Karanlık gecede üç Prometheus
Karanlığın bütün ağırlığını almış bir gece Ankara’nın üzerine çöküyordu. Soğuk bir hücreye kapatılmış dağ gibi yüksek bir genç, ölümle nasıl hesaplaşacağını düşünüyordu. 25 yaşındaydı, adı Deniz Gezmiş’ti.
“Üç Ateş Tutuşturucu”
Prometheus, Yunan Tanrısı Zeus’a başkaldırdı. Zeus, tanrıların dokunulmaz dünyasından yanaydı. Prometheus ise insanların egemen olacağı bir dünyadan yana. Zeus, insanlardan ateşi sakladı. Prometheus, ateşi çaldı ve insanlara hediye etti. Zeus, insanları aşağılayarak küçük düşürdü. Prometheus ise Zeus’u aldatarak insanların öcünü aldı. Öyle ki, Zeus’un yıkılmaz sanılan otoritesini insanların gözünde yıktı. Büyük akıl gücü sadece Zeus’un elindeydi. Prometheus akıl gücünü insanlara geçirdi; onları bilinçlendirdi, özgürleştirdi. Bilinç ve özgürlük insanlığın koruması gereken onur haline geldi.
Mitolojik kahraman, ateşi, insanlar kullansın diye onların ellerine, bilinçlerine teslim etti. Türkiye’nin binlerce kahramanından üç tanesi ateşi aldı, kendilerini “ateş tutuşturucu” yaptı ve ölüme karşı ateşi yaktı. Üç ateş tutuşturucu, üç Prometheus; Deniz Gezmiş-Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’dır.
On yedi Prometheus onları izledi.
Tarihe onların adı Ölüme Ateş Yakanlar olarak geçti.
Ateşten Önce Deniz Gezmiş
Karanlığın bütün ağırlığını almış bir gece Ankara’nın üzerine çöküyordu. Soğuk bir hücreye kapatılmış dağ gibi yüksek bir genç, ölümle nasıl hesaplaşacağını düşünüyordu. 25 yaşındaydı, adı Deniz Gezmiş’ti.
Ölüm, hayatın kapısını zamansız çalmıştı. Hangi ölüm zamanlıydı ki? Her ölüm zamansız gelirdi, doğanın yasasıydı bu! Ne var ki, kapıda beklemekte olan ölüm, doğadan gelen bir ölüm değildi. Celladı burjuvazi olan, burjuva düzenin gönderdiği bir ölümdü.
Ölümden hemen önce insan hayattan başka neyi düşünebilirdi ki? Deniz de hayatını düşünüyordu; yaşadıkları olaylar beyninin süzgecinden yavaş yavaş akıyordu…
Ankara’nın Ayaş ilçesinde doğdu. Babası ilkokul öğretmeniydi. İki erkek kardeşi vardı; Bora ve Hamdi. 1962–1963’te Haydarpaşa Lisesi’ne kaydını yaptırdı. O yıllarda devrimci düşüncelerle tanıştı. 1966’da İstanbul Hukuk Fakültesi’ne girdi. Hayatın akışı onu gençlik eylemlerinin önderi yaptı.
ABD’nin politikasını protesto ettikleri bir eylemde ABD bayrağını yakmıştı. Bundan dolayı değil, Devlet Bakanı Seyfi Öztürk’ü kınadığından dolayı tutuklanmıştı. Daha sonra yeniden 1968’de, 6. Filo’yu protesto eyleminden dolayı gözaltına alınmıştı.
Amerikan 6. Filo’su İstanbul’a geldiğinde İ.T.Ü. öğrenci yurdu toplum polislerinin baskınına uğramıştı. Hukuk Fakültesi öğrencisi olan Vedat’ı öğrenci yurdunun 4. katından aşağı atmıştı polisler. Vedat Demircioğlu komadan çıkamadı, 24 Temmuz 1968’de öldü. Deniz, Vedat için Hukuk Fakültesi’nde yapılan törende konuşmuştu. Ne demişti?
