Siyonizmle savaşmak
İsrail’in Gazze’ye insani yardım taşıyan gemilere saldırarak 9 kişiyi katletmesinin ardından DİP Girişimi olarak derhal bir bildiri yayınladık. “Gemileri İsrail’den alın! Yardımı Gazze’ye ulaştırın!” başlıklı bildiride DİP Girişimi’nin durumu değerlendirişi, politik önerileri ve talepleri solun geri kalan kısmından farklı oldu.
(http://www.iscimucadelesi.net/index.php?option=com_content&task=view&id=1010&Itemid=1) Solun ve saldırıya tepki gösteren daha geniş kesimlerin ortak olarak benimsediği, İsrail ile ilişkilerin kesilmesi, askeri anlaşmaların yırtılması gibi taleplerin yanı sıra, biz somut bir biçimde savaş gemilerinin yollanarak yardım gemilerinin geri alınmasını ve yardımların Gazze’ye donanma korumasında ulaştırılmasını savunduk. Bu tavır sosyalist politikaya yaklaşımda solun geri kalan bölümünün gündemine dahi girmeyen bir metodun ifadesidir. Bu yazıda, arka planda yer alan bu metod üzerinde durmak istiyoruz.
Teşhir
Her şeyden önce, bu politikanın içeriğinden ayrı olarak şunu söylemek gerekir ki, DİP Girişimi'nin yardım gemilerinin geri alınmasına ve Gazze'ye ulaştırılmasına yönelik çağrısı solun saflarında, doğrudan yaşananlara yönelik olarak formüle edilmiş gerçekten somut belki de tek taleptir. Çünkü İsrail'le ilişkilerin kesilmesini ya da ikili anlaşmaların iptal edilmesini ya da İsrail'e boykotu savunmak için 9 kişinin katledilmesine ve yardım gemilerine el konmasına gerek yoktur. İsrail'in politikasının meşruiyetini kabul etmeyen herkes bu talepleri daimi olarak (tabii ki belli dönemlerde daha yüksek sesle ifade etmek üzere) savunmak zorundadır. Oysa DİP Girişimi'nden başka kimse genel taleplerin bir adım ötesine geçememiştir. Ülke (ve gerektiğinde dünya) politikasında yer almak, kitlelerin önüne burjuvazinin çeşitli güçlerinin tutumlarıyla belirlenen alana ilişkin somut öneriler getirmekle olur.
DİP Girişimi olarak yardım gemilerinin geri alınmasını ve yardımın Gazze'ye askeri destek eşliğinde ulaştırılmasını savunurken, elbette ne TSK'dan ne de AKP'den İsrail'e karşı savaş açmaları gibi bir beklentimiz yoktu, yoktur. Bu önlemlerin İsrail'le savaş anlamına geleceği ortadadır. Oysa, Başbakan'ın son günlerde defalarca belirttiği gibi Türkiye İsrail'in bölgedeki (hatta sadece bölgedeki değil, nüfusunun çoğunluğu Müslüman bütün ülkeler arasındaki) en büyük dostudur. Bülent Arınç'ın hemen sıcağı sıcağına "kimse bizden İsrail'e savaş açmamızı beklemesin" demesi, TSK'nın İsrail'den insansız uçak alımlarının süreceğini açıklaması boşuna değildir. İsrail ile savaş, ABD ile karşı karşıya gelmek demektir. AKP'nin bunu göze alamayacağı açıktır. Daha da somut olarak, Fethullah Gülen'in AB'ye bağlılığı ve son açıklamaları göz önüne alındığında AKP'nin ortadan çatlaması demektir. Ne var ki tüm bunlara rağmen sadece Türkiye kamuoyunda değil başta Filistin olmak üzere Ortadoğu'da Tayyip Erdoğan bir kahraman muamelesi görmektedir. İşte size çelişki! Solun tamamı bu sorunu görmezlikten geldi. Biz gelmeyiz, daha baştan buna karşı atak yaptık.
