“Büyücü” Theodorakis’in ardından!

Mikis Theodorakis

                                                                                         “(...)

                                                                                 Bu dünyada yiyip içtiklerimin,

                                                                                                      gezip tozduklarımın,

                                                                                                     görüp işittiklerimin,

                                                                                                     dokunduklarımın, anladıklarımın

                                                                                                                    hiçbiri, hiçbiri,

                                                                                          beni bahtiyar etmedi türküler kadar...”

                                                                                                                      -Nâzım Hikmet Rân-

 

Nâzım’ın anlattığı bu benzersiz “bahtiyarlığının” kaynağı “türkü”lerin (“Türkü” ile kastetmiş olduğu değişik dil ve kültürlerin müzik formları; ”şarkı”, “stran”...vs.), Yunan ve Girit dillerindeki örneklerinin ve nice müzik parçalarının (enstrumental, senfonik, oyun/bale müzikleri…vs.)  yeryüzündeki ve dahi tarihteki en etkileyici, en muazzam, en ölümsüz isimlerinden birini; Ege’nin ve Akdeniz’in ve Anadolu’nun (“Küçük Asya”’nın) müzikteki Olimpos’u Mikis Theodorakis’i geçtiğimiz günlerde sonsuzluğa uğurladık.                                                            

Onun müziğiyle ilk karşılaşmam bir yanıyla her zaman müzikle iç içe olan hayatımın tam anlamıyla dönüm noktalarından biri olmuştu. 15 yaşında idim, sosyalist düşüncenin basamaklarını henüz tırmanıyordum ve her ne kadar Yunan ve Girit müziklerine aşina olsam da, bu bambaşka bir şeydi. Hiç tanımadığım, sözlerini hiç bilmediğim halde onun şarkıları, onun müziği devrimin müziği idi, bundan emindim. 1992 yılında bir diğer Yunanistanlı müzik devi, Mikis’in yaşıtı Manos Hacıdakis ve Livaneli ile verdiği Efes Antik Tiyatrosu konserinde izlemiştim ilk olarak. Dev gibi cüssesiyle ve ondan da dev olan ruhu ile, kusursuz beden dili ve sımsıcak gülümsemeleriyle, bir kelebek yumuşaklığıyla ve bir kartal keskinliğiyle orkestrayı yönetiyor, zaman zaman şarkılara katılıyordu. Böyle bir müzisyen olmazdı!

Onun sahnedeki bu müthiş performansını, yakın dostu da olan bir başka komünist Yaşar Kemal (yine başka bir komünist Sungur Savran’ın güzel ifadesiyle “Dört Yürekli Dev”!) kendine has şiirsel üslubuyla bakın nasıl anlatıyor:

“(…) Konserin yarısına doğru yanımızdaki arkadaş kulağıma eğildi, eski Yunan destanlarından çıkıp gelmiş bir tanrıya benziyor bu, dedi, böyle bir insan olabilir mi? Eski Yunan mitolojisinde, benim bildiğim kadarıyla bir kartal tanrı yok. Eski Mısır'da horozdan tanrı var da eski Yunan'da kartaldan tanrı yok. Olsaydı eğer, ben Theodorakis'i, sahnedeki duruşu, ötüşü, bütün devinimleriyle bir kartal tanrıya benzetirdim. Theodorakis gibi bir sanatçıyı ben ilk kez gördüm. O, saçının kılının ucundan ayak parmaklarının tırnağına kadar yönetirken de, türkü söylerken de sese, renge, sevgiye, barışa, gökyüzüne, buluta, akan suya, düşen yaprağa, uçup giden gölgeye kesiyordu. Bir insanın bir doğayı sırtında, yüreğinde taşıması, doğa oluvermesi...(…)” (Vurgu bana ait.-Ş.R.-)

Direnişin, başkaldırının, “komünist” coşkunun, mücadele dolu bir hayatın, heybetli bir cüssenin ve heybetli bir ruhun benzersiz müziği

 

                                                            “(…) Bu ağaçlar katlanamaz daha basık bir göğe
                                                                    Bu taşlar katlanamaz yabancı çizmelere
                                                                     Yalnız güneşe boyun eğer bu yüzler
                                                                     Yalnız doğruluğa boyun eğer bu yürekler(…)”

                                                                                                 - Yannis Ritsos- (Romiosini’den)

