kazandırmış olduğu “Alçaklığın Evrensel Tarihi” kavramında özlü olarak ifade edilen tarihe bir güncel katkı da –nice “eşsiz” eski katkılarla beraber- bu toprakların burjuvazisi tarafından yapıldı.

Bir burjuvazi klasiği: kendi hukukuna dahi uymama

Diyarbakır cumhuriyet başsavcılığı katliamın hemen ardından gelen tepkiler üzerine başlatmış olduğu soruşturmada 11 Haziran 2013 tarihinde “görevsizlik” kararı vererek dosyayı genelkurmay başkanlığı askeri savcılığına göndermişti. Türkçedeki çok güzel bir deyimle “kuzuyu kurda teslim etmek”  anlamına gelen bu karar sonucu, katliamın “tetikçi” olarak sorumlusu olan askeri görevlileri soruşturan askeri savcılık da, yapması gerekeni yaptı ve  “devletin bekası”nı ilan eden son noktayı koydu. Savcılık burjuvazinin siyasi hattına uygun ve son derece “doğru” olan, ancak Türk burjuva hukukunda dahi “hata” sayılması gereken bu kararda iki düzenlemeye atıf yapmıştır. Birincisi Türk Ceza Kanunu’nun 24. maddesi’nin ilk fıkrası: Kanunun hükmünü yerine getiren kimseye ceza verilmez.” İkincisi ise yine Türk Ceza Kanunu’nun 30. maddesi’nin 3. fıkrası: “Ceza sorumluluğunu kaldıran veya azaltan nedenlere ait koşulların gerçekleştiği hususunda kaçınılmaz bir hataya düşen kişi, bu hatasından yararlanır.” Oysa Türk Ceza Kanunu’nun 24. Maddesi’nin savcının yok saydığı 3. fıkrası aynen şöyledir: “Konusu suç teşkil eden emir hiçbir surette yerine getirilemez. Aksi takdirde yerine getiren ile emri veren sorumlu olur.” Devam eden 4. fıkrası ise aynen şöyledir: “Emrin, hukuka uygunluğunun denetlenmesinin kanun tarafından engellendiği hâllerde, yerine getirilmesinden emri veren sorumlu olur.”

Asıl sorumlular genelkurmay başkanı ve başbakandır!

Kararda çok önemli bir nokta: soruşturmada “şüpheli” sıfatıyla adı geçenlerin sadece korgeneral Yıldırım Güvenç, tümgeneral İlhan Bölük, tuğgeneraller Ali Rıza Kuğu, Halil Erkek ve kurmay albay Aygün Eker olmasıdır. Basit bir soruşturmada dahi “şüpheli” listesi nihai emri veren üste kadar gider. Özcesi asıl sorumluluk emri verende, olayımızda genelkurmay başkanı ve başbakandadır. Başbakan bu işbirliğini daha Roboskili evlatlarımızın bedenleri soğumadan genelkurmay başkanına teşekkür ederek açığa çıkarmıştır. (Başbakanın “teşekkür” yoluyla itirafının başka bir parlak örneği de Gezi İsyanı’nda katil ve işkenceci polislere gösterdiği şefkatli yaklaşım ve para ödülü ile birlikte dile getirdiği şükran hislerini ifade eden sözleridir.) Göstermelik de olsa genelkurmay başkanının adının dahi geçmemesi hukuksal bir komediden başka bir şey değildir. Buradaki ders şuradadır: burjuva militarist aygıtın bir numaralı şefinin adı, sonuçta verilecek olan  “takipsizlik” kararı ile kendisine dokunulmayacak bile olsa asla geçmemelidir, geçemez, geçmemiştir.  

Kararın iki yıldır, -hadi askeri savcılığın görevinin başladığı tarihi esas alalım- 6 aydır verilmediğini, ama tam da Ergenekon cephesi ile AKP’nin başka bir “barış süreci” temaslarına girdiği, Pensilvanya cemaatine karşı vermekte olduğu savaşta güç toplamak için  “can düşmanı” Ergenekoncularla işbirliği ve uzlaşma konusunda yüksek düzeyde çalışmalar yaptığı sıcak günlerde, hatta saatlerde verildiği iyice idrak edilirse mesaj açıktır. Burada daha esaslı bir “hata” vardır ki asıl düzenleyici hüküm olarak alınması ve uygulanması gereken budur: Ceza Muhakemesi Hukuku Kanunu’nun 172. Maddesi’nin ilk fıkrası:  “Cumhuriyet savcısı, soruşturma evresi sonunda, kamu davasının açılması için yeterli şüphe oluşturacak delil elde edilememesi veya kovuşturma olanağının bulunmaması hâllerinde kovuşturmaya yer olmadığına karar verir.” Yani savcılık ancak  “yeterli delil olmadığı” ya da “kovuşturma olanağının bulunmadığı” durumlarda “takipsizlik” kararı verebilir. Savcılık bu tartışmaya girmeden dava açsa idi ancak o zaman kendisinin atıf yaptığı maddeleri mahkeme uygulayabilirdi, bu da “kanuna” ve “hukuka” uygun olurdu! Dolayısıyla savcılık kanuna aykırı hareket ederek kendisini mahkeme yerine koymuştur ki bu burjuvazinin kendi kanununa ve “hukuk”una aykırıdır.

“Vur Emri”nin arkasında ve geçmişinde kimler var?

Biz bu katliamın başından beri ısrarla bunun bir “Sri Lanka Modeli” provası olduğunu söyledik durduk. Ama ne yazık ki Kürt hevallerimiz ve bir kısım sosyalistler bile dolaylı yollardan bunun katledilen grubun içinde Bahoz Erdal’ın da bulunduğu varsayılarak yapılan bir katliam olduğunu terennüm edip durdu. Burjuva hukukunda bile cinayetin “taammüden” olması bambaşka sonuçlara yol açar, suçun niteliği ve ona bağlı ceza miktarı değişir. Şayet ezilenlerin temsilcileri ve bazı sosyalistler bu “taammüt” ve “prova” teşhisine başından katılmış olsaydı, burjuvazinin tavrı açısından sonuç belki yine değişmeyecekti ama özgül olarak Kürt Sorunu’na ilişkin verilen mücadelenin biçim ve seyri Roboski’nin aynasında farklı gelişme dinamikleri taşıyabilirdi. Geçti!

“Barış” uykusundan uyanma vakti!

Savcılığın kararının kendisinden çok ayrıntıları artık herkese derinden bir “Roj Baş” yani “Günaydın” deyip kendine gelme zamanının geldiğini gösteriyor. Özellikle de Kürt Sorunu’nda “Barış Süreci” denen bu ucube sürecin bitmesi gerekliliği noktasında. Dikkat barış mücadelesinin anlamsızlığı ya da boşluğu değil, burjuvazinin ve onun AKP’si, F Tipi cemaatçisi, MHP’lisi, mahcup milliyetçi “ulusalcı”sı ve özellikle de CHP’lisinin, bu konudaki nüans düzeyinde farklılıkları ile beraber hep birlikte kotarmaya çalıştığı Kürt ulusal mücadelesinin tasfiyesi sürecinin bitmesi gerekliliği!

Savcılık 16 sayfalık kararında, “operasyonun TBMM ve Bakanlar Kurulu kararlarının askere verdiği yetki kapsamında gerçekleştiği” ve “hava bombardımanı bitene kadar köyden hiç kimsenin askeri birimlere kaçakçılığa gidildiğine dair bir haber verilmediğini” söylüyor.  “İHA ile takip edilen ve sonradan kaçakçı olduğu anlaşılan grubu, BTÖ (Bölücü Terör Örgütü) mensubu” olarak tanımlıyor ve ekliyor: “askeri yetkililerin kaçınılmayacak bir hataya düştükleri sonucuna ulaşılmıştır.” Savcı açık bir yalan ve açık bir gerçeği aynı anda söylüyor. Köylüler saldırı başlamadan koruculara ve karakol yetkililerine o grubun -evet kaçakçılık yapan- kendi çocukları olduğunu defalarca söylediklerini, deyim yerindeyse çırpındıklarını yüzlerce kez söylediler, yazdılar. Üstelik velev ki öyle, peki bunu 2 yıl 10 gündür neden bir tek kez asker ya da sivil bir tek kişi dile getirmedi. Velev ki öyle, oradaki ve Ankara’daki askeri yetkililer o insanların hem de on yıllardır kaçakçılık dışında bir işi olmadığını, bu işin o bölgenin ve insanların yegâne geçim aracı olduğunu bilmiyor olabilir mi? Üstelik o çocukların önemli bir kısmı kendi kontrollerinde olan korucu ailelerinin çocukları iken.

