Sürekli savaşa karşı sürekli devrim! (09-08-2007)
2. Amerika'nın Afganistan'a saldırısı ile başlayan kampanya üç düzeyde ele alınabilir: (1) Amerikan karşıtı bir İslamcılığın Afganistan'daki hakimiyetine ve (bin Ladin'in son derece popüler olduğu kendi memleketi) Suudi Arabistan'da iktidara tırmanmasına karşı mücadele. (Afganistan Savaşı) (2) Petrol ve doğal gazın dünya çapında bir numaralı merkezi olan Ortadoğu ile onun uzantısı olarak yeni yeni emperyalizmin hakimiyetine açılan Kafkasya/Orta Asya bölgesini (KOA diye kısaltacağız), yani bir bütün olarak Avrasya bölgesini, kendi karşısında yer alan rejim ve hareketleri temizleyerek mutlak bir hegemonya altına almak. (Petrol savaşları) (3) Orta Asya üzerinde kurulacak hakimiyeti politik, ekonomik, ideolojik ve askeri bir sıçrama tahtası olarak kullanarak Rusya'yı ve Çin'i nihai biçimde hakimiyetine tabi kılmak. (Avrasya savaşları) Bu üç düzeyi vurgulamanın önemi, hem bu farklı savaşların farklı politik ve askeri stratejileri gerekli kılmasında, hem de ABD'nin ittifaklarının her bir düzeyde farklı olacak olmasında yatar. Birinci düzeyde, savaş İslamcılık içinde belirli bir akıma yönelmişken, ikinci düzeyde İslamcı akımların ve ülkelerin (örneğin Hizbullah ya da İran) yanısıra milliyetçi (örneğin Saddam) ve ulusal devrimci (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) hareket ve yönetimlere de yönelecektir. Ayrıca, bu ikinci aşamada, "kampanya" zaman zaman ülkeleri değil, sadece örgütleri hedef alacağı için, devletler arası savaştan ziyade örgüte karşı taarruz, iç savaş, suikast, tutuklama furyası vb. biçimler alabilecektir. Üçüncü düzeyde ise İslamcılık içindeki bazı akımlar bir düşman olmaktan bütünüyle çıkacak, esas mücadele ulusal sorunlar (özellikle Türki milliyetçiliği) üzerinden verilecektir. Bu aşamada İslamcılık ABD'nin müttefiki haline dahi gelebilir. Elbette, burada ulusal isyanların yanısıra devletler arası savaş hakim mücadele biçimi konumunu yeniden kazanacaktır. Bu üçüncü aşamada, üç tür savaş biçiminin birbirini izlemesi beklenebilir: Türki halkların Rusya ya da Çin'e karşı "ulusal" savaşları, "vekaleten savaşlar" (örneğin Türkiye-Ermenistan) ve Üçüncü Dünya Savaşı (yani nükleer savaş). Bu değişik düzeylerde ittifaklar da büyük farklılıklar gösterecektir. Afganistan'a karşı ve Suudi rejimini korumak üzere verilen ilk savaşta, ABD kimi hevesli, kimi yarı-gönüllü birçok ülkenin desteğini almış, bir kısmının da tarafsızlaşmasını sağlamıştır. Genel olarak İslam-Arap dünyasında verilecek savaşlarda müttefiklerin sayısı kayda değer biçimde azalacaktır. Üçüncü düzeyde ise somut gelişmeler kimin ABD'nin yanında, kimin karşısında olacağını belirleyecektir. Bütün bunlar, önümüzdeki sürekli savaş dönemine birörnek bir şablon ile yaklaşılamayacağını göstermektedir.
