Yeni ÖDP’nin turnusol kâğıdı: AB ile müzakere mi, mücadele mi? (Sungur Savran - 24-07-2009)

Bu ÖDP'nin ilk bölünmesi değil. 1996'ta birleşik bir parti olarak kurulan ÖDP, bu niteliğini daha 2001 yılında yitirmişti. O yıl, partinin hem sol kanadını oluşturan (daha sonra SDP'yi kuracak olan ekiplerle birlikte bizim de içinde bulunduğumuz) Sosyalist Eylem Platformu (SEP), hem de ortayolcu kanadını oluşturan Ekmek ve Gül partiden koptu. Partinin bu kopuşlardan önce son topladığı 1999 2. Konferansında SEP oyların yaklaşık dörtte birini, Ekmek ve Gül ise % 15'e yakın bir bölümünü almış olduğuna göre, ÖDP'nin daha 2001'de aktif unsurlarının % 40'ını ve bağrında yer almış olan en azından yedi-sekiz siyasi akımı yitirdiği söylenebilir. Geriye bugünkü bölünmenin iki ana tarafı olan ama o zaman Özgürlükçü Sol olarak tek bir platformda yer alan akımın ezici hakimiyetinde bir parti kalmıştı. ÖDP birleşik parti karakterini daha o dönemde yitirmişti.

İşçi Mücadelesi dergisi, 2002 Ocak ayında yayınlanan ilk sayısında ÖDP'den kopuşa ilişkin yazısının başlığını (partinin ilk kuruluşunda bir imaj oluşturmak amacıyla benimsediği "Aşkın ve devrimin partisi" sloganına nazire ile) "Nefretin ve Kopenhag kriterlerinin partisi" olarak koymuştu. Tesadüf bu ya, ÖDP'nin önde gelen isimlerinden Hakan Tahmaz da bugün bölünmeden ve kongre sürecinden sonra yazdığı bir yazıda gidenlerin ÖDP'ye karşı ifade ettiği "büyük bir kin ve nefret duygusu"ndan söz ediyor! Bu satırların yazarı, ÖDP içinde geçirdiği beş yıl içinde o nefretten mebzul miktarda pay almış biri olarak, bugün yaşanan bölünmenin de aynı türden saldırganlıklara, aşağılamalara, laf cambazlıklarına ve duygusal yıpratmaya bulaşmış olması karşısında en ufak bir şaşkınlığa düşmüyor. ÖDP'deki uzun ve sancılı bölünme süreci BirGün gazetesinde bir dizi başka yazıya da yansıdı. Ayrılanlarla selamlaşamamaktan korkanlar çok! Kalanlar, kendilerine yöneltilen bu nefrete karşı tavır alırken, bundan sekiz yıl önce kendilerinin de dahil olduğu bir koronun aynı nefreti SEP mensuplarına yönelttiğini hatırlarlarsa, örneğin parti çoğunluğu parti içindeki platform haklarını kabaca çiğneyerek SEP'i tasfiye etmeye giriştiğinde biz İstanbul ilde parti hukukuna uygun bir biçimde platform toplantısı yapmaya kalkıştığımızda bu toplantıya bindirme ekipler getirmenin ötesinde gençlerin önünde bizlere neredeyse hakaret ettiklerini hatırlarlarsa, gelecekte parti içi ilişkilerde daha iyi davranmanın fırsatını belki bulabilirler.

Bugün yaşanan bölünme sonrasında birleşik bir parti sıfatıyla ÖDP ikinci defa ölmüştür. Geride kalan partiye başarılar dileriz. Onlarla, geçmişte birçok bağlamda olduğu gibi ileride tekrar birçok alanda işbirliği yaparak kitle mücadelesini ileriye taşımaya çalışacağız. Ama bu, şu gerçeğin altını çizmemize engel olmamalı. Bugünkü ÖDP geçmişte Devrimci Yol saflarında mücadele etmiş kadroların ve onun daha genç sempatizanlarının hakimiyetinde bir parti haline gelmiştir. Oysa ÖDP, Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde çok özgül bir amaçla birleşik bir parti olarak kurulmuş bir örgütün adıdır. Bizim naçizane yapabileceğimiz tavsiye, bugünkü ÖDP'lilerin partinin eski adından vazgeçmesidir.