“Vedat devrim için öldü. Ölenler ölür, ölenler güneşe gömülür.”
Kendisi için de ölüm uzakta değildi. Devrim için ölecekti ve güneşe gömülecekti. Ölüme ateş yakacak olan; ölümü değil, son saniyede bile hayatı düşünürdü.
Tutuklanan Üç Ateş Parçası
16 Mart 1971, Deniz’in dışarıdaki eylemlerinin altına yazılmış son tarih oldu. Artık bir daha Türkiye sokaklarında, üniversitelerde eylem yapamayacaktı. Dostlarıyla, yoldaşlarıyla birlikte o gür sesiyle bağıramayacaktı. 16 Mart 1971 özgürlüğe veda günüydü. Gemerek’te yakalanmıştı. Burjuvazi ve onun boyalı medyası ne kadar da sevinmişlerdi Deniz’in yakalandığına! Deniz’in yanında Yusuf Aslan vardı; o da yaralı olarak yakalanmıştı.
Deniz ve can arkadaşı Yusuf Aslan yakalanmasaydı, Sinan Cemgil’le buluşup Nurhak Dağları’na gideceklerdi. Şarkışla’da devletin güvenlik güçleri tarafından çevrildiler. İlk kurşunu Yusuf Aslan yedi, yere yığıldı. Deniz koştu, Yusuf’u kaldırmaya çalıştı. Yusuf kalkamadı ayağa. Göz göze geldiler iki yoldaş. Yusuf onun kaçmasını istedi. Geriye bırakmak zorunda kaldığı yoldaşının acısıyla Deniz ileri fırladı bir ok gibi!
Aklında Yusuf’u taşıyarak koştu koştu Deniz. Bir evin kapısını çaldı. Şengül Fırıncı isimli kadın kapıyı açmadı; kocası olan kıdemli hava başçavuşu İbrahim Fırıncı’yı uyandırdı. İbrahim kapıyı açar açmaz Deniz’in silahıyla karşılaştı. Bu arada Şengül Fırıncı elinden yaralandı. Deniz böyle olsun istememişti.
İbrahim’in arabasına bindiler, Yusuf’u bulmaya çalıştı Deniz. Yusuf’a ulaşamadan yakalandı.
***
Yusuf Aslan’ı yaralı halde buldular ve tutukladılar. Yarasına uzun süre bakmadılar; buzlar üstünde beklettiler. Sonra onu bir bakım odasının yatağına zincirle bağladılar.
1947’de Çekerek ilçesine bağlı Kuşsaray köyünde doğmuştu Yusuf. Çocukluğunu köylerde yaşamıştı. Ankara ODTÜ Fizik bölümü öğrencisiydi. O da Deniz gibi Filistin’e gitmişti. Filistin’den dönüşünde yakalanmıştı; üzerinde Filistin gerilla elbiseleri vardı. İşkenceye almışlardı; fakat üzerindeki elbiseye rağmen bir türlü ona Filistin’de eğitim gördüğünü itiraf ettirememişlerdi. Yusuf böyle bir Prometheus’tu işte.
Türkiye İş Bankası Emek Şubesi’nin soyulmasında görev almıştı. Dört ABD’li askerin kaçırılması eyleminde de!
Şimdi düşmanın eline yaralı biçimde esir düşmüştü. Boyun eğmeyecekti, inandığı görüşleri ölümüne kadar savunacaktı.
***
Üçüncü Prometheus, Hüseyin İnan’dı. 1949’da Kayseri’nin Sarız ilçesinde doğmuştu. ODTÜ öğrencisiydi.
Filistin’de gerilla eğitimi görmüştü ve dönüşte yakalanmıştı. Devletin güvenlik güçleri nasıl ki, Yusuf’un ağzından bir şey alamadılarsa, onu da işkencede konuşturamadılar. Burjuvazide utanma duygusu yoktu; yakaladıkları Hüseyin’e, Vali Ali Rıza Yaradan ajanlık teklif etti. Vali gereken yanıtı aldı Hüseyin’den.