Tam da bu yüzden savaş gemilerinin gönderilmesini savunduk. Somali açıklarında ABD emperyalizminin talimatıyla korsan avına çıkanların İsrail karşısında laftan başka bir icraat yapmayan ikiyüzlü Siyonizm dostları olduklarını kitlelere göstermenin daha iyi bir yolu olabilir mi? Ortada mangalda kül bırakmayan, yalancı pehlivan gibi dolaşan, karşıtı "ulusalcılar"ın ve müttefiki Fethullah Gülen'in Siyonizm yanlısı tavırları dolayısıyla halkın (ve Arap ulusunun) gözünde iyice yücelen bir burjuva politikacısı vardır. Bu politikacıyı halkın gözünde teşhir etmek, işçi sınıfı devrimcilerinin görevidir. DİP Girişimi'nin atağı bunu yapıyor, yapmaya çaşlışıyor. Bu görevi solda üstlenen başka kimse olmamıştır.
Savaş ve barış
İkinci mesele, Marksistlerin savaş ve barış karşısındaki tavrı ile ilgilidir. Marksistler savaşı bir politika olarak savunurlar mı? Yani bizim tutumumuz bir savaş kışkırtıcılığı mıdır? Marksizm pasifizm değildir, savaşın kaçınılmaz olduğu bir dünyada haklı savaşlara taraftardır. Lenin'in sözleriyle "Biz Marksistler, her türlü savaşın gözü kapalı karşıtı olanların sınıfına dahil değiliz." (Sosyalizm ve Savaş, 14 Mayıs 1917'de Deniz Subayları Okulunda yaptığı konuşma) Savaşların esas kaynağı olan kapitalizm yıkılmadan savaşlar da son bulmayacağına göre her savaşı kendi koşulları içinde ve taraflarının konumlarını ayrı ayrı analiz ederek değerlendirir ve ona göre tavır alırız. Ayrıca bu durumda burjuva medyasında ve solun içinde gözlemlediğimiz "savaş kışkırtıcılığı" söyleminin gülünç olduğunu belirtmek gerekir. Sanki Ortadoğu bir barış ve huzur bölgesi, sanki Kosova'dan Irak'a Afganistan'dan Filistin'e ve nihayet savaş çanlarının çoktandır çalmakta olduğu İran'a emperyalist sürekli savaşın ortasında değiliz ve devrimci Marksistler kan bürümüş gözleriyle nasıl savaş çıkartırız, onun peşinde... Böyle bir saçmalık olamaz!
Bırakın solcuları biraz uyanık her vatandaş Ortadoğu'da gericiliğin merkezinde ABD-İsrail-Türkiye arasındaki stratejik ittifak yer aldığını bilir. Bu ittifak son olaylarla ciddi biçimde sarsılmışsa da halen yerli yerinde durmaktadır. Bu gerici ittifakı çevreleyen işbirlikçi Arap rejimleri Ortadoğu'daki gericiliğin diğer önemli unsurlarıdır. Gerek İsrail'in emperyalist hamisi ABD, gerek bölgedeki destekçisi Türkiye, gerekse de işbirlikçi Arap rejimleri Siyonist İsrail devletinin varlığını sürdürebilmesinin koşullarını oluşturmaktadır. Durum böyleyken İsrail'le Türkiye arasında savaş demek, bu gerici merkezin ortasına dinamit koymaktır. İşbirlikçi Arap rejimlerini ayakta tutan çürük sütunların çökmesi demektir.
Bugün Ortadoğu'da Siyonizme ve emperyalizme karşı savaşın öncülüğünün İslamcılar tarafından çekiliyor olmasının sebebi onların dini kullanarak kitleleri kandırması solcuların ise din gibi bir olanaktan yoksun olması değildir. Bugün ne Filistin'de Hamas, ne Lübnan'da Hizbullah kitlelerin desteğini dini görüşleri ya da şeriatçı programları dolayısıyla almıyor. Hamas ABD ve İsraile boyun eğmediği ve iki devletli çözüme yanaşmadığı için, Hizbullah da İsrail'e karşı ulusal direnişi sürüklediği için kabul görüyor. Sol örgütler, pasifist politikalar izledikçe, İsrail'in meşruiyetini kabul ederek politika ürettikçe, "Yıkılsın Siyonist İsrail!" yerine "İsrail Filistin'den defol!" dedikçe, "ama Hamas da şeriatçı" diyerek işbirlikçi El-Fetih'in yanında durdukça, insanlar işgale karşı elde silah direnirken işsizlikle ilgili kampanya düzenleyip, ne şeriat ne ABD, ne Sam ne Saddam dedikçe güven ve güç kaybetmeye devam ediyor.