Daha baştan söyleyelim: Ufuk Uras ve Özgürlükçü Sosyalizm eğilimi, bugün attıkları adımla sosyalizm alanını nihayet açık biçimde terk ediyorlar. Bizim onlarla aramızda bir uçurum var. Şu ya da bu türden bir sosyalist parti inşası yerine sosyal demokratlarla birlik yolunda yürüyenler sosyalizmin en burjuva versiyonundan bile geri düşmüşlerdir. Bu yazıda eleştiri oklarımızı geride kalanlara, yani yeni ÖDP'ye yöneltiyorsak, bu, onların, üstelik yükselen bir tonda anti-kapitalizm ve anti-emperyalizmden söz etmelerinden dolayıdır. Geniş sol kamuoyu, ayrılanları "sol liberal", kalanları ise fazlasıyla "ulusalcı" olarak görüyor. Biz ise bu yazıda kalanların da "sol liberalizm"den nasibini yüklü biçimde almış olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.

Kimdi giden, kimdi kalan?

Dostumuz, BirGün yöneticisi Selami İnce, ÖDP Konferans ve Kongresi'nden yazdığı çok özenli izlenim yazılarının ilkine "ÖDP'de şarkı sözleri değişirken..." başlığını atmıştı. Yazısını Murathan Mungan'ın Yeni Türkü için yazdığı değişik şarkı sözleri etrafında örüyor, buradan hareketle ÖDP'nin eskiden "kapitalizmle müzakere" türü bir çizgi izlerken şimdi devrime ve sosyalizme çok daha fazla vurgu yaptığını belirtiyordu. Biz de yine Murathan Mungan'ın Yeni Türkü için yazdığı bir başka şarkının sözleriyle soralım: "Kimdi giden, kimdi kalan?"

ÖDP yöneticileri, İnce'nin de belirttiği gibi, bugün bol bol anti-kapitalizmden ve anti-emperyalizmden bahsediyorlar. Gidenleri ağız dolusu "liberal solcu" olmakla suçluyorlar. Güzel. Geç olsun da güç olmasın! Ama dün bu kadronun bir bölümü ÖDP içindeki sol liberalizmin asli sözcüleri olarak davranıyordu, hemen hemen tamamı da sol liberalizmin hakimiyeti altındaydı. Bunun bütün delilleri ancak uzun bir yazıda ortaya konulabilir. Ama burada sadece sembolik bazı karşıtlıklardan, tarihin ironilerinden söz edelim.

Geçmişte mensubu olduğumuz ve mirası bugün İşçi Mücadelesi ve DİP Girişimi tarafından sahiplenilmiş olan 90'lı yılların Patronsuz Generalsiz Bürokratsız Sosyalizm (PGBS) akımı, ÖDP'nin Birinci Konferansı'na, başka bazı Marksistlerle birlikte, Sosyalist Emek İnisiyatifi (SEİ) adı altında bir platformda örgütlü olarak katıldı. O konferansa sunduğumuz bir dizi önerge arasında özelleştirmeye karşı bazı önergeler de vardı. Bu önergelerden sağlık ve eğitim alanlarındaki bütün özel kurumların kamulaştırılmasını içereni konferans çoğunluğu tarafından kabul edilince, bugün partide kalanlar da dahil olmak üzere çoğunluk yöneticilerince, "anlaşılamadığı" gerekçesiyle tekrar tekrar oylattırıldı ve dördüncü oylamada nihayet reddedildi! Bu davranışın "yeni" ve "demokratik" bir geleneği temsil ettiğini her fırsatta tekrarlayan çoğunluk açısından demokrasinin nasıl ayaklar altına alınması olduğu gerçeğini bir kenara bırakalım. Ama özel üniversitelere, liselere ve hastanelere siper olan bir çoğunluğun sol liberalliğinden kuşku olur mu? O konferansta, bugün partinin en önemli tarihi önderlerinden olan bir çoğunluk üyesi yanımıza gelerek büyük bir öfkeyle Keynesçiliğin gününün çoktan dolmuş olduğunu haykırıyordu! Elbette bizim perspektifimizin bir burjuva düşünürü olan Keynes'le değil Marksizmle ilişkisi olduğunu eklemeye gerek yok.