Hüseyin’le, Deniz, Yusuf anlaşmışlardı. Denizler’in Sinan’la buluşup Nurhak Dağları’na gitmelerinden sonra Hüseyin de onlara katılacaktı.
Hüseyin; Deniz ve Yusuf’un yakalandıklarını, Ankara’dan yola çıkmadan önce öğrendi. Denizler’in yakalanışından birkaç gün sonra Pınarbaşı’na gitti. Ne yazık ki, dayısı ve dedesi onun canını kurtarmak amacıyla güvenlik kuvvetlerine haber verdiler. Böylece kendi elleriyle Hüseyin’i ölüme gönderdiler.
Adaletin Adaletsizliği
24 Mart 1971’de yakalanan Hüseyin’in davası, “Deniz Gezmiş Davasına” katıldı. Altındağ Veteriner Okulu’nda 16 Temmuz 1971’de başlayan mahkeme iki ay on gün sonra sonuçlandı.
Mahkeme sürecinde kendilerine baştan kesilmiş idam cezasına şaşırmadılar. Kendilerini yargılayanları aslında onlar yargıladılar. Her üçü de mahkemeye güvenlerinin olmadığını mahkemenin ilk günü belirttiler.
Deniz –Yusuf –Hüseyin kendilerinin idamını isteyen mahkemeyi ortak savunmalarında açıkça aşağıladılar:
“Buna göre iki şey var:
1 - Eğer belli bir hata sonucu, iddianame ve mütalayı hazırladınızsa, dikkatli olunuz; idamını istediğiniz kişiler kasaplık koyun değildir ve siz savcısınız…
2 - Yok eğer yaptığınızın bilincindeyseniz; yolunuz açık olsun.”
Deniz’in, Yusuf’un, Hüseyin’in beklediği sonuç mahkemeden çıktı: İdam.
2 Mayıs 1972’de idam kararlarını senato onayladı. Artık üç Prometheus için ölüm kesindi. Hayat geriye gitmezdi; ölüm her an yaklaşıyordu. Üç savaşçı, üç kahraman, ölüme karşı hayatın sözcüleri olarak ateş yakacaktı. Ateşi öyle iyi yakmaları gerekiyordu ki, onları izleyenler bu ateşi görebilmeliydi.
Ölüm Karanlığındaki Gece
5 Mayıs’ın, 6 Mayıs’a dönüştüğü bu saatlerde Ankara Mamak Askeri Cezaevi hareketliydi; tanklarla, askerlerle etrafı çevrilmişti. Güvenlik görevlileri, yüksek rütbeli subaylar telaşlıydı; sanki kendileri öleceklermişçesine korku içindeydiler.
Saat 00.30’u doldurdu. Denizlerin avukatları Halit Çelenk ve Mükerrem Erdoğan’ın kapıları ayrı ayrı çalındı; güvenlik görevlileri onları yanlarına alarak Ankara Merkez Cezaevi’ne doğru arabalarıyla yola çıktılar.
Mamak Askeri Cezaevi’nde ölümü bekleyen Deniz’in hücresinin önünde askeri görevliler birden ortaya çıktılar. Hücrenin kapısını açtılar, sakin biçimde oturan Deniz’i ayaklarından zincire vurdular ve ellerini arkadan kelepçelediler.
Deniz’i koridora çıkardılar. Ayaklarındaki zincirle yürümeye başladı Deniz. Zincirle kolay yürünmüyordu; bir asker zincirleri yukarı kaldırarak Deniz’e yürümesi için yardım ediyordu. Koğuşların önünden geçerken Deniz Gezmiş geride kalan savaş arkadaşlarına yüksek sesle veda etti. Zırhlı bir arabaya bindirdiler Deniz’i.
