El Kaide yolu değil, Tahrir yolu!

ABD Başkanı Barack Obama 11 Eylül 2001 saldırılarının ardındaki El Kaide’nin efsanevi lideri Usame bin Ladin’in Pakistan’da, İslamabad kentinin varlıklı bir semtinde saklandığı bir villada öldürülmüş olduğunu açıkladı.

 

ABD elbette psikolojik savaş amaçlarıyla bu haberi uydurmuş ya da istihbarat bakımından yanıl(tıl)mış olabilir. Ama açıklamanın yalan olduğu ortaya çıkana kadar, bin Ladin’in öldürülmüş olduğunu kabul etmek zorundayız.

Her şeyden önce, bunun bir yargısız infaz olduğunu vurgulamak gerekir. ABD kendi çıkarlarını tehdit ettiğine karar verdiği insanları avlamayı bir hak sayıyor. Bu yazıyı Kaddafi’nin sekiz ila on iki yaş arasındaki üç torununun emperyalist füzeler altında can verdiğinin öğrenildiği gün yazıyoruz. Bu iğrenç saldırı, karşı manşet sütunumuzda ele alınıyor.

Bin Ladin vakasına gelince.Elbette bin Ladin’in öldürülmesinin koşulları henüz bilinmiyor. Ama “çatışmada ölü ele geçirildi” haberlerinin ne kadar uydurma olabildiğinin acı deneyimlerle bilindiği bir ülkede yaşayan bizler, ABD ajanlarının baskın sırasında bin Ladin’i sağ ele geçirebilecekken gözlerini kırpmadan vurmuş olabileceği ihtimalini küçümseyemeyiz. Unutulmasın, 11 Eylül saldırılarının yapıldığı dönemde ABD başkanı olan George W. Bush, açıkça ünlü vahşi Batı posterlerine referans yaparak söylemişti: “Aranıyor: Ölü ya da Diri”. Bush’un yardımcısı (ve perde arkasındaki esas güçlü adam) Dick Cheney, bin Ladin’in başı kendisine “altın tepsi” içinde getirilirse çok memnun olacağını ifade etmişti. Bush o açıklamasında ayrıca “adalet yerine gelecektir” demişti. Bugünün başkanı, “solcu” Obama, bin Ladin’in öldürüldüğünü duyurduğu açıklamasını “adalet yerine gelmiştir” diye bitirmiş. Bakın Obama hayranlarının budalalıklarına karşı işte size “devlette süreklilik”: Obama nasıl da Bush’un zaferini tescil ediyor. Politik karşıtını yüceltiyor, haklı çıkartıyor. Çünkü burada emperyalist ABD devletinin “yüksek çıkarları” söz konusu. Çünkü aslında amaç, bu devletin cihanın efendisi olduğunu vurgulamak. “ABD’nin çıkarlarına karşı çıkarsanız, er ya da geç köpek gibi gebertilirsiniz.” Mesaj bu!

El Kaide’nin geleceğine ilişkin spekülasyon yapmak için yeterli istihbaratımız yok. Ama El Kaide’nin çok güçlü bir iki numarası olduğunu unutmamak gerekir: yıllar önce, kendi Mısır Cihadı örgütünü El Kaide ile birleştiren Dr. Eyman el Zevahiri. El Kaide’nin büyük bir para imparatorluğunun üzerinde yükseldiğini, Arap ve İslam dünyasının neredeyse tamamına yayılmış olduğunu, en son Libya’nın bombalanmasıyla tekrar görüldüğü gibi ABD ve AB emperyalizmlerinin El Kaide’ye örgütlenme ve intikam konusunda bol bol malzeme sunduğu göz önüne alınırsa, bin Ladin’in kurduğu terörist İslam enternasyonalinin akşamdan sabaha çökeceğini beklemek için bir neden yok. Şayet bin Ladin gerçekten öldürüldüyse, kısa dönemde, tersine, örgütün ve İslam dünyasında kendisine sempati duyan kitlelerin moralini yükseltmek amacıyla bazı spektaküler intikam eylemlerinin düzenleneceğini düşünmek bile mümkün.

Bin Ladin bizim saflarımızdan değildi. Suudi Arabistan burjuvazisinin en güçlü müteahhit şirketlerinden birinin ve daha sonra bunun üzerinde yükselen güçlü bir holdingin sahibi bir ailenin oğluydu. Krallar gibi yaşamıştı, Suudi sarayıyla yakın ilişki içinde olmuştu. Kendisi de hayatının değişik aşamalarında aktif bir kapitalist olarak çalışmıştı. El Kaide’nin ekonomik gücünün bu kapitalist geçmişten kaynaklandığı açık. Bin Ladin’in politikleşmesi, komünizm düşmanlığı yoluyla olmuştu. 1979’da, henüz 22 yaşındayken, Kızıl Ordu, Sovyetler Birliği yanlısı bir hükümeti ayakta tutabilmek gerekçesiyle Afganistan’ı işgal edince, ABD-Pakistan-Suudi Arabistan üçlüsünün örgütlediği İslami cihadın yöneticilerinden biri oldu. Sovyet işgaline karşı çarpışmak için dünyanın dört bir yanından Pakistan’a gelen Arap ve Müslüman gönüllüleri, Amerikan silahları, Suudi parası ve Pakistan istihbarat örgütünün desteği ile eğitti, savaşa koştu, 1989’da Sovyet ordusunun Afganistan’da yenilgiye uğramasında büyük rol oynadı. Yani bin Ladin ABD’nin kendisinin yarattığı bir Frankeştayn’dır!

Bin Ladin’in ABD karşıtı bir siyasi pozisyon benimsemesi, 1990-91 dönüm noktasına rastlar. Irak Kuveyt’i işgal edince, ABD fırsatı fırsat bilerek (aslında Kuveyt meselesi biraz da ABD tuzağı idi) Saddam’ı devirmek üzere hücüma geçerek birinci Körfez Savaşı’nı başlatınca, Müslümanlar için kutsal topraklarda ABD askerlerinin yerleşmesi, bin Ladin’in siyasi kariyerinin ikinci aşamasını açılışına vesile olmuştur. Ailesinden ve Suudi Arabistan’dan kopmuş, önce Sudan’a (1992), sonra Taliban’ın Afganistan’ına (1996) yerleşerek bu kez ABD’ye karşı cihad açmıştır. Yöntemi bireysel terörizmdir. Bazı askeri hedeflerin yanı sıra, masum sivillerin bulunduğu ortamları spektaküler eylemlerle bombalayarak karşı tarafta korku yaratmak, onu sindirmek, geriletmek. 1990’lı yıllarda düzenlediği bazı saldırılardan sonra, 11 Eylül 2001’de savaşı ABD’nin kalbine taşımıştır. ABD’nin dünya üzerindeki finansal hakimiyetinin sembolü olan New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin İkiz Kuleleri’ne ve ABD militarizminin Washington’daki karargâhı Pentagon binasına El kaide militanlarının ele geçirdiği yolcu uçaklarıyla saldırılmıştır. Pentagon’da hasar sınırlı kalmıştır, ama İkiz Kuleler’in bütünüyle çöküşü ABD emperyalizmi için bir utanç belgesi haline gelmiştir. Tabii, kulelerde çalışan, çoğu işçi, çoğu göçmen binlerce insanın ölümü bireysel terörizm yöntemini benimsemiş bir örgüt için kaygılanılacak bir şey değildir.

11 Eylül’ü sadece ABD’nin yarattığı Frankeştayn’ın kendisini vurması olarak görmemek gerekir. Deliller, 11 Eylül saldırısından ABD derin devletinin haberdar olduğunu, ama saldırıyı durdurmak için alınması gereken tedbirlerin kasıtlı olarak alınmamış olduğunu düşündürüyor. Bu konuda kesinlik olmamakla birlikte, bunun nedenlerini anlamak çok kolay: ABD’nin henüz sekiz ay önce başına geçmiş olan “neo-con” olarak anılan gerici, fanatik Siyonizm yanlısı, militarist ekip (bunların başında Bush gibi bir salağın olduğunu düşünmek için bir neden yoktur, önderleri başkan yardımcısı Dick Cheney, Savunma Bakanı Rumsfeld ve onun yardımcısı Wolfowitz idi), 11 Eylül’ü bahane ederek, Ortadoğu’yu ve Avrasya’yı fetih savaşına girişmişlerdir. Yani 11 Eylül, ABD’nin yeni dönem saldırgan politikalarının uygulanmaya konulmasına bir meşruiyet kılıfı olmuştur. 11 Eylül muhtemelen bin Ladin ile “neo-con”ların ortak cinayeti olarak geçecektir tarihe.

11 Eylül’ün hemen ertesinde ABD “teröre karşı savaş” adını verdiği bir yönelişe girdi. ABD Genelkurmay Başkanı, bu savaşı “bir insanın hayatından daha uzun sürecek” bir savaş olarak niteledi. Bu savaş çerçevesinde, ABD bir buçuk yıl arayla önce Afganistan’ı, ardından da Irak’ı işgal etti. Şayet Irak’ta başını belaya sokan bir direnişle karşılaşmasaydı, Afganistan’da (ve bugün savaşın yayılmış olduğu Pakistan’da) ise Taliban karşısında neredeyse yenilginin eşiğinde sürünüyor olmasaydı, hiç kimsenin kuşkusu olmasın İran’a çoktan saldırmıştı!

Devrimci İşçi Partisi, kökleri ABD’nin dünya hegemonyasını koruma arayışında yatan bu yönelişe, “bir insan hayatından daha uzun sürecek” bu savaşlar dizisine“sürekli savaş” adını vermiş ve içinde yaşadığımız dönemin ana sloganı olarak “sürekli savaşa karşı sürekli devrim” şiarını benimsemiştir.

Bin Ladin ve El Kaide, 2001’den bu yana ABD’nin emperyalist politikasının İslam dünyasında yarattığı tahribatın hücrelerinde yaşamaya devam etmiştir. Belki El Kaide, bin Ladin’siz de olsa daha uzun süre yaşayacaktır. Ama bin Ladin’in ölümünden önce politik ölümünün koşulları oluşmaya başlamıştı. Arap dünyasında emperyalizme ve onun ardındaki kapitalizme karşı mücadelenin bayrağını 2011 başından bu yana işçi ve emekçi kitleler devralmaya girişmişti. Tunus ve Mısır’da alçakgönüllü ön zaferler bile elde edilmişti. Yemen, Bahreyn ve Suriye de onların izinden yürüyor. Devrimci kitleler bilinç bakımından henüz geriler; siyasi perspektif bakımından devrimin gerektirdiği cürete sahip değiller; düzenin güçlerine çok çabuk kredi açıyorlar. Bütün bunlar kitlelerin politik önderlikten, işçi sınıfının içinde bağlara sahip devrimci partilerden yoksun olmasından geliyor en çok. Ama artık Arap dünyasında yakıcı ihtiyacı duyulan, işte bu türden örgütler. El Kaide değil.

İhtiyaç duyulan, El Kaide’nin bireysel terörizmi değildir. Kazbah’ta, Tahrir’de, İnci’de, Tağyir’de, Suriye’nin bütün meydanlarında hayatı pahasına toplanan milyonları sürükleyecek bir örgütlülüktür. İhtiyacı duyulan, El Kaide’nin “uyuyan hücreleri”, intihar bombacıları değildir. İşçileri,emekçileri, gençleri muzaffer devrimlerin yoluna sokacak bir örgütlenmenin sihirbazlarıdır. Silahı, ancak kitleler de ellerine almaya hazır olunca ateşleyecek sihirbazlar. İhtiyacı duyulan, İslam kardeşliğini temel alan, ama “her Amerikalı öldürülmelidir” diyerek, Britanya’dan Endonezya’ya, Britanya’dan Fas’a her yerde şiddet eylemleriyle her türlü ulustan insanı avlayarak Müslümanlar dışındaki dünyaya düşmanlık aşılayan bir sözde enternasyonalizm değildir. Arap halklarını bir mücadele birliği içine sokacak, ama onu da aşarak hangi dinden ve ırktan olursa olsun, bütün dünya uluslarını sinesinde birleştirecek bir proleter enternasyonalidir.

Bin Ladin’in ölümünün 2011’e rastlamasını tarih büyük bir ironi ile kaydedecek. 2011 El Kaide’nin siyasi gündeminin zamanın gerisinde kalmaya başladığı yıldı da ondan. Kanıtını mı istiyorsunuz? Tunus, Mısır vediğer Arap devrimlerinin ötesinde, emperyalizmin Libya savaşı. Afganistan savaşı da, Irak savaşı da, mutasavver İran savaşı da, ABD’nin (ve onun gölgesinde İsrail’in) Ortadoğu’ya ve Avrasya’ya hakim olma yoluyla Çin ve Rusya ile rekabette stratejik bir üstünlük kazanmasının basamak taşlarıydı. Büyük satranç tahtasında emperyalizmin saldırısının hamleleriydi. Libya savaşı, Mısır ve Tunus devrimlerine karşı bir savunma savaşıdır. Emperyalizmin devrimin iki hamlesine karşı yaptığı bir hamledir.

Artık dünya gündemine ezik, yoksul, gururu incinmiş Müslüman kitlelerin hayranlıkla izlediği bir avuç “kahraman” ile tarihin gördüğü en büyük savaş makinesinin mücadelesi vurmuyor damgasını. Artık devrim ile karşı devrimin karşılıklı ilk kılıç şakırdatmaları duyuluyor.