Bugün ÖDP'nin internet sitesine girdiğinizde partinin Türkiye'nin İMF'ye olan borcunun ödenmesine radikal bir dille karşı çıktığını okuyabilirsiniz. Ama 1997-98'de, tam da Asya ve Rusya krizleri yaşanırken, parti merkezine bağlı olarak kurulmuş olan ve partinin ekonomi politikalarını belirleme yönünde çalışma yapmakla görevli komisyonda, bugün partinin kamuoyu önündeki en önemli isimlerinden birinin de aralarında olduğu çoğunluk sözcüleri, bizim partinin dış borcun reddedilmesini propaganda etmesi konusundaki önerimizi ateşli biçimde reddediyordu.

Bütün bunların ardında 1990'lı yıllarla 2000'li yıllar arasındaki çok önemli bir fark yatıyor. 1990'lı yılların özellikle ikinci yarısı dünya ve Türkiye solunun Sovyetler Birliği'nin çöküşünün yarattığı moralsizliğin etkisi altında sol liberalizmin hegemonyasına girdiği yıllardı. Bazı önemli istisnalar dışında dünya çapında sınıf mücadelelerinin de düşük seyrediyor olması bu moralsizliği besliyordu. İşte o dönemde, Birinci Konferans'ta azınlık eğilimlerinin eleştirilerine cevap vermek üzere çoğunluk adına sözcü olarak kürsüye yollanan (ve bir demokrasi harikası olarak sınırsız süreyle konuşmasına izin verilen) şahsiyet, bazı yayınlara verdiği demeçlerde "yoksulluk edebiyatı"nın gününün geçtiğini bile söyleyebiliyordu. 1990'lı yıllar böyle sefil yıllardı!

2000'li yıllarda rüzgâr başka yönden esmeye başladı. 1999 Seattle, 2001 Arjantin, 2002 Venezüella, 2003 ve 2005 Bolivya-devrimci faaliyet hatta devrim kıpırdanmaya başlamıştı. 11 Eylül'den sonra Bush ABD'sinin politikası bütün dünyada anti-emperyalizmi körüklüyordu. İşte 90'lı yılların sefaletine zorunlu bir son getiren, en liberal solcuları bile kıpırdatan bu oldu.

Bugün parti başkanı Alper Taş, kabul konuşmasında (eminiz tümüyle samimi bir biçimde) şöyle demiş: "Yetimlerin hakkını yiyerek zenginleşenlerden, yetimlerin hesabını soracağız. Kendisi bu dünyanın nimetlerinden yararlanırken, yoksullara öbür dünyayı gösterenlere ‘yok öyle yağma' diyeceğiz." Nasıl yoğun bir yoksulluk edebiyatı! Ama ÖDP'nin bugünkü başkanı, 1997'de 1. Konferans'ta o, "yoksulluk edebiyatının günü doldu" diyen şahsiyetin arkasında bize karşı mücadele ediyordu!