Afganistan savaşı
3. Sürekli savaş döneminin ilk evresini tanımlayan 11 Eylül olayı ve Afganistan Savaşı, birçok bakımdan ABD'nin bir ileri atılım yapmasını sağlamıştır. Amerikan toplumu içinde savaş taraftarlığında Vietnam yenilgisinden beri görülmeyen keskin bir yükselme, AB ülkelerinin, bütün kaygılarına rağmen Amerika'ya vermek zorunda kaldıkları destek, Kosova Savaşı'nda NATO operasyonuna karşı tavır almış olan bir dizi ülkenin tavrını değiştirmesi, özel olarak Rusya'nın izlediği taktik hat aracılığıyla Amerika'ya Orta Asya'ya girme olanağını sağlamış olması, Amerika açısından, Avrasya ve Asya fetih seferine beklenmedik avantajlarla başlama olanağını yaratmıştır. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde ABD ve müttefiklerinin zaman zaman tökezlemesinden hareketle muzaffer bir eda ile "Amerika'nın gücünün olmadığı" şeklinde bir yanılsamaya taviz verilmemelidir. Buna karşılık, ABD bir dizi büyük güçlükle karşı karşıyadır. Amerika hava ve kara savaşıyla sivil halk üzerinde uygulanan terörün Taleban iktidarının altını oymasıyla ve Kuzey İttifakı denen çapulcular birliğinin desteğiyle Taleban'ı devirmiştir ama, bu ülkenin gelecekte bir istikrar cenneti olacağını varsaymak için hiçbir neden yoktur. Aşiretler arası gerilimlerden yeni olası dini hareketlere kadar birçok faktör bu ülkenin gelecekte de sarsıntılara gebe olduğunu düşündürmektedir. Genel olarak İslam dünyasında, resmiyet ile halkın dünyaları birbirlerinden patlayıcı nitelikte çelişkiler içeren bir tarzda kopmuştur. Devletler ABD yanlısı tavır alırken, halk bin Ladin'e bir kahraman olarak bakmaktadır. Bunun sivri uçları bin Ladin'in esas vatanı olan Suudi Arabistan'da ve yıllardır Taleban ile içice gelişen Pakistan'da belirmektedir. Birincisinde İran devrimi türünden bir altüst oluş, ikincisinde ise uzatılmış bir iç savaş ciddi birer olasılıktır. ABD Afganistan üzerindeki zaferinin bedelini İslam dünyasının başka bir köşesinde ödemek zorunda kalabilir.
4. Afganistan'a karşı açılan savaş, emperyalist bir savaştır. Böyle bir savaş karşısında, Marksistlerin temel amacı emperyalizmin yenilgiye uğratılmasıdır. Dolayısıyla, Afganistan savaşı sırasında solda ileri sürülen "ne cihat, ne haçlı seferi" tavrı, savaşa karşı barış savunusu ve "savaşa hayır" şiarı yetersiz, hatta yanlıştır. Elbette böyle durumlarda barış hareketi içinde yer alınacaktır. Elbette savaşın durdurulması talep edilecektir. Ama bunun yanısıra ABD (ve müttefik) birliklerinin Ortadoğu ve Orta Asya'dan çekilmesi mutlaka talep edilmelidir. "Birliklerin geri çekilmesi" talebi devrimci bozgunculuğun başlangıç noktasıdır. Koşullar uygun olsaydı, Marksistler bölge halklarını ve devrimci hareketleri ABD'ye karşı savaşmaya çağırırlardı. Bütün bunlar Taleban'a ya da bin Ladin'e karşı en ufak bir politik destek içermeyen tam bir siyasi bağımsızlık temelinde yürütülmelidir. Taleban ve bin Ladin bugün kendilerini emperyalizmin karşısında konumlandırıyorlar. Ama anti-emperyalist bir tavır içinde değiller: daha düne kadar Amerika'nın müttefiki, hatta maşası idiler. Ama Taleban'ın gericiliği bu savaşta Marksistlerin "ne o, ne o" tavrı almasını haklı kılamaz. Emperyalizm ile ezilen bir halkın ülkesi arasında tarafsızlık mümkün değildir.