                                                                                                             Çeviri: Herkül Millas   

Bir insan düşünün ki; henüz çocukluğunda Yunanistan anakarasında ve adalarda 8 ayrı şehirde (Sakız, Siros, Atina, Yanenena  Argostoli, Patras, Tripolis , Pirgos ) adeta “sürgün” gibi bir göçebe hayatı yaşasın, İtalya'nın Yunanistan'a savaş açması üzerine sadece 17 yaşında    direniş örgütüne katılsın. Esir düşsün, bir süre sonra serbest bırakılsın, daha sonra ülkesinin   Naziler tarafından işgal edilmesiyle birlikte yeniden bu kez komünist partizanların saflarına katılsın, tekrar esir düşsün, ölümlerden dönsün. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın hemen ardından başlayan Yunan İç Savaş yılları boyunca da (1946-1952 arası) bir komünist olarak mücadelesine hiç ara vermesin, defalarca hapse girip çıksın, korkunç işkencelerden sonra öldü diye bir kenara atılsın ve büyük bir şans eseri ölmesin ve kurtulsun, devamında İkaria Adası’nda, sonrasındaysa ABD ve İngiltere destekli kraliyet hükümetinin komünistleri sürgüne yolladığı, “kızıl virüs”ten arınmayı sağlamak için tam donanımlı bir işkencehane kurduğu  Makronisos’a sürgüne gönderilsin ( 1949'un başında bu kamp sakinlerinden 5 bini bir boğazda toplayıp kurşun yağmuruna tutulacak, Theodorakis’in de içinde bulunduğu ancak 35 kişi kurtulacak, daha sonra  onların da 13'ü asılacaktı)  ve nihayetinde ülkeden sürgün edilsin.  Sürgünde olduğu Paris’te de, bir yandan burslu olarak müzik eğitimine, öte yandan da siyasi mücadeleye devam etsin.

Ne enerji, ne istikrar, ne direnme gücü, ne inanç ama! Hepsini, güçlü karakteri, coşkulu kişiliğinden olduğu kadar son günlerinde veda mesajında da vurguladığı gibi komünist dünya görüşünden almaktadır. Bütün bu hengâmenin ardından Theodorakis 1961 yılında sürgünden ülkesine dönecek ve siyasi suikast sonucu öldürülen ilerici politikacı Grigoris Lambrakis’in adını verdiği Gençlik Hareketi’nin başına geçecek ve devamında da kısa bir süre sonra Komünist Parti’den Pire milletvekili seçilerek parlamentoya girecektir. 

1964 yılında ise ona evrensel anlamda şöhreti getirecek olan Anthony Quinn’in efsanevi oyunculuğuyla da taçlanan, Giritli yazar Nikos Kazancakis’in romanından uyarlama “Zorba” filmine yaptığı müzikle deyim yerindeyse dünyayı sarsar. Artık Zorba, müziği, Sirtaki dansı ve Theodorakis neredeyse bütün dünya çapında Yunanistan’ın simgesidir. İktidar ve Yunan burjuvazisi için büyük tehlike olan Theodorakis’in müzikleri Karamanlis hükümeti tarafından yasaklanır. 1967’de ise bu kez askeri darbe ile iktidarı alan Albaylar Cuntası ordu kararnamesiyle Theodorakis'in müziklerinin çalınmasını ve dinlenmesini yasaklar. Bunun üzerine Theodorakis illegal faaliyete yönelir, “Yurtsever Cephe” çatısında cunta rejimine karşı mücadelesini sürdürür.

1969’a geldiğimizde ise ünlü yönetmen Costa Gavras’ın (geçerken okuyucuya Gavras’ın 1982 yılında Yılmaz Güney’in efsanevi filmi “Yol” ile birlikte Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye alan “Kayıp” filminin de yönetmeni olduğunu hatırlatalım) Lambrakis’in öldürülmesini konu alan ve Yunan “derin devlet” ilişkilerini anlatan, bir başka efsane oyuncu Yves Montand’ın oynadığı bol ödüllü filmi “Z” nin müzikleri yine dünya çapında ses getirecektir.   Bu süreçte Theodorakis yakalanır ve önce cezaevine atılır, ardından ise Oropo toplama kampına götürülür. Sürgünden kurtulması için ünlü Sovyet besteci Dimitri Şostakoviç, ABD’li yazar Arthur Miller, ABD’li orkestra şefi Bernstein, İngiliz aktör Laurence Olivier, İtalyan aktör ve şarkıcı Yves Montand ve Karayipli müzisyen Harry Belafonte gibi isimlerin uluslararası dayanışma komitesi kurarak başlattığı kampanya sonucu toplama kampından Paris’e sürgüne gönderilir.