ÖDP'nin 6. Konferansı'nda başlangıçta saygı duruşu esnasında işçi sınıfının ve sosyalizmin uluslararası marşı Enternasyonal çalınmış. Ne ironi! Bu satırların yazarı ÖDP'nin kuruluşunda (üyelerinin çoğunluğu atama yoluyla belirlenen) İstanbul İl Yönetim Kurulu'na seçimle getirilmişti. 1997'deki 1. İl Konferansı öncesinde, SEİ'nin benimsediği bir yaklaşımı İl Yönetimi'nde dile getirerek, konferansın Enternasyonal marşı ile açılmasını önerdi. Buna karşı yapılan öneri, konferansın Beethoven'in 9. Senfonisinin ünlü son bölümü ile açılması oldu. Bazı okurlar bu tuhaf önerinin anlamını çıkaramayabilir onun için ekleyelim: bir müzik parçası olarak kalsik müziğin doruklarından olan bu parçe, siyasi bakımdan Avrupa Birliği'nin marşı haline gelmiştir! Bu öneri püskürtüldü, ama Enternasyonal marşı önerisi de bugün birbirinden "nefret"le ayrılanların ortak çabalarıyla reddedildi. Bugün çalınıyormuş. Geç olsun da güç olmasın!

"Başkan tuvalete giderken de size mi soracak?"

ÖDP konferans ve kongresinden sonra BirGün'de etkisi bakımından ironik bir yazı yayınlandı. Yazar Mutlu Arslan, ayrılanları eleştirmek niyetiyle "bugün, ‘ÖDP'yi aşma' iddiasında olan kesimlerin dönüp dolaşıp kendilerini ÖDP'nin tarihsel birikimi içinde" bulduklarından söz ediyor ve ekliyor: "Ayrılan arkadaşlarımızın hareketlerinin ismi de, internet sitesi de, kullandıkları kavramlar da, hatta ‘tarihsel buluşmaya çağrıları' da ÖDP müktesebatının bir adım ötesine geçebilmiş değildir." Yazar ayrılanları eleştiriyor, ama aslında bu satırlar bir bumerang gibi geride kalanların kendisini vuruyor.

Mutlu Arslan'ın ÖDP müktesebatı olarak saydıkları arasında en önemlisi sonuncusudur: "Tarihsel buluşmaya çağrı". Doğrudur. SEİ, SEP, Ekmek ve Gül değil ama ÖDP çoğunluğu, bugün ayrılanlar kadar kalanlar da, geçmişte sosyal demokrasi ile birleşmeyi defalarca ve sistematik olarak partinin gündemine getirmişlerdir.

1998. Bu satırların yazarı, 1997 1. Konferans ve Kongre'den sonra Parti Meclisi üyeliğine ve oradan da Merkez Yürütme Kurulu'na seçilmişti. 1998 yılında parti başkanı Ufuk Uras'ın CHP dışında kalan bir takım Avrupa Birliği yanlısı sosyal demokratlarla düzenli görüşmeler yaptığı duyumunu alınca, partinin (bugün Ufuk Uras ile birlikte ayrılanlar arasında yer alan) başkan yardımcılarından biriyle bu konuda yapılan bir görüşmede bu haberin doğru olup olmadığını öğrenmeye çalıştık. (Bu yazıda, referans yaptığımız yazarlar dışında, şahıs isimleri konuşmuyoruz. Ama birazdan açıklayacağımız güzel ifadeyi kullanan bu şahsiyeti "Tüzüklerin Efendisi" olarak anabiliriz.) Parti Başkan Yardımcısı, Ufuk Uras'ın, evet, sosyal demokratlarla bir dizi görüşme yapmakta olduğunu söyledi. Biz bu kadar önemli bir politik adımın nasıl olup da Konferans ve Kongre tarafından partiyi yönetmek üzere seçilmiş olan Parti Meclisi'nden ya da hiç olmazsa yürütmeden habersiz atılabildiğini sorduğumuz zaman da "başkan tuvalete giderken de size mi soracak?" cevabını "yapıştırdı"! Demek sosyal demokrasi ile flört tuvalet edebiyatına sığıyordu! Şimdi soruyoruz: bugün partide kalan eski kadrolar da başkanın tuvalete gittiğinden habersiz mi idi? (Yukarıda anlatılan yaşanmış olayın doğruluğu, o gün bu görüşmede birlikte olduğumuz, bugün SDP saflarında mücadele etmekte olan Günay Kubilay'dan tahkik edilebilir.)

