Marksist olmayan bir tutum (03-09-2010)

DSİP zaten yıllardır bu yolun yolcusu. Alternatif küreselleşme hareketinin etkisi altına gireli beri, Britanya'daki "rehber"i, ("Cliff'çiler" lakabıyla bilinen) SWP'den de daha hızlı biçimde işçi sınıfı politikasından uzaklaşarak post-modern bir küçük burjuva çizgiyi benimsemiş durumda. Ama burada da durmayarak liberalizmi, burada da durmayarak AKP kuyrukçuluğunu benimsedi. 2007 seçimlerinde, Bin Umut Adayları saflarında  Baskın Oran ve Ufuk Uras gibi adaylar (biz ekleyelim, yani liberaller) olmasa AKP'ye oy vereceğini açıklayan başkan yardımcısı Roni Margulies, partinin tipik tavrını ifade ediyordu herhalde. Günümüzde, solun bütünü içinde "Yetmez ama evet" kampanyası aracılığıyla ve dolaysız biçimde "Evet" oyu yönünde en çok sesi çıkan örgütlü gruplardan biri de, ÖDP'den liberal temellerde kopup sosyal demokrat burjuva politikacılarıyla birleşen EDP'nin yanı sıra, DSİP. [1]

Şimdi bu "evet" cephesine, biraz daha beklenmedik biçimde, Marksist Tutum dergisi katılmış durumda. (Bkz. Akın Erensoy, "Anayasa Mahkemesi Kararı ve Referandum".) Bu yazı, iddialı bir tavırla, komünistlerin işçi sınıfının somut örgütlülük derecesini göz önünde bulundurarak ve sınıf mücadelesinin önünü açacak politik gelişmelere karşı dikkatli bir tavır takınarak politika belirlemeleri gerektiğini, AKP'nin kendisi demokrasi şampiyonu olmamakla birlikte referanduma sunulan anayasa değişikliklerinin Türkiye'de özgürlükleri bir ölçüde genişleteceğini, bu nedenle evet demek gerektiğini savunuyor. Ayrıca, "Hayır"cıları Kemalizmin kuyrukçusu olmakla suçluyor, boykot açısından ise Kürt hareketiyle sosyalistleri birbirinden ayırarak sosyalistleri Leninist politikadan kopmakla suçluyor.

Erensoy'un yazısının neredeyse her cümlesi hatalarla, kof argümanlarla, yer yer koyu bilgisizliklerle dolu. Ama biz sadece ana argüman üzerinde duracağız. Bu yazının üzerinde durmanın bizim açımızdan birkaç bakımdan anlamı var. Birincisi, Marksist Tutum (bundan sonra MT) yıllardır çok ortodoks bir Marksist yaklaşıma sahipmiş gibi tavır alırken, bir yandan da Türkiye tarihini liberallerin gözlüğünden okumakta ısrar ediyordu. Bugün referandum konusunda takınılan tavır bu yaklaşımı ve vahim sonuçlarını keskin biçimde ortaya dökmüş bulunuyor. İkincisi, MT yayın hayatına başlayalı beri, İşçi Mücadelesi ve Devrimci İşçi Partisi Girişimi ile birçok konuda polemik yaptığı halde, yanlış bir tutumla hiçbir zaman kaynak vermiyor, polemiğinin hedefinin hangi siyasi odak veya odaklar olduğunu açıklamıyordