Aldatıcı iyimserlik

 

Yüzeydeki görünümlerden hareketle değerlendirmeler yapan burjuva iktisatçılarının etkisi altında sosyalist solun kimi liberal kesimlerinde yaygın olan kanı Türkiye ekonomisinin krize karşı dayanıklı olduğudur. Bu bakış açısına göre, Türkiye ekonomisi dünya çapındaki iktisadi kriz koşullarında büyük sarsıntılar yaşamadığı gibi halen ekonominin derin bir krize sürüklendiğinden söz etmek de bir abartıdır.

Türkiye ekonomisi içinde bulunduğumuz dönemde en iyi, motoru durmak üzere olan bir gemiye benzetilebilir. Yapısal bir sorun olarak bir türlü baş edilemeyen cari açığın boyutları, özel şirketlerin ve bankaların yüksek düzeyde dış borçluluğu, ailelerin artan borç yükleri, devlet bütçesinin artan açıkları işlerin pek de yolunda olmadığına, motorun teklediğine dair yeteri kadar sinyal veriyor. Ancak daha da önemlisi büyüme oranının ve özel sektör yatırımlarının vahim durumu. Büyüme hızı 2011 yılından itibaren adım adım azalıyor. Türkiye ekonomisinde 2011’de yüzde 8,5 olan büyüme hızı 2012’de yüzde 2,5’e geriledi. Üstelik bu rakam, altınla ödenen enerji faturasının ihracatı şişirmesiyle ortaya çıkan bir rakam, gerçekte daha da düşük. Sanayi üretimi de, kapasite kullanım oranı da 2011 yılbaşından bu yana ivme kaybediyor. Hepsinden önemlisi özel sektörün yatırım harcamaları 2012 yılının ilk çeyreğinde yüzde 1,3 artarken, ikinci çeyrekte yüzde 7,7 ve üçüncü çeyrekte ise yüzde 11,1 daraldı. Özetle geçtiğimiz yıldan bugüne Türkiye ekonomisinin bir durgunlaşma içinde olduğu açıktır. Yine benzetmemize dönecek olursak, adeta motorları durma noktasına gelmiş, sadece dış rüzgârlarla (sıcak para) kayalara doğru sürüklenmekte olan bir gemiden bahsediyoruz demektir.

ABD, Japonya, Euro bölgesi ülkelerinde iktisadi durgunluk devam ediyor. Türkiye kapitalizminin ihracatının belkemiğini oluşturan otomobil satışları Avrupa’da geçtiğimiz 23 yılın en düşük düzeyinde! AB’nin krizinin daha derinleşmesiyle birlikte ekonominin itici gücü olan yabancı sermaye akışının “güvenli limanlara” dönmesiyle, yani rüzgârlar kesildiğinde, “bu geminin karaya oturması kaçınılmaz” dediğimizde felaket tellallığı mı yapmış oluyoruz? Ekonomide bu boyutlarda bir durgunlaşmaya sert iniş ya da yere çakılma demeyeceğiz de ne diyeceğiz? Türkiye’de “hakikaten kriz var” demek için geminin kayalıklara vurup, dağılmasını mı bekleyelim, ya da kaptan köşkünde oturanların manevra kabiliyetine mi bel bağlayalım? O kaptanlar ki hemen her krizde (1994, 1998, 2001) gemideki fazla yükleri boşaltmayı, yani işçileri işten çıkartmayı, geriye kalanları da kürekleri daha fazla çekmek üzere çalıştırmayı, yani artı-değer sömürüsünü artırmayı görev bildiler.

Kim ki günümüz dünya kapitalizminin yapısal ve derin kriz ortamında krizin yönetilebileceği, bazı ekonomilerin krizden muaf kalabileceği aldatıcı iyimserliğine kendisini kaptırır o, burjuvazi karşısında işçi sınıfının bağımsız politikasını izlemek için gerekli öngörüden kendini mahrum bırakmış demektir. Öyle ya, madem ortada “kriz mıriz yok”, AKP hükümeti de ekonomiyi çok iyi yönetiyor, işçi hareketinin canlanması için bir neden yok demektir. Bu durumda geriye sosyal hakları ve kimlik sorunlarını merkeze alan bir demokrasi mücadelesi, her şeyden önce ideoloji düzeyinde AKP’ye karşı verilecek bir hegemonya mücadelesini sürdürmek kalır. 

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Mart 2013 tarihli 41. sayısında yayınlanmıştır.