Beyanın “gerçek” kısmında şu ana kadar çok az kişinin değindiği çok önemli bir ayrıntı var. Savcılığın  “TBMM ve Bakanlar Kurulu kararlarının askere verdiği yetki” diye bahsetmiş olduğu askeri aygıta:“Kuşkulu bir şey görürsen, vur” emri veren,  “PKK terör örgütü mensuplarına yönelik, Irak’ın kuzey bölgesine sınır ötesi operasyon ve müdahale’’  yetki tezkeresi TBMM’de her yıl (17 Ekim 2007’den itibaren) oylanırken AKP ve MHP ile birlikte el kaldıran diğer parti CHP idi.  Henüz bu kararın üzerinden saatler geçmeden ve tepkiler had safhadayken içinde sosyalist Ertuğrul Kürkçü, sosyalist Levent  Tüzel ve sosyalist Sırrı Süreyya Önder’in olduğu HDP yetkilileri, “seçim ittifakı” arayışları ile ayaklarına gittiği Kılıçdaroğlu’na (ne ironik ki ittifak konusunda noktayı “mümkün değil” diyerek o koymuştur) ve onun şimdilerde insan hakları uzmanı ve Kürt dostu geçinen yetkililerine (genel başkan yardımcısı Sezgin Tanrıkulu ve pek kahraman Ankara milletvekili Levent Gök gibi)  bu tezkere meselesini hatırlatsalardı! Ama parlementarizm insanın gözünü bir kez döndürmeye görsün!

Can alıcı iki soru

Karara göre olayın gelişimi şöyledir: sınırda gözlenen hareketlilik üzerine askeri yetkililer yazışmış, konuşmuş ve sonunda  “silah kullanma yetkisi”ni (siz bunu “koşulsuz vur emri” diye okuyun) kullanma konusunda bir karara varılmış ve en son genelkurmay başkanı ile temasa geçilmiştir.  (Bu arada genelkurmay başkanının olası siyasi sonuçlarını birazcık mantık yürütme yeteneğine sahip bir çocuğun bile tahmin edebileceği bu tür bir operasyon için idari üstü olan başbakana danışmadan nihai kararı vermesi mümkün mü? Zira hatırlatmak gerekirse; Türkiye Cumhuriyeti anayasası 117. maddesi gereğince genelkurmay başkanı Türk Silahlı Kuvvetleri'nin komutanı olarak cumhurbaşkanı tarafından atanır, ancak görevlerinden dolayı Başbakan’a karşı sorumludur.)

Tam da burada şu iki hayati soruyu ve cevaplarını hatırlamak gerekiyor: Birincisi, hava saldırısının yapıldığı bölge, bazı devlet yetkililerinin iddia ettiği gibi PKK'lilerin geçişlerde kullandığı bir güzergâh mıydı? Bunun cevabı olaydan çok kısa bir süre sonra hazırlanan İçişleri Bakanlığı Raporu’nda Şırnak istihbarat şube müdürü Barış Çolak'ın bu konudaki açıklamaları ile verildi. Çolak, bölgenin PKK geçişleri açısından yoğun bir yer olmadığını söylüyordu. Bu bilgiyle birlikte sınır hattında bombalanan noktaların yakınında PKK kampı bulunmadığı da askeri ve sivil istihbarat birimlerinin yüksek bilgileri dâhilindedir.  İkincisi ise: Bombardıman kararı verilirken, insansız hava aracı görüntüleri, yerel istihbarat bilgileri ile desteklenmiş midir? Bunun cevabı ise katliamdan 15 ay sonra tamamlanan TBMM Uludere Alt Komisyonu Raporu'nda veriliyor: “Hayır!”.

Bu iki açık ve somut bilgiye rağmen imha kararı sonrasında yaklaşık beş saat süren ateş ve kan yağmuru başlıyor. Önce karadan topçu atışı, sonra havadan bombardıman. Askeri savcılık, “istihbarat raporları”, “iç iletişim bilgileri” ve  “hukuki çerçeve” (yetki tezkeresi) bilgilerini aktardıktan sonra, her şeyi sonlandıran şu tarihi ifadeyi kullanıyor:  “kaçınılmayacak bir hataya düştükleri” sonucuna ulaşılmıştır.”  Sağ olsun savcı lütfetmiş ve hiç olmazsa “hata” olduğunu kabul etmiş! Yani “o koşullarda ancak bu yapılabilirdi” demek istiyor hazret. Doğru söze ne denir? Aynı “hata”lar, Kürtler için şimdilerde Kürt dostu rolünü oynayan ulusalcıların toz kondurmadığı Mustafa Kemal’in yaşarken fiziki, ölümünden sonra fikri önderliğindeki Kemalist iktidar ve aparatlarının 1925’ten itibaren temel politik hat olarak belirlemiş olduğu  Ağrı, Koçgiri Katliamları, Dersim Jenositi, “33 Kurşun” Katliamı, 1984 sonrası ve özellikle de hevallerimizin pek sevdiği güzel ifadeyle “93 Konsepti” dönemi faili meçhullerinde, yargısız infazlarında yapılmadı mı? Ama heyhat onlara “hata” diyen bir savcı çıktı mı? Bizce bu askeri savcıya “Barış Süreci” savunucuları bu cesur “açılım” değerindeki saptamasından dolayı ödül bile verebilir! Olmaz demeyin,  “93 Konsepti”’nin iktidar ortağı SHP’sinin milletvekili Salman Kaya’nın adı HDP Ankara Büyükşehir belediye başkan adayı olarak geçiyorsa neden olmasın?

