Marksizmle tartışma çağrısı (Sungur Savran - 14-05-2008)
1 Mayıs 2008 olayları AKP’nin işçi sınıfı düşmanı yüzünü, kimsenin görmezlikten gelemeyeceği şekilde açık biçimde ortaya koydu. Ama sadece bu kadar değil. AKP’nin demokrasi anlayışı bakımından 12 Eylülcü bir parti olduğunu da berraklaştırdı. 1 Mayıs’tan sonra zaten herkes AKP “kendine demokrat” diyor. Ama bu tespit yarı yolda durmak demek. Daha ileri gitmek ve şunu saptamak gerekiyor: AKP’nin demokrasi anlayışı, en azından sınıf mücadelesi işin içine girdiğinde 12 Eylül rejiminin çizdiği sınırların ötesine geçemiyor, bu anlaşıldı. Nereden mi?
Bunu anlamak için Taksim tartışmasının özüne bakmak lazım. Bu özü kavrayabilmek için de Taksim’in neden onyıllardır işçi sınıfı eylemlerine kapalı olduğuna. 12 Eylül askeri diktatörlüğü işçi sınıfının 60’lı ve 70’li yıllarda mücadelesiyle kazandığı mevzileri yıkmayı temel amacı olarak kabul etmişti. Bunu birçok alanda gerçekleştirdi. Sembolik alanda da 70’li yıllarda işçi sınıfının büyük gövde gösterileri yaptığı Taksim Meydanı’nı işçi sınıfına yasakladı. Ayrıca 12 Eylül’ün bir de daha genel bir yaklaşımı vardı. Bir yandan toplantı ve gösteri yürüyüşlerini bir hak olarak tanır gibi yapıyordu, ama bir yandan da bunları şehrin en ücra köşelerine, mesela İstanbul’da kuş uçmaz kervan geçmez Piyalepaşa Bulvarı-Çağlayan hattına mahkûm ediyordu. Amaç, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde dile getirilen siyasi görüşlerin halk kitlelerine ulaşmasını engellemekti.
Kopenhag Kriterleri mi?
Tayyip Erdoğan 6 Mayıs günü AKP Meclis grubunda yaptığı konuşmada, sendikaların Taksim ısrarındaki “esas amacı” açıkladı. Neymiş bu? Gösteriyi şehrin göbeğinde yapmak, günlük hayatın akışını mümkün olduğu kadar durdurmak ve böylece propagandayı azami düzeye çıkarmakmış. Bu bir itiraftır! Erdoğan’ın 12 Eylül ile aynı mantıktan hareketle Taksim’i yasaklamış olduğuna dair bir itiraf! Normal olan zaten yürüyüşlerin ve mitinglerin güçlü olduğu zaman günlük hayatı etkilemesi ve böylece mitingin sesinin halk tarafından duyulmasıdır. Dünyanın birçok yerinde mitingler en merkezi meydanlarda yapılır. Paris’te Rèpublique veya Bastille, Londra’da Trafalgar, Atina’da Sindagma, México’da Zocalo en bilinen örneklerdir. Anormal olan buna karşı çıkmak, bunu bir yasak gerekçesi olarak kullanmaktır.
Bir kez Erdoğan’ın 12 Eylül ile aynı zeminde yer aldığı ortaya çıkınca, bir tartışmayı başlatmak gerekiyor. Radikal İki’de sık sık yazan yazarların çoğunluğu, AKP’nin iktidara geldiği 2002’den ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday üye olarak kabul edildiği 2004’ten bu yana Türkiye soluna ve demokratlarına belirli bir analiz çerçevesinde belirli bir siyasi çizgiyi önerip duruyorlar. Şimdi bu analiz çerçevesi ve bu siyasi hat 1 Mayıs’la birlikte paramparça oldu. Bu durum ciddi bir tartışmayı gerekli kılıyor. En az iki alanda söylenen şeyler bütünüyle yanlış çıktı.
Bunların ilki AB konusu. 2004 Aralık’ında AB Türkiye’yi aday üyeliğe kabul ettiğinde ve 2005 Ekimi’nde müzakerelerin açılmasına karar verdiğinde, Radikal İki yazarlarının çoğunluğu Türkiye’nin artık demokratik bir ülke olma yoluna girdiğini yazdılar. Bütün demokrasi umutlarının AB’ye bağlanmasına yol açacak bir söylem tutturdular. Unutulmasın AB, aday üyeliğe kabule ederken Türkiye’yi “Kopenhag Kriterleri”ne uyan bir ülke ilan etti. İşte size AB’nin Kopenhag Kriterleri’ne uygun gördüğü Türkiye’den demokrasi manzaraları!