Petrol savaşları
5. Aynı ilkeler, Amerika ve müttefiklerinin Ortadoğu ve Orta Asya'da savaş açacağı başka ülkeler ve/veya örgütler için de gereklidir. Elbette, FHKC gibi örgütler sözkonusu olduğunda, "hiçbir politik destek vermeksizin" tavrı eleştirel ve/veya koşullu desteğe dönüşebilir. Ama bütün sürekli savaş dönemi boyunca devrimci Marksistlerin karşısındaki esas sorun İslamcı harekete ilişkin tavır olacaktır. Genel olarak İslamcı hareketin bu dönemin ilk evresinde ciddi olarak güç kazanacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Sosyalist hareketin güdüklüğü ile bir araya geldiğinde bu, devrimci Marksistler açısından çok ciddi sorunlar yaratıyor. Her ülkede, mücadelenin her anında ilişkinin ne olması gerektiği konusunda genel geçer bir formül ileri sürmek mümkün değildir. Ancak, her an gözümüzü tehlikelere açık tutmakla birlikte, solun önemli bir kesiminin yaptığı gibi, bu ülkelerde Batıcı, emperyalizm yanlısı burjuva kampının önyargılarına hiçbir biçimde teslim olmamalı, soruna her an mücadelenin önünün nasıl açılabileceği açısından bakmalıyız. Genel yaklaşım Komintern'in "birleşik anti-emperyalist cephe" hattına uygun olmalıdır. Bu genel çerçeve içinde Marksist hareketin yaklaşımı şu noktalar etrafında somut durumlara uygun biçimde örülmelidir: (1) Her ülkede ve her tür İslamcı hareket için aynı tavır benimsenemez. Kimi ülkede omuz omuza dövüşme (Filistin) sözkonusu iken, kimi ülkede (Pakistan) solun İslamcı hareketten tümüyle ayrı bir muhalefet geliştirmesi gerekli görünmektedir. Lübnan'ı İsrail işgalinden savaşarak kurtaran Lübnan Hizbullahı ile faal döneminde esas mücadelesini devletin koltuğu altında vermiş olan yerli Hizbullah'ı aynı kefeye koyamayız. (2) Solun inisiyatifi nerede güçlüyse, orada İslamcı hareketin hiç olmazsa bazı kanatlarını mücadelenin içine çekmeye çalışmak, birleşik cephe taktiklerinin en anlamlı biçimidir. (3) İslamcı hareketin bütünüyle damgasını vuracağı ve sosyalistlerin propaganda özgürlüğünü kullanamayacağı ve/veya sesini İslamcıların sesinin güçlülüğü karşısında hiç duyuramayacağı ortak eylemliliklerden uzak durmak gerekir. (4) Bütün ortak mücadelelerde, sol etkileyebildiği kitleye İslamcılığın ne emperyalizme karşı, ne de sınıf sorunu için bir kurtuluş olmadığını sabırlı biçimde anlatmak zorundadır. İslamcıların emperyalizme karşı her tutarsız davranışı kitleler nezdinde teşhir edilmelidir. Ama bütün bu propagandanın ötesinde sol, emperyalizme karşı asıl tutarlı mücadelenin kendisi tarafından verilmekte olduğunu kitlelere pratik eylemleriyle kanıtlayabilmelidir.
Avrasya savaşları
6. KOA bölgesi petrol ve doğal gaz zenginlikleri, Rusya ve Çin'i zayıflatma ve/veya bölme amacıyla manipüle edilebilecek Türki (ve Müslüman) halkların varlığı ve Asya kıtasındaki jeostratejik konumu dolayısıyla emperyalistlerin ihtiraslı bir biçimde göz diktikleri bir bölgedir. Afganistan Savaşı dolayısıyla Özbekistan'a birliklerini yerleştiren ABD, aynı zamanda, Özbek yönetimi ile uzun vadeli güvenlik işbirliği kisvesi altında bölgede kalıcı bir varlığa doğru ilk adımını atmıştır. Bu yönelişin, Rusya ve/veya Çin'in ekonomik ve güvenlik çıkarlarıyla çelişki içine girmemesi mümkün değildir. ABD, Orta Asya'da durumunu sağlamlaştırdıktan sonra, bu iki devin üzerinde hakimiyet kurabilmek üzere bir dizi yeni çelişkiyi kışkırtacaktır. Afganistan Savaşı'nın esas uzun vadeli hedefi budur.