2001. Parti içinde bir yanda çoğunluk "Özgürlükçü Sol", öte yanda SEP ve Ekmek ve Gül arasında gerginlik had safhasına çıkmış. Tam bu sırada, çoğunluk Parti Meclisi'nden bazı üyelerin (yani SEP'in önde gelen mensuplarının) "kaydının silinmesi" kararını çıkartıyor. "Yeni, yine, yeniden" Stalinizm! Ama bizi burada ilgilendiren bunun ardında ne yattığı. Ufuk Uras, kurulacak yeni bir "sol" partinin görüşmelerine resmen katılmaktadır. Erdal İnönü'nün onursal katılımı ile AB yanlısı sosyal demokratların bu girişimi bütün heyecanıyla sürmektedir. Oysa SEP ve Ekmek ve Gül bu tür bir birliğe karşıdır. O zaman yolları ayırmak gerekir! (Bu birleşme çabası, ÖDP vazgeçtiği için değil, Erdal İnönü çekildiği ve proje çöktüğü için gerçekleşemedi.)

Şimdi anlaşılıyor mu, Mutlu Arslan'ın "tarihsel buluşmaya çağrı"nın dahi ÖDP'nin müktesebatı olduğuna dair iddiasının anlamı? Bu satırların yazarı, Devrimci Marksizm dergisinin ikinci sayısında sol liberalizmi bir burjuva sosyalizmi olarak nitelerken bu akımın örgütlenme projesinin sosyal demokratlarla buluşma olduğunu yazmıştı. Bu birkaç yıl önceydi. O zamanlar Ufuk Uras bunu bütünüyle yalanlıyordu. Yukarıda anlatılan somut olgulara rağmen.

Şimdi Alper Taş, ÖDP kongresinde  "bu memleketin sosyal demokrat bir partiye ihtiyacı olabilir ancak bu sosyalistlerin işi değildir" diyebiliyor. Dün sosyalistlerin işi miydi?

Demokratik devrim tamamlandı, şimdi sosyalist devrim mi?

Geçmiş hataları kabul etmek, onları koşullar değişince tekrar yapmamanın koşuludur. Yeni ve daha homojen ÖDP'nin kadroları, bu yazı boyunca yazılanların arka planında yer alan geçmiş kaymayı özeleştirel biçimde bilince çıkartmadıkça gelecekte bu hataları tekrarlamama konusunda ciddi bir güvenceye sahip olamayacaktır.

Yine de bugün ÖDP'nin geçmişteki hatalarının tam karşısında yer alması, tarihin bir ironisi olsa da hayırlıdır. Arkadaşlarımıza ancak "bu yolda devam" diyebiliriz. Ama hemen belirtelim ki, ÖDP'nin sol liberalizmden kopması için daha çok yol kat etmesi gerekir.

İşin bir yanı, kopuşun iki ayrı temelde gerçekleşmiş olmasının getirdiği komplikasyonlarla ilgilidir. Bölünme bir yönüyle bugüne ve geleceğe ilişkin politik ve örgütsel farklılıklardan doğmuştur.  Siyasi olarak sol liberalizm üzerindeki tartışma, örgütsel olarak da "büyük tarihi bulaşma" yönelişi ile ÖDP'yle devam etme tercihi arasındaki çatışma temeldir. Ama öteki yönüyle bölünme geçmişle ilişkilidir. Devrimci Yol'cu kadroların ve militanların çoğunluğu ÖDP'de kalmış, ötekiler ise ayrılmıştır. İşte bu nedenle sadece geçmişte değil, bugün de sol liberal düşünce kalıplarını derinlemesine içselleştirmiş bir dizi kadro ve aydın ÖDP'nin saflarında yer almaktadır. Üstelik bunlar öyle sıradan üyeler de değildir.