Oran, İnsel, Keyman
İkincisi ise AKP’ye yaklaşımdır. Radikal iki’nin sayfalarında defalarca AKP’nin Türkiye’ye demokrasi getirecek bir parti olduğu yazıldı. Unutulmuş olabilir, hatırlatalım. Fuat Keyman, 2002 yılında tam da bu sayfalarda AKP’nin seçim zaferine tarihsel bir önem atfediyordu: “...AKP’nin tek parti iktidarını yaratan seçim zaferini, hem 1990’lı yılların sonunda dibe vuran ,halktan kopuk eski siyaset anlayışının tasfiyesi, dolayısıyla ölümü hem de yeninin tam olarak doğmadığı fakat belli belirsizlikleri içinde taşıyan yeni bir dönemin Türkiye’de başlaması temelinde görmeliyiz.” Bu ilk tespit, biraz karmaşık, anlaşılması zor olabilir. Bundan sonra gelen daha politiktir: “Önemli olan,...AKP’ye önyargısız yaklaşmaktır, muhafazakâr-liberal sentezle yapıcı ama eleştirel bir ilişkiye girmektir. Ve Türkiye’de demokratik bir tartışma ortamını yaratmaktır.” (‘AKP ve Muhafazakâr-Liberal Sentez’, Radikal İki, 10 Kasım 2002.)
Bu yeterince açık değilse, bakın Ahmet İnsel 3 Kasım seçimlerinden sonra bu sayfalarda ne diyor. 3 Kasım seçim sonuçlarını “olabilecek en iyi sonuç” olarak niteledikten, “...seçim sonrasında beklenmedik biçimde olumlu bir tablo çıktı” dedikten sonra yazısının başlığına da yansıyan müthiş bir tespit yapıyor: “...seçim sonuçları 12 Eylül rejiminden göreli olarak sessiz ama bir o kadar kesin çıkışın, siyasal ve toplumsal koşullarını oluşturuyor.” Görüldüğü gibi, İnsel AKP’ye 12 Eylül’ü tasfiye misyonunu bile atfediyor. (‘12 Eylül’den Çıkış Kapısı’, Radikal İki, 10 Kasım 2002)
Daha da açık bir örnek mi istersiniz? Baskın Oran’ın, adaylığı sırasında söyledikleri, yazdıkları var. Radikal İki‘de yazan Baskın Oran AKP’ye son derecede hayırhah yaklaşıyordu. Seçilirse, bu parti milletvekilleri arasında kendinden bile daha demokrat olanlarla gayriresmi bir grup bile kuracaktı! Kimdi AKP’nin bu demokratları? İkisini kolaylıkla tahmin edebiliriz: Turizm ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ve Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Zafer Üskül. Hiç kimse Ertuğrul Günay’ın 1 Mayıs’ta polisin davranışını Çalışma Bakanı kadar bile sorguladığını duydu mu? Hiç kimse Zafer Üskül’ün bir Meclis soruşturması önergesi için girişimde bulunduğunu duydu mu? Günay bakan. Alacağı tavır, örneğin İçişleri Bakanı’nın istifasına veya Vali’nin görevden alınmasına bile yol açabilir. Üskül, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı. Komisyon’un yapacağı bir araştırma muazzam bir çatlak yaratabilir. Yarın işler gerginleştiğinde bunları yapmak zorunda da kalabilirler. Ama AKP’nin ya da onun içinde belirli kanatların demokratlığına duyulan güvenin bütünüyle temelsiz olduğu şimdiden belli olmadı mı?
Çoğu Radikal İki okurunun bilebileceği gibi, biz yukarıda anılan yazarları “sol liberal” olarak nitelediğimiz bir ekolün mensubu kabul ediyoruz. Kanaatimiz, AB ve AKP konusundaki yanılgıların, sol liberalizmin doğasından kaynaklandığıdır. Yani burada basit bir değerlendirme hatası yapılmamıştır, sol liberalizmin felsefi, teorik ve siyasi öncülleri, söz konusu yazarları kaçınılmaz biçimde bu hatalara sürüklemiştir.
Bu yazarları ve Radikal İki’nin benzer düşünen bütün yazarlarını bu konularda bir tartışma başlatmaya çağırıyoruz. Yapılması gereken ya eski tezlerin hâlâ doğru olduğunu göstermektir ya da özeleştiri yapmak.
Bitirirken tartışmaları stereotiplere indirgemekten hoşlananlara hatırlatalım: Bu satırların yazarı, 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007 muhtıralarına şiddetle karşı çıkmış olan, bugün de AKP’ye karşı açılmış kapatma davasını Batıcı-laik kampın gülünç bir girişimi olarak gören biridir. “Ulusalcılar” ile uğraşmak elbette kolaydır. Biz ise Radikal İki yazarlarını Marksizm ile tartışmaya çağırıyoruz.