7. ABD, Rusya'yı Orta Asya'nın zenginliklerinden mahrum bırakarak, direndiğinde de pan-Türkist bir milliyetçiliği (ve belki de İslami motifleri) kullanarak bölmeye ve köleleştirmeye yönelecektir. Bu durumda, Türkiye ABD'nin planlan içine boylu boyuna girecek, kendini dünyanın ikinci nükleer gücüyle yüzyüze bulacaktır. Bazı koşullar altında, ABD ile Rusya arasında çelişki yerine işbirliğinin baskın çıkması mümkün olabilir. İlk akla gelen koşul, ABD'nin Çin'i boyunduruk altına alma çabasına daha önce girişmesi ya da girişmek zorunda kalmasıdır.
8. Çin, yaklaşık 20 yıldır yaşadığı dev ekonomik büyüme temposu ve ordusunun hızla güçlenmesi dolayısıyla, dünyanın tek süpergücü Amerika'nın korkulu rüyası haline gelmiştir. Öte yandan, 1990'h yıllarda kapitalizmin restorasyonuna yönelik ekonomik tedbirleri (perestroyka) kolaylaştırmak için bürokrasinin partisi SBKP'nin politik tekelini kaldıran uygulamaları da (glasnost) paralel olarak gündeme getiren SSCB bürokrasisinden farklı olarak, Çin bürokrasisi, ekonomide son derece uç restorasyonist önlemleri, parti tekelini (yani bürokrasinin politik hayat üzerindeki kontrolünü) en sert biçimde uygulayarak gerçekleştirmeyi bir hat olarak benimsemiştir. Bugün Çin kapitalistleşmenin eşiğinde bir ekonomi ile onu bir kabuk olarak sarmış bir bürokratik işçi devletinin birlikte varolması dolayısıyla patlayıcı çelişkiler içeren bir toplum haline gelmiştir. Dünya Ticaret örgütü üyeliği, ÇKP'ye kapitalistlerin de üye kaydedilmelerine ilişkin son parti kararı ve kentte ve kırda emekçilerin yaygın mücadeleleri, önümüzdeki yıllarda çelişkilerin olgunlaşacağını gösteriyor. Çin'in önümüzdeki dönemde büyük bir patlama yaşaması muhtemeldir. Böyle bir patlama gerçekleşirse sonucun ne olacağı ise hiç belli değildir. İşte bu tehlikeli ortamda ABD Çin'de artık çürümüş de olsa, bürokratik işçi devletini bir politik devrime izin vermeden devirmeyi ve belki de Çin'i bölmeyi muhtemelen gündemine almıştır. Önümüzdeki on yıl boyunca dünya durumu büyük ölçüde Çin sorunu etrafında belirlenecektir. Uluslararası devrimci Marksist hareketin, 1989'un ve Yugoslavya'da 5 Ekim 2000 ayaklanmasının derslerini çıkarması, Çin'de de kapitalist restorasyonla sonuçlanacak bir harekete "demokrasi" adına safiyane destek olmaması, kitle hareketini sürekli olarak restorasyona ve emperyalizmle işbirliğine karşı uyarmak için elindeki bütün olanakları kullanması yakıcı bir önem taşıyacaktır. Elbette, bir başka olasılık daha vardır: Çin bürokrasisinin uzun direncinden sonra, aynen Sovyet bürokrasisi gibi işçi devletini kendi elleriyle ölüm yatağına yatırması. Bu durumda dahi emperyalistlerin Çin'i zayıflatmak ve kapitalist bir süpergüç olmasını engellemek üzere harekete geçmeleri büyük bir olasılıktır.
9. ABD'nin Rusya ve/veya Çin ile karşı karşıya gelmesi, bir Üçüncü Dünya Savaşı demektir. Öyleyse, Üçüncü Dünya Savaşı somut olarak insanlığın gündemine girmiştir.