Aynı biçimde Yusuf’un ve Hüseyin’in hücrelerine girdiler. Onların da ayaklarını zincirlediler, ellerini arkadan kelepçelediler. Yusuf ve Hüseyin tıpkı Deniz gibi telaşsız, sakindiler. Koğuşların kapılarının açıldığı koridordan geçerken onlar da haykırarak koğuştaki arkadaşlarıyla vedalaştılar. Yusuf ve Hüseyin ayaklarındaki zincirleriyle ayrı ayrı zırhlı arabalara bindirildiler. Üç farklı zırhlı araçtaki Deniz-Yusuf-Hüseyin, Merkez Cezaevi’ne götürülüyorlardı.
Vardılar varacakları yere.
Ölüme giden üç yoldaşı birbirleriyle karşılaştırmamak için özel önem gösteriyordu askeri görevliler. Önce Deniz’i aldılar, başgardiyanın odasına getirdiler.
Sonra Yusuf’u ve Hüseyin’i teker teker aldılar, ayrı odalara koydular.
Ölüme Yakılan İlk Ateş
Deniz, babasına bırakacağı son mektubu yazdırmak istediğini belirtti, izin verdiler. Bir gardiyan yazı makinesinin başına geçti. Deniz söyledi, gardiyan yazdı:
“Baba
Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne kadar üzülmeyin dersem yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum; insanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler, önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektedir. Bu nedenle, ben erken gitmeyi normal karşılıyorum, ve kaldı ki, benden evvel giden arkadaşlarım hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de düşmeyeceğimden şüphen olmasın, oğlun ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir, o bu yola bilerek girdi ve sonunun da bu olduğunu biliyordu, seninle düşüncelerimiz ayrı, ama beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, Türkiye’de yaşayan Kürt ve Türk halklarının da anlayacağına inanıyorum. Cenazem için avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim. Ankara’da 1969’da ölen arkadaşım Taylan Özgür’ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbul’a götürmeye kalkma, annemi teselli etmek sana düşüyor, kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum, kendisine özellikle tembih et, onun bilim adamı olmasını istiyorum, bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir, son anda yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir, seni, annemi, ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşi ile kucaklarım.
Oğlun DENİZ”
Mektup bitti, Deniz’in kelepçesini çözdüler, mektubun altını imzaladı, ellerini tekrar arkadan kelepçelediler.
Yusuf Aslan’ın, Deniz’le görüşme isteğinde diretmesi işe yaradı. Yusuf’u aldılar, Deniz’in bulunduğu odaya götürdüler. Yusuf ayaklarındaki zinciri sürükleyerek Deniz’le göz göze geldi. İki yoldaş, iki kardeş, yılların hasretiyle baktılar birbirine. Sessizce bir şey konuştular; kimse duymadı. İkisi de zincirleriyle ayaktaydı, kolları arkadan kelepçeliydi. Birbirinin yanaklarını öptüler. Gülen bakışlarla vedalaştılar. Yusuf yavaşça geriye döndü, zincirini yine gürültüyle sürükleyerek odadan çıktı.
Betona çarpan zincir seslerinin arasında Hüseyin’i getirdiler Deniz’in yanına. Sessizce konuştular, öpüştüler. Son kez bakıştılar. Zincir şıkırtıları Hüseyin’le birlikte uzaklaştırıldı Deniz’in odasından.
Deniz’i ayağa kaldırdılar, ceplerini boşalttılar. Cebinden 11.50 lira çıktı. Deniz’in babasına verilmek üzere bir kâğıda yazdılar. İnfaz savcısı Sami Uğur, Deniz’in yüzüne karşı idam kararının özetini okudu. Deniz onayladı. İki sivil doktor getirdiler. İnfaz savcısı, “Deniz’in infazına engel bir hastalığının olup olmadığını” sordu onlara. Doktorlar Deniz’e uzaktan bakarak “sağlıklı” raporu verdiler. Deniz güldü.