Mikis, bu sürgün günlerinde de Albaylar Cuntası'na karşı mücadele etmeye devam ederek dünya çapında çıktığı turnelerde özellikle Maria Faranduri  gibi genç seslerle konserler vererek  ülkesindeki baskı rejimini dünyaya teşhir eder. Ve nihayet 1974 yılında Albaylar Cuntası yıkıldığında ülkesine döner ve tekrar milletvekili seçilerek meclise girer.  

İşte bütün bu mücadele, sürgün ve zaman zaman çok ciddi sağlık sorunları devam ederken muazzam yapıtlarını dizi dizi üretmeye devam etmiştir. Çeşme’nin yerli sakini anneannesinden  dinlediği Bizans ilahilerini, annesinden mübadillerin kederli, özlem kokan  şarkılarını, Giritli babasından Batı Girit’in halk şarkıları olan “rizitika”yı, ilerleyen yıllarda ise sürgünde olduğu  İkarya Adası’nda tanıştığı yine mübadillerin içli müziği  “rebetika”yı da heybesine katarak ürettiği  yapıtlar, önce klasik müzik formunda (senfoniler, oda müzikleri, kantatlar, ilahiler…vs.) başlar,  bir aşamadan sonra ise Bizans müziğinden başlayarak otantik Yunan müzik formlarına ve giderek tamamen kendine özgü ritmlere ve ezgilere yönelir.

Ünlü şair Yannis Ritsos’un şiiri "Epitaphios" (“Mezartaşı”) adlı beste ise Yunanistan'da büyük bir kültür devriminin başlangıcı olarak anılacaktır. “Epitaphios” ile birlikte; bir müzikal form olarak “rebetiko”, bir enstrüman olarak buzuki ve bir oyun/dans formu olarak zeybekiko (Bizdeki “zeybek havası”nın bir biçimde karşılığı olarak “zeybekiko”) kitleler tarafından çok daha fazla benimsenecek ve sahiplenilecektir. Bu “devrim”, adım adım birçok besteciyi de içine alarak bir harekete dönüşecektir. Bu süreçte aynı hatta, kendisi gibi “politik” olmayan ama çok benzer bir çizgide ilerleyen (zaman zaman ise birlikte ortak projeler yürütecekleri) güçlü ve etkileyici besteleri ile Theodorakis ile birlikte anılan Manos Hacıdakis de müzik sahnesindedir.

Mauthausen toplama kampından kurtulan ve modern Yunanistan tiyatrosunun kurucularından biri sayılan Iakovos Kambanellis’in yazdığı şiir üzerine bestelemiş olduğu Yahudi Soykırımı “Holokost hakkında yazılan en güzel müzik eserlerinden biri olarak nitelendirilen "Mauthausen Balladı (Üçleme)”ndan, Venezuela sosyalist hareketine yaptığı şarkılara, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne yaptığı “milli marş” a kadar son derece etkileyici eserlere imza atar. Şilili büyük ozan Pablo Neruda’nın 15 bölüm ve 231 şiirden oluşan ve Latin Amerika'nın sömürgeciliğe karşı direniş ve başkaldırısını anlattığı muhteşem eseri “Canto General”’in   (“Evrensel Şarkı”)  bazı bölümlerini besteler ve bu eserle  Latin Amerika halkları arasında da  haklı ve halen de devam eden bir üne kavuşur.

Theodorakis boydan boya bütün yaşadıklarını müzik diliyle yazmıştır: direnişini, partizanlığını, komünist kimliğini, işkenceyi, sürgünü, göçü, yoldaşlarının kaybını, ölümü, ama aynı zamanda umudu, aşkı, kardeşliği, dostluğu, yoldaşlığı, ülkesinin ve başka ülkelerin toprağını, doğasını, Türkiye-Yunan halkları da dahil bütün halkların eşit kardeşliğini, dayanışmayı, özgürlüğü, devrimi, sosyalizmi, gelecek güzel günlerin müziğini.

Bu durumu kendisi de şöyle iade etmiştir: “Eğer yaşadıklarımı tecrübe etmeseydim, bu müziği yazmazdım. Benim için müzik hiçbir zaman kendi içinde bir son olmadı, yaşadığım bir şeydi.” Theodorakis’in müziği daha önce benzeri görülmemiş bir ahengin müziğidir. Hüzün, neşe, trajedi, dram, isyan, umut, sınıf mücadelesi, devrim, gözyaşı, yoksulluk, göç, sürgün, ağıt, yakarma, çığlık, haykırış, zafer, sessiz derin göllerden dağbaşlarının zirvelerine ulaşan sonsuz enerji, …Bütün bu duyguları Bizans, Grek, Girit ve bütün Ege ve Akdeniz’in müzik formlarından evrensel müzik formlarına uzanan müthiş bir armoni tuvalinde, ulusal çalgılarla evrensel enstrümanların müthiş uyumu ile kitlelere sevdiren muazzam bir coşku, sürekli “Gülümseyen Çocuk”!!!