Ekonomik depresyona doğru
10. Dünya ekonomisi bir bütün olarak bir daralmaya (resesyona) girmiş durumdadır. Yaşanan dünya çapında bir aşırı birikim krizidir. Bu resesyonun senkronize (eşzamanlı) niteliği, finans piyasalarının kırılganlığı ve 11 Eylül'ün yarattığı belirsizlikler, bu daralmanın 1930'lu yıllar benzeri bir depresyonla sonuçlanmasına dahi yol açabilir. Bu, "küreselleşme" stratejisinin, hatta neo-liberalizmin terk edilmesine, dünya ekonomisinin bloklara ayrışmasına, yani parçalanmasına, milliyetçi, hatta devletçi politikaların yeniden gündeme gelmesine, ulusal ya da bölgesel sermayeler arasında çelişkilerin, özel olarak da emperyalist bloklar arasındaki çelişkilerin keskinleşmesine, özellikle AB ülkelerinde faşizmin iyice tırmanışa geçmesine yol açacaktır. Daralmanın depresyona dönüşmesinin derecesine göre, emperyalistler arası savaşın koşulları olgunlaşacaktır. Ancak, böyle bir savaşın patlak vermesi için AB ordusunun güçlenmesi ve Japonya'nın yeniden silahlanması gerekir.
11. Öyleyse, emperyalistler arası çelişkilerin de ABD ile Rusya ve/veya Çin arasındaki gerilimlere eklemlenerek gerçek bir Üçüncü Dünya Savaşı'na katkıda bulunması olasılığı mevcuttur. Ama unutulmamalıdır ki, ekonomik depresyon olmasa, kapitalizm içine girdiği daralmayı uzun olmayan bir gelecekte atlatsa dahi, insanlığı Üçüncü Dünya Savaşı'na doğru sürükleyecek bir cehennemi dinamik Asya üzerindeki hegemonya mücadelesi dolayısıyla harekete geçmiş bulunmaktadır.
12. Savaşlar ve militarizm geliştikçe, depresyon yerini askeri harcamalara dayanan bir ekonomik düzelmeye bırakabilir. Ama askeri harcamalar üzerinde gelişen bir canlanma savaş dinamiklerini engellemeyecek, tam tersine daha fazla silahlanmayı teşvik yoluyla körükleyecektir.
Türkiye ateş çemberinin içinde
13. Türkiye, yıllardır ABD'nin Asya hegemonyası için yöneldiği doğrultu çerçevesinde bir dış politika hattını (pan-Türkizm, yeni-Osmanlıcılık) benimsemiştir. Jeopolitik konumu açısından, Avrasya savaşlarının üç sinir merkezinin (Balkanlar, Ortadoğu ve KOA) tam ortasında yer almaktadır. Amerika ve İsrail ile stratejik denebilecek bir üçlü ittifak oluşturmuştur. Yani Türkiye gönüllü olarak ABD'nin hegemonya savaşlarının askeri olmaya soyunmanın bütün koşullarını oluşturmuştur. Buna, yeni-liberal ekonomik yönelişin bütünüyle ABD/İMF desteğine muhtaç hale gelmiş olmasından dolayı, Türkiye'nin çok istemediği durumlarda dahi ABD'ye destek olmaya zorlanması ihtimali de eklenmektedir. Türkiye'nin Amerika ile bütünüyle paralel politika izlemesinin önündeki tek ciddi engel Irak konusudur. Saddam'ın düşürülmesi için yapılacak bir girişimin Irak'ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin doğmasıyla sonuçlanabileceği korkusudur. Kredi bağımlılığının da zorlamasıyla, Türkiye Irak'a taarruza, kendi ordularının kuzey Irak'a girmesi, PKK'nin ezilmesinde elinin serbest bırakılması ve savaştan sonra ortaya çıkacak yeni durumda, kuzey Irak üzerinde bir vesayetin garanti edilmesi karşılığında razı olabilir. Bu, Türkiye'nin militarist bir politika izlemesinin önündeki son engelin de ortadan kalkması anlamına gelecektir. Türkiye yarın İran'la ve/veya Ermenistan'la açık bir savaşa ya da örtülü harbe tutuşabilir. Yunanistan ve AB ile Kıbrıs konusunda karşı karşıya gelmesi mümkün hale gelebilir. Daha orta vadede, Rusya'ya karşı pan-Türkizmin bayraktarlığını ele alabilir. Son derece tehlikeli bir döneme giriyoruz.