Biz bu toprakların burjuvazisinin benzer “kaçınılmaz hata”larını, Ermenilere, Rumlara, Yahudilere, Ezidilere, Alevilere farklı gördüğü etnik, dinsel ve mezhepsel unsurlara reva gördüğü soykırım dâhil her türlü kırım ve katliamlardan, Mustafa Suphi’lerden başlayarak komünistlere, işçi önderlerine, aydınlara yapmış olduğu katliam, cinayet ve işkencelerden çok iyi biliyoruz.  

“Taammüden katliam”ın itirafı

Kararda belki de en önemli ayrıntılardan biri de, “taammüden katliam”ın “faş edildiği” şu ifadeler:  “Saat 21.39'da sınır hattında bekleyen gruba hava harekâtı kapsamında ilk bombanın, saat 21.43'te ikinci bombanın atıldığı, grupların hareketlerinin takip edildiği, güney istikametine gidenler olduğunun, bu şahısların bir süre bekleyip saat 22.00 civarında kuzey istikametine yeniden hareketlendiğinin görüldüğü, saat 22.02'de üçüncü bombanın takip edilen hedefe atıldığı, saat 22.16 civarında hareketsiz bekleyen grubun tespit edildiği, 22.24'te de dördüncü bombanın bu gruba atıldığı ve hava harekâtının sonlandırıldığı, neticede 34 kişinin öldüğü tespit edildi.” (Vurgu bizim.)

Yani çocuk oldukları muhtemelen o işaret fişekleri ile aydınlatılmış olan ortamda bombaları yağdıran uçakların pilotları tarafından dahi anlaşılabilecek olan   “hareketsiz bekleyen grup tespit edildikten” sonra dahi bombalama bitmiyor. Ne zaman bitiyor? Tıpkı vahşi beyaz adamın Kızılderili katliamlarında yaptığı gibi, herkesin en azından görüntüde “yere serildiği”, katliamı gerçekleştirenlerin ve hamileri savcının tercih ettiği ifadeyle  “hareket edemediği”, yani “hareketsiz bekleme” durumundan “bütünüyle hareketsiz kalma” konumuna geçtiği tespit edilince! İşte size insanlık! İşte size “görev”! İşte size “kaçınılmaz hata”! İşte size kaçınılmaz alçaklık! Ama bu sonuncusu sadece tetikçi pilotların ve askerlerin değil, militarist aygıtıyla, genelkurmay başkanıyla, başbakanıyla, bürokratıyla, iktidarı, resmi muhalefeti ve onların aptallık derecesindeki saf yandaşlarıyla, cemaatiyle, CHP’si, MHP’si, daha “Roboski”ye “Roboski” bile diyemeyen “Uludere” demekte ısrar eden bedenen ve zihnen satılık akademisyeni, aydını, medyası ile bütün bir burjuva sistemin alçaklığı! Hakaret mi? Değil! Sadece basit bir tespit! O çocukların analarının, babalarının, kardeşlerinin, akrabalarının, dostlarının, onları hiç tanımamış olduğu halde acılarını yüreğinde hissedenlerin tespiti!

Alçaklar alçaklığını yaptı. Herkes vazifesini bilsin!

Yani Kürt halkının her düzeydeki temsilcilerinde, onların samimi ve gerçek dostları enternasyonalist sosyalistlerde, devrimcilerde, bu “Sri Lanka Modeli” provasının ve gözdağının hesabının sorulmasında asıl çıkarı olan Kürdüyle, Arabıyla, Ermenisiyle, Türküyle işçi sınıfının kendisinde, kadınıyla, Alevisiyle, Ezidisiyle, LGBT’siyle, ateistiyle, kent yoksuluyla, işsiziyle bütün ezilenlerde! Bizde, yani %99’da! 

Bu hesabın sadece seçim “ittifak”larında ya da sandıklarında, merkezi ya da yerel iktidar binalarının koridorlarında, Lenin’in muazzam deyişiyle “burjuvazinin ahırı” parlamento salonlarında, “barış süreci” görüşmelerinde, “bin yıllık İslam bayrağı altında”, “mücadelede değil müzakerede” sorulacağını zannedenler fena halde yanılıyor.  “Roj Baş” hevaller, yoldaşlar, dostlar hem de çok fena halde “Roj Baş!” Gözünüzü yaşadığımız sürece kalbimizden, beynimizden, gözümüzden silinmeyecek olan Roboskili çocukların gözleri de açamıyorsa hayat size daha ne yapsın?

 

Adana, 8/9 Ocak 2014