İşin öteki yanı ise, ÖDP'de sol liberalizmden kopmanın çok derine işlemiş bir dizi politikayı ve düşünce tarzını tasfiye etmeyi gerektirmesi dolayısıyla bu kopuşun güçlüğüdür. "Sivil toplum" a sürekli olumlu referanslardan "birlikte yaşam" gibi sınıf politikasına aykırı politik yönelişlere kadar bir dizi ikincil noktayı geçiyoruz. Esas belirleyici unsura geliyoruz.

Yukarıda söz ettiğimiz, sol liberalizmi burjuva sosyalizmi olarak nitelediğimiz Devrimci Marksizm yazısında, bu akımın ayırdedici stratejik yöneliminin AB ile ittifak olduğunu belirtmiştik. Politik alandaki bütün öteki tercihler aslında buradan doğar. Oysa yeni ÖDP de bu konuda açık ve belirgin bir tavır almamıştır ve değişik unsurların yaklaşımı ortak değildir. Bir tek örnekle yetinelim. Bugün partide kalanlar arasında yer alan Melih Pekdemir, Konferans ve Kongre sonrasında yazdığı bir yazıda, güçlü bir retorikle Konferansta partili gençlere ilerlenebilecek üç yol olduğunu ve üçünün adının da devrim olduğunu söylediğini anlatıyordu. Çok güzel! Ama aynı Melih Pekdemir, 2004 yılında AB Türkiye ile müzakerelere başlama kararı aldığında, bunun bir "demokratik devrim" olduğu tespitini yapmış bir yazardır. Sormak gerekiyor. Bu üç devrimden biri AB yolu mudur yoksa "demokratik devrim" tamamlandığına (!) göre artık dönem sosyalist devrim dönemi haline mi gelmiştir? Yoksa Pekdemir geçmişte AB'yle müzakereler için yaptığı "demokratik devrim" tespitinden vaz mı geçmiştir?

ÖDP içinde son dönemde AB'nin dahi eskiden olmadığı biçimde tartışma konusu olduğunun farkındayız. Ama ÖDP tutarlı olarak anti-emperyalist bir çizgi izlemek istiyorsa, tutarlı olarak neoliberalizmle mücadele etmek istiyorsa, "AB'ye ne evet ne hayır" olarak özetlenebilecek bir tavır, ayaklarına dolaşacak bir tavırdır. AB'ye emperyalist bir proje ve odak olarak karşı çıkmayan bir ÖDP, sol liberal bir çizgiden bütünüyle kurtulamaz. Selami İnce'nin yukarıda sözünü ettiğimiz yargısını yeniden hatırlayalım: Ona göre ÖDP eskiden "kapitalizmle müzakere" yaklaşımına yaslanıyordu. Öyleyse bugün sorulacak soru şudur: AB ile müzakere mi, mücadele mi?

AB ile kopuşunu sağlayamayan bir ÖDP, görünürde ne kadar değişirse değişsin, aslında siyasette sol liberalizmin cazibe alanında kalmaya mahkûmdur.

Ufuk Uras'ı destekleyenler neyi desteklemiş oldu?

Sözü 2007 seçimleriyle kapatalım. O seçimde Ufuk Uras'ı (ve benzer gerekçelerle Baskın Oran'ı) destekleyenler bugün sosyalist oyların ve Kürtlerin oylarının bir sosyal demokrat parti kurulmasına hizmet etmesine yol açmışlardır. Ufuk Uras daha seçim döneminde çok daha geniş bir partiyi çeşitli çevrelerle konuşacağını açıklamıştı. Bugün olan biten ayrıca başkanın geçmişte gittiği "tuvaletler"in mantıksal bir sonucudur. Ufuk Uras'ı destekleyenler kendi içlerinde neye destek vermiş olduklarını hesaplamalı ve bu konuda kendi özeleştirilerini vermelidirler.