14. Solun esas sınavı bundan sonra başlamaktadır. Türkiye savaşa girdiği ölçüde savaşa karşı akmak için daha fazla bedel ödemek gerekeceği için, solun reformist kesimi savaş karşıtı politikadan adım adım çark edecek, en azından sesini kısacaktır. Oysa emperyalist savaşa ve Türkiye'nin bu savaşa destek olmasına, uygun yöntemleri kullanarak kesin biçimde karşı çıkmak gerekir. Irak'a karşı savaş açıldığı takdirde, sadece savaşa karşı çıkıp kendi burjuvazisi ile uğraşmayanların ideolojik ve politik teşhiri önem kazanacaktır. Savaş derinleştikçe, yayıldıkça ve tahribatı ağırlaştıkça, halk kitleleri yüzlerini savaşa karşı çıkan, Türkiye'yi emperyalizmin yedeğinden koparmaya çalışan hareketlere döneceklerdir.
15. Türkiye'de kitleler savaşa karşıdır, Amerika'ya sempati duymamaktadır. Yarın Irak konusunda ABD ile Türkiye arasındaki farklılığın üstesinden gelinirse, büyük bir propaganda bombardımanı bu tepkiyi bir ölçüde yumuşatacaktır. Ama Türkiye savaşa battıkça, can kayıpları ve ekonomik yıkım halkta savaşa karşı büyüyen bir tepki yaratacaktır. Ekonomik kriz uzunca bir süre işçi ve emekçilerin sefalet içinde yaşamalarına yol açacaktır. Bütün bunlardan dolayı, Marksist politika, başta gençlik içinde, daha sonra da emekçi sınıflar içinde taraftar bulacaktır. En zorlu sorun İslamcı harekete karşı tavırdır. Bu tavır ayrıntılı olarak tartışılmalıdır.
Yeni bir dönem
16. Bütün bu nedenlerden dolayı, başta Avrasya bölgesi olmak üzere, dünya çapında yeni bir dönem açılmaktadır. Emperyalist kapitalizm sınır tanımayan kar hırsı ile bir kez daha dünyayı barbarlığın, hatta yok oluşun eşiğine getirmiştir. "Ya sosyalizm, ya barbarlık" tarihsel bir içeriği olan bir slogan olmaktan çıkarak güncel bir slogan haline gelmiştir. Artık sosyalizmden başka hiçbir şey, kapitalizmin insanlığı sürüklediği felaketin önüne geçemez. Şiarımız "sürekli savaşa karşı sürekli devrim" olmalıdır.
17. Bugün karşı devrimin iki kampı, emperyalizm ve İslamcılık, karşılıklı şaha kalkmış durumdadır. İçine girmekte olduğumuz dönemin ilk yılları, gericiliğin hakimiyetinde geçecektir. Ancak gerek ekonomik sarsıntının getireceği sefalet, gerekse savaşların yaratacağı tahribat, kitlelerin artan biçimde kapitalist sistemin barbarlıktan başka bir şey getirmeyen bir sosyo-ekonomik düzen olduğunu görmelerine ve sisteme karşı mücadeleye yönelmeye hazır hale gelmelerine yol açacaktır. Öyleyse, yeni dönemin özgül karakteri, karşı-devrimci bir yükselişle içice bir öndevrimci durumun dünya çapında güncelleşmesidir.
18. Ancak, devrimci öncü dünya çapında ağır bir kriz dönemi yaşadığı için, bugünkü koşullar altında muzaffer devrimler bir hayaldir. Bu çelişki, nesnel durumun kitleleri devrime hazırlayacak özellikleri ile öznel koşulun zaafları arasındaki bu uyumsuzluk, IV. Enternasyonal'in yakıcı önemini bir kez daha ortaya koyuyor: insanlığın krizi, sadece tarihsel olarak değil, somut olarak da bir kez daha öncünün krizinde düğümleniyor.
İşçi Mücadelesi