Onun bu muhteşem müziğinin bileşimini ve gücünü ifade etmek için yine “Dört Yürekli Dev” Yaşar Kemal’e kulak verelim:

Onun müziği insanlığın sesiydi. Onun müziğinin temelinde halklar vardı. O müziğini Yunan halkıyla, Anadolu halkıyla, bütün Akdeniz'in halklarıyla birlikte yaratmıştı. O, müziğini Bizansla, Itriyle, Aşık Veyselle, sazı, buzikiyle yoğurduğu gibi İspanyol, Mısır, Mezopotamya müziğiyle de beslemiştir. Theodorakis Akdenizdir, Akdenizin sesidir.”

O yalnız müziğin ustası değil, o kardeşliğin, barışın, sevginin, halktan halka, kişiden kişiye dostluk taşımanın, insan güzelliğinin, arkadaşlıkların ustasıdır. Kötülüklere, zulme, işkencelere, savaşa, nükleere, ırkçılığa, sömürüye, o ki insana yakışmayan her neyse, bütün bunlara karşı koymanın ustasıdır...."   (Vurgular bana ait-ŞR.)

Hayatının her döneminde “Türk Dostu” ve Halkların Kardeşliği ve Barış Savunucusu!

Theodorakis, elbette esas olarak hayatına damgasını vuran komünist ideolojinin gereği tüm dünya halklarının eşit kardeşliğini savundu.  En başta da (annesinin ve köklerinin Çeşmeli oluşunu her fırsatta dile getirerek) “Türk-Yunan” dostluğunu. (Biz buna kadim dostu olan, hayatının bir döneminde devrimci olmuş -ve bu sayede Theodorakis ile ilişki kurmuş- ama sonraki ömrü boyunca CHP’li elitist bir “Beyaz Türk” olarak kalmış ve halen de bu kimlikle yaşayan Zülfü Livaneli’yi kızdırma pahasına “Türkiye-Yunanistan” dostluğu diyelim!) Bu amaçla henüz 1986 yılında, Livaneli, Aziz Nesin ve Yaşar Kemal gibi sanatçılarla “Türk-Yunan Dostluk Derneği”’ni kurmuş ve bu doğrultuda, Türkiye’de, Yunanistan’da, Ege adalarında, Avrupa ve Kuzey Amerika’da sayısız konserler vermiş, bir dizi eylem ve etkinliklere katılmıştır. Hatta pek bilinmez ama; 1999 Marmara Depremi’nden sonra özel olarak deprem mağdurlarına yardım için hem Türkiye’de, hem de Yunanistan ve adalarda yine Livaneli ile birlikte bir seri konser vermiştir. Yine aynı kitapta (“Yapayalnız Kalacaksın Gecenin Ortasında”) bu dostluğa/kardeşliğe ilişkin bakışını ve özlemini şöyle anlatır:

“Bizim sıcak, tatlı güneşimiz, tüm Ege’yi ve Türkiye’nin kıyılarını, Boğaz’ı, Girit’i ısıtır, aydınlatır. Ve bu güneş, yüzyıllar boyu, dünyaya aynı gözle bakan, iki benzer yürek yaratmıştır. Aramızdaki buzlar eridiğinde, çocuklarımızla torunlarımız, Türk çocuklarıyla Elen çocukları el ele vererek Ege ve Küçük Asya kıyılarında sevgiyle, barışla sürdürecekler yaşamlarını. Ancak o zaman tamamlanmış olacak çalışmalarımız. Ve o zaman ruhlarımız, erinçle, Samanyolundaki yolculuklarına mutlu olarak çıkabilecekler.” (Vurgular bana ait. -Ş.R.-)

Theodorakis yaşamı boyunca bu kardeşliği “Türk sempatizanı” yaftasıyla maruz kaldığı dışlanmadan, gözaltılara, işkencelere varan bir dizi bedelle ödemiştir. “Annem Urlalı ve Türkçe konuşan bir Rum ve ben kendimi Yunan hissettiğim kadar Türk de hissediyorum.” 