Oysa bu dava ne Yahudiliğe karşı bir davadır ne de bir Müslümanlık davasıdır. Söz konusu olan Ortadoğu'nun emekçi ve yoksul kitlelerinin emperyalizme ve Siyonizme karşı savaşıdır. Bu yüzden DİP Girişimi sonu İsrail'le savaşa varacak bir talep öne sürerken aynı zamanda kitlelere şunu anlatmaya çalışmaktadır: "Biz iktidarda olduğumuzda alacağımız tavır, izleyeceğimiz politika budur!"
Zaten her talebin altında doğal olarak bu mantık vardır. Dolayısıyla bunu burjuva devletine akıl öğretmek ya da burjuva devletine paye biçmek olarak adlandırmak her şeyi tersinden okumaktır. Böyle düşünenlere sormak gerekir: İkili ilişkilerin kesilmesi ya da anlaşmaların yırtılması gibi talepler kime yöneliktir? Sendikalar mı kesecektir ilişkileri? Öyle olmadığına göre, bunlar burjuva devleti konusunda hayaller anlamına mı geliyor? "Türkiye NATO'dan çıksın!" ya da "İncirlik Üssü kapatılsın!" talepleri ne anlama geliyor? Devrimci partilere yönelik olarak mı ileri sürülmüştür bu talepler? Öyle olmadığına göre, bunlar Türkiye burjuvazisinin anti-emperyalist olduğu hayali anlamına mı geliyor? Politikanın abecesi biçim olarak devletten talepler içerir. Bu açık olduğuna göre politik ve diplomatik taleplerle askeri talepler arasında nitel hiçbir fark yoktur, çünkü, hatırlatmaya gerek var mı, "savaş politikanın başka araçlarla devamıdır".
Devrimci önderlik
AKP'nin Ortadoğu'da yayılmacı bir politika izlediği ve Yeni-Osmanlıcılık peşinde olduğu söylenebilir. Ancak unutulmamalıdır ki bu tür yönelişler İsrail ile ciddi sürtüşmelere yol açsa da asla ABD emperyalizmine karşı ve onunla rekabet içinde değil, ABD emperyalizmiyle birlikte ve emperyalist sürekli savaşta rol kapmak üzere kurgulanmaktadır. Bugün bir an için İsrail ile Türkiye'nin savaşa girdiğini varsaysak ABD'nin tavrının ne olacağını söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Dolayısıyla İsrail'le savaş ABD'yle savaş demektir. Böyle bir savaş hiç tartışmasız biçimde haklı bir savaş olacaktır. Emperyalizmle savaşmak devrimci Marksistlerin programının kopmaz bir parçasıdır. Tüm çalışmamız bu savaşın öncülüğünü almaya yöneliktir. Bugün bu doğrultuda atılacak doğru ve berrak politik adımlar yarın pratikte kazanılacak mevzilerin ilk adımlarıdır.
Çünkü gerek Irak gerek Filistin gerekse de diğer örnekler hep şunu gösteriyor ki burjuvazi bu davayı zafere ulaştıramaz. Çünkü onlar Siyonistlerden ve emperyalistlerden nefret ettiklerinden çok daha fazla emekçi ve ezilen yığınlardan nefret ediyorlar. Daha önemlisi en çok ayakların altındaki halıyı her an çekebilecek olan o büyük yığınlardan korkuyorlar. Elbette ki böyle bir süreçten tam anlamıyla devrimci sonuçların çıkması devrimci bir önderlik sorununa bağlıdır. Ama işte bütün mesele buradadır: Devrimci önderlik nasıl gelişecek, kitlelerin gözünde İslamcılara (ya da yarın başka demagojik burjuva önderliklerine) nasıl alternatif haline gelecek?
DİP Girişimi, bunun Marksizmin ana ilkelerinin amentü gibi tekrarlanmasıyla olmayacağını, ancak yaşanan somut gelişmelere somut politikalarla müdahale edilerek kitlelerin burjuva önderliklerden koparılabileceğini bildiği içindir ki, ülke, bölge ve dünya çapında her önemli politik gelişme karşısında kitlelere somut bir yön göstermektedir. Başkaları bürolarında ve sitelerinde Marksizmin ilkelerini tekrarlasınlar. Biz henüz kitlelerin önderliğini ele geçirecek bir aşamaya uzak olduğumuzu biliyoruz. Ama partimizi işçi sınıfının gerçek öncüsü olarak hazırlıyoruz.