İnfaz savcısı, Deniz’in zincirlerinin çözülmesini istedi. Bir görevli elindeki anahtarlarla Deniz’in ayak bileklerindeki asma kilitleri açmaya çalıştı; ama açamadı. Başgardiyan masanın çekmecesinden başka anahtar çıkardı, bu sefer de açamadılar. Görevlilerde başladı bir telaş. Deniz ise sakin, onların haline gülümsüyordu. 15 dakika uğraştılar.
Orada bulunan bir albayın sabrı taştı, “prangayı çözmeden yapalım bu işi,” dedi. İnfaz savcısı bunu kabul etmedi. Bir astsubay bulup getirdiler; nihayet onun anahtarları, kilitleri açtı.
Bu arada masanın üzerinde duran bir paketi açtılar; paketten çıkan kolsuz, beyaz gömleği, kolları arkadan kelepçeli Deniz’e giydirdiler.
Deniz postallarını avukatlarına göstererek bir görevliye seslendi:
“Postallarımın bağlarını bile bağlamaya vakit bırakmadan beni apartopar buraya getirdiler.
Postallar bu hali ile sehpada ayağımdan düşecek. Düşmelerini istemiyorum. Onları bağla da
düşmesinler.”
Bir görevli Deniz’in postallarını bağladı. Deniz ayağa kalktı, idam sehpasının bulunduğu avluya doğru yürümeye başladı. Birden durdu, avukatlarına yüzünü döndü:
“Cezaevindeki bütün devrimcilere selam. Onları benim için tek tek öpün,” dedi.
Çevresinde onu merakla bekleyen insan kılığındaki vampirleri acı bir gülümsemeyle süzdü. Yürüdü gitti avludaki idam sehpasının yanına.
İdam sehpasının altında bir masa, masanın üzerinde bir tabure vardı. Kendi gücüyle oraya çıkmaya çalıştı, üzerindeki dar ölüm önlüğü ona engel oldu. Gardiyanlar yardım ettiler, çıktı masanın üzerine. Taburenin üzerine kendisi çıkmaya çalıştı yine. İlmiği başına geçirmeye uğraştı; iki katlı ilmik dardı, geçiremedi. Gardiyanlar ilmiği genişletti. Çift ilmik Deniz’in boğazına geçirildi.
Bir ses –Deniz’in gök gibi gürleyen sesi- karanlık gecenin içinde yankılanmaya başladı:
“Yaşasın Türkiye halkının bağımsızlığı. Yaşasın Marksizm-Leninizmin yüce ideolojisi. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi. Kahrolsun emperyalizm!”
İnfaz savcısı telaşlı biçimde gardiyanlara bağırıyordu:
“Tabureyi çek, çek!”
Deniz ayağının altındaki tabureyi tekmelemek isterken, bir cellat arkadan tabureye vurdu. Tabure yere düştü. Deniz’in ayaklarının uçları masaya çarptı. Deniz’in uzun boyunu hesaba katmamıştı cellatlar. Masayı da çektiler. Saat tam 01.25.
Uzun beyaz gömleği içinde, elleri arkasından kelepçeli Deniz, ipte ağır ağır döndü. Gözkapakları yavaşça kapandı, alt dudağı aşağı sarktı, bedeni kasıldı ve üç kez sarsıldı.
İçten yüreği yanan Deniz’in avukatları bir kahramanın ipte eylem yaptığını düşünerek baktılar ağlamaya hazır gözlerle Denizimize.
İlmikte boğazı sıkışmış Deniz’in göğsüne idam kararının özetini içeren beyaz bir karton astılar. Deniz hâlâ ipin ucunda sallanmakta, ağır ağır kendi etrafında dönmekteydi.
Doktorlar geldiler, Deniz’in nabzına baktılar. Kalp durmamıştı, nabız atıyordu. Beklediler. 15 dakika sonra tekrar nabzı yokladılar; yine nabız durmamıştı. Doktorlar son gelişlerinde nabzı
durmuş buldular. Saat 02.15’di. 50 dakika ipin ucunda kalmış oldu Deniz. Bir bıçakla ipi kestiler, boynundaki ilmikle bir bezin üzerine yatırdılar onu.
Ölüme Yakılan İkinci Ateş
Başgardiyanın odasında Deniz’in oturduğu sandalyede şimdi Yusuf oturuyordu. Avukatlar odaya girdiler. Yusuf onlara gülümsedi. Deniz’in onurlu biçimde öldüğünü hissettiren bir haykırışla, “duydum Deniz’in sesini,” dedi Yusuf.
Yusuf dört gün önce (2 Mayıs 1972’de) babasına ve akrabalarına-köy halkına bir mektup yazmıştı. Yerine ulaşmasını istediği için avukatlarına vermek istiyordu mektupları. İnfaz savcısı izin vermedi, mektuplara el koydu. Yusuf’un akrabalarına-köy halkına yazdığı mektup hiçbir zaman yerine ulaşamadı. Yusuf babasına yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“Sevgili Babacığım…
Bu mektubu aldığın zaman ben ebediyen bu dünyadan göç etmiş olacağım. Ne kadar sarsılacağını tahmin ediyorum. Bir buçuk seneden beri benim yüzümden nasıl üzüntü içinde olduğunuz malum. Bu son olayı da metanetle karşılamanızı sadece dileyebiliyorum.
Babacığım, bu olayda da annemin ve Yücel’in senin tesellilerine ve desteklerine ihtiyaçları çok. Bunun için ne kadar metin olursan, hem senin sağlığın için, hem de onlar için o kadar iyi olur. Elbette ki, yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir oğulun, bir günde öldürülmesi kolay göğüslenecek bir olay değildir. Fakat siz benim ne için, kimlere karşı mücadele verdiğimi biliyorsunuz. Ben bu açıdan rahat ve vicdan huzuru içinde olduğunuzu ve olacağınızı biliyorum.
Babacığım, annemin ve Yücel’in senin desteklerine muhtaç olduklarını yukarda söylemiştim. Onları rahat ettirmek için bütün gücünü kullanacağından zaten eminim. Babacığım burada şunu ilave edeyim ki, Yücel’in hastalığından kendimi sorumlu hissediyorum. Yücel için her şeyinizi ortaya koyacağınız konusunda da kuşkum yok. Ablamlar için söyleyeceğim, fazla üzülmesinler. Olayın sarsıntıları geçtikten sonra normal hayatlarını devam ettirsinler. Mehtap’a ne diyeyim… Benim için her zaman bol bol öpün.
Babacığım cezaevinde kalan arkadaşları arasıra yoklarsan, hallerini hatırlarını sorarsan çok memnun olurum. Her biri oğlun sayılır. Dışarda bizler için uğraşan dostlarımı ve dostlarını hiçbir zaman unutmayacağını biliyorum.
Mektubum burada biterken sizi, annemi, Yücel’i, ablamı, Aziz ağabeyi, Mehtab’ı hasretle kucaklarım babacığım… Sağlıcakla kalın.
HOŞÇAKALIN
T. Yusuf Aslan”
Akrabalarına da şöyle sesleniyordu Yusuf:
”Bütün akrabalara,
Bu mektubumu okuduğunuz zaman, artık aranızda olmayacağım. Mektubumu, senatonun idamlarımızı onayladığını öğrendiğim anda yazıyorum. Şundan emin olmalısınız ki; bu güne kadar davama olan inancım sarsılmamıştır. Sehpaya gidene kadar da en ufak bir sarsılma olmayacaktır.
Ben, halkımın kurtuluşu, Türkiye’nin tam bağımsızlığı için savaştım. Sizler beni tanıyorsunuz. Bir yıldan beri, bu bir avuç sömürücüler, vatan satıcıları, işbirlikçiler; ellerindeki bütün imkânlarla, bizi dışardan yardım gören, beyinleri yıkanmış, vatan haini, dışardan emir alan, bölücü, anarşist diye tanıtmaya ve halkımızdan bizi koparmaya çalıştılar. Bu bir avuç azınlığa göre vatanseverlik; vatan satmak, yabancılarla işbirliği yapmak, NATO’yu, Amerika’yı savunmak, 6’ıncı Filo’yu ağırlamak, milyonlarca köylünün geçimi olan haşhaş ekimini elinden almak, işçinin grev hakkını engellemek. Amerika’ya ve emperyalizme hizmet etmektir.
Biz bunlara karşı çıktık. Bunun için; biz vatan haini, onlar vatansever oldular.
Bizi, bu mücadelemizden dolayı, güya adil mahkemelerinde yargılayan ve yine adil kurumların eli ile asacak olanlar bilmelidirler ki; biz halkımızın kurtuluşu ve Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi uğruna, şerefimizle bir defa öleceğiz. Bizi asanlar şerefsizlikleriyle her gün öleceklerdir.
Son sözüm: Yaşasın işçiler, köylüler! Yaşasın Devrimciler! Yaşasın halkımın kurtuluşu ve bağımsızlığı için savaşanlar! Yaşasın tam demokratik Türkiye’nin kurulmasından yana olanlar!
Kahrolsun emperyalizm! Kahrolsun Sunay, Erim, Tağmaç, faşist koalisyonu.
T. Yusuf Aslan”
***
Yusuf, avukatların verdiği son sigarasını içmeye başladı. Bir ara gözleri tam karşısında oturan Emniyet Birinci Şube Müdürüne takıldı. “Yine işkencelere devam ediyor musunuz? dedi ona. Emniyet müdürü, “Bizde öyle usuller yoktur,” dedi. Yusuf diretti, “Yine elektrik cereyanı ile işkence yapıyor musunuz?”
Yusuf ölüme giderken bile düşmanından hesap soruyordu.
İnfaz savcısı doktorları çağırdı: “Yusuf’un infaza engel hastalığı var mı?” dedi. Yusuf, doktorların yanıtını beklemedi: “Hiçbir şeyim yok. Sanki komada olsam asmayacak mısınız?” dedi düşmanı aşağılayan bir gülümsemeyle.
Yusuf’un ceplerini boşalttılar. Cebinden 17.25 lira çıktı. Emanet hesabına geçirildi.
Masada duran ikinci paket açıldı, içinden çıkan beyaz-kolsuz ölüm gömleği Yusuf’a giydirildi. Yusuf, “Bu gömleği giydirmeden asamaz mısınız?” dedi. İnfaz savcısı olumsuz yanıt verdi.
Ayaklarındaki zincirleri çözdüler. Yusuf ayağa kalktı. İdam edileceği avluya doğru baktı, sonra avukatlarına yüzünü döndü. Onlarla vedalaştı. Gülen bir yüzle idam sehpasının olduğu avluya doğru yürüdü. Önce masaya, sonra tabureye çıktı. İlmiği kendisi boynuna geçirdi. Gecenin karanlığı, Yusuf’un düşmanın yüzüne bakarak söylediği haykıran sesiyle çınladı:
“Ben halkımın bağımsızlığı ve mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika’nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler, kahrolsun faşizm!...”
İnfaz savcısı Yusuf’u bir an önce susturmak için cellada bağırdı yine: “Çek, çek!” dedi. Yusuf tabureyi ayağıyla itmeye çalışırken, cellat önce tabureyi, sonra masayı çekti. Saat 02.25.
Doktorlar nabza baktılar, biraz beklenmesini istediler. Saat 02.50’de ip kesildi. Yusuf’un bedeni yere sarılı beze yatırıldı.
Ölüme Yakılan Üçüncü Ateş
Deniz’in, Yusuf’un oturduğu “ölümü bekleme sandalyesinde” şimdi Hüseyin oturuyordu. Tedirginlik, kaygı, umutsuzluk yoktu Hüseyin’in yüzünde. Ürkütücü bir sakinliği vardı Hüseyin’in.
Avukatlar, “sigara içer misin?” diye sordular. “İçmeyeyim,” dedi Hüseyin. Sonra gülerek avukatlarına dedi ki:
“Babam, yarın ayağımdaki bu lastik ayakkabıları görünce, oğlumun doğru dürüst bir ayakkabısı bile yokmuş diye üzülecek. Ayakkabımı bile giyemeden beni apar-topar buraya getirdiler. Babama söyleyin, ayakkabım yoktur diye üzülmesin. Ayakkabılarım cezaevinde kaldı. Onlara hediyem olsun.”
Hüseyin daha önceden yazdığı mektubu savcıya verdi. Kısa, öz bir nottu bu:
”Babama, Anneme, Kardeşlerime ve yakın arkadaşlarıma,
Söyleyecek fazla söz bulamıyorum.
Bir insanın sonunda karşılaşacağı tabii sonuç bildiğiniz
sebeplerden dolayı erken karşıma çıktı.
Üzüntü ve acınızı tahmin ediyorum.
İleride durumu çok daha yakından anlayacağınız inancındayım.
Metin olunuz.
Üzüntü ve acılarınızı unutmaya çalışınız.
Bütün varlığımla hepinize kucak dolusu selâmlar, sevgiler!..
Yazılacak çok şey var, fakat hem mümkün değil, hem de sırası değil…
Candan selamlar…
Hüseyin İnan”
Doktorlar geldiler, savcı aynı soruları sordu, yine aynı yanıtları aldı. Hüseyin onları dinlemiyordu bile. Savcı idam kararı özetini okudu. Hüseyin yine yanıt vermedi. Güldü sadece. Zincirlerini çözdüler, cebini boşalttılar. 21.95 lira çıktı. Hesaba yazdılar.
Üçüncü paket açıldı. İçinden çıkan beyaz-kolsuz gömlek giydirildi. Avukatlarıyla güler yüzle vedalaştı Hüseyin.
Daha sonra kendine güven duyan insanın rahatlığıyla avluya doğru yürüdü. İdam sehpasının önüne geldi. Masanın üzerine çıktı, durdu. Savcı sabırsızca bağırdı :“Tabureye çık!” dedi.
Hüseyin sakin biçimde savcıya baktı: “Sabırlı ol çıkacağım,” dedi. Tabureye çıkmadan başladı gecenin sessizliğini sesiyle parçalamaya:
“Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden, halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türkiye halkına emanet ediyorum. Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler, kahrolsun faşizm!..”
Savcının şaşkın bakışları arasında tabureye çıktı. İlmiği boynuna geçirdi. Ayağının altındaki tabureyi celladın çekmesine fırsat vermeden kendisi itti. Kendi ölümünü kendisi gerçekleştirdi. Saat 03.00.
İpte sallandı Hüseyin’in bedeni.
İp bir kez döndü.
Göz kapakları indi.
Dudakları sarktı.
Saat 03.25’te ipi kestiler, Hüseyin’i yerdeki bezin üzerine yatırdılar. Ölmemiş gibi yatıyordu!
Üç Prometheus’un Bıraktığı Gelenek
Deniz, Yusuf, Hüseyin –bu üç Prometheus– Türkiye devrimci hareketine ölüme karşı ateş yakma geleneğini bıraktılar. Ölümden korkmamayı, başı dik ölmeyi, halk düşmanlarını sevindirmemeyi öğrettiler. Onurla ölünce, insan ölmüyordu. Onlar kendilerini 12 Eylül vahşeti içinde takip edecek on yedi Prometheus doğurdular.
(Sait Almış ve Mehmet İnanç Turan tarafından yazılan “12 Eylül Karanlığında Ölüme Ateş Yakanlar” adlı kitaptan özetlenmiştir)