Başta söylediğimiz gibi; Theodorakis sadece Türkiye ve Yunanistan (ve Adalar) halklarının değil, dünyanın bütün halklarının kardeşliği ve barışı için mücadele etti, şarkılar yaptı, konferanslarda konuştu, mitinglerde boy gösterdi, cop yedi, gaz yuttu, eylemlere katıldı. O yüzden Filistin’den Latin Amerika’ya, Portekiz’den Kürdistan’a kadar Theodorakis dostları mevcut ve hep mevcut olacak!

 

İnişleri ve çıkışları ile son nefesinde komünist!

Sonuç olarak; Theodorakis siyasi vasiyetini, 2020 yılında bir mektupla Yunanistan Komünist Partisi Genel Sekreteri Dimitris Kuçubas’a şöyle bildirmiştir:

“Yoldaş Dimitri,

Şu anda, hayatımın sonunda, hesap vaktinde, ufak detaylar hafızamdan siliniyor ve geriye ‘kallavi meseleler’ kalıyor. Böylece görüyorum ki hayatımın en kuvvetli ve olgun yıllarını KKE bayrağı altında geçirmişim. Bu nedenle bu dünyadan komünist olarak göçmek istiyorum.

Sevgiler…”

Bizim için esas olan, kayda değer ve saygıdeğer olan (Yunanistan Komünist Partisi’nin birçok temel sorunda Stalinizmin doğası gereği bulunduğu oportünist ve ikircikli duruş ve  Theodorakis’in onlarla geçmişteki gerilimli ilişkisi bir tarafa) son cümlesidir! “Komünist olarak göçme” arzusu ve iradesi!

Benzer şekilde; Atina'nın günlük gazetesi ''Ta Nea''da yayınlanmış bir açık mektubunu da şöyle bitiriyordu:

“(...) Çünkü benim için olduğu kadar binlerce kişi için de, kızıl bayrak altındaki mücadelemiz, halkımızı özgür, bağımsız ve mutlu etmek için tek amacımız olan hayatlarımızın en kutsal dönemidir."

Başa dönersek; Nâzım’ın tatlı söyleyişiyle: Theodorakis’in kendisi zaman zaman bizi “ihmal edilebilir” düzeyde “aldatmış” olsa da  o muazzam “türküleri” hiç ama hiç aldatmadı, yanıltmadı ! Ve hiç yanıltmayacak! Hep “bahtiyar etti ve sonsuza dek “bahtiyar etmeye” devam edecek.

Onun müziği son anlarında ifade etmiş olduğu gibi “komünist” dünya görüşü gereği sınıfsız, savaşsız, sömürüsüz bir yeryüzü kurulana kadar yine bir volkan gibi patlayacak! O “yeryüzü cenneti” kurulduğunda da; “başkaldırı”nın marşları olarak değil; ama Nâzım’ın ölümsüz ifadesiyle; “yârin yanağından gayri her yerde, her şeyde hep beraber” demenin tatlı ezgileri olarak, ama her koşulda “devrim”in meltemi olarak!

Kürtlerin, Türklerin, Anadolulu ve Mezopotamyalıların Yaşar Kemal’i Ağrı’dır, Ermenilerin Gomidas’ı Ararat,  Yunanistan’ın, Girit’in  ve  ve Adaların Theodorakis’i ise  Olimpos!

Gelin Olimpos’a, yine “Ağrı”nın, “Dört Yürekli Dev”’in sözleri  ile veda edelim:

“Eski Yunan filozoflarından Anadolulu bir hemşerimiz  ‘Bir ülkenin türkülerini yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür,’ demiş. İstanbul'da Theodorakis'in türküsünün gücünü gördük. Hepimizi büyülemedi mi? Bence o bir büyücü değildi. Sanırım, o her şeyin ustasıydı da büyünün ustası değildi. Büyücülükle de hiç uğraşmamıştı. Ama müziği hepimizi büyüledi. Yıllardır bütün dünyayı büyülüyor. Daha büyüleyecek. Demek ki, ustamız çağın büyük bir büyücüsü de.”

Kazancakis’in Zorba’sı, Theodorakis’in muhteşem müzikleri eşliğinde filmin final sahnelerinin birinde şöyle diyordu: "Hayatımda yaptım, yaptım ve yine de az yaptım, benim gibi adamların bin yıl yaşaması gerekirdi."

Keşke daha fazla “yapsaydın” ey “büyücü”!

Keşke bin yıl yaşasaydın “dev kartal”!

Yakılsın ağıtların, oynansın sirtakin, çalsın senfonilerin, şarkıların, çınlasın marşların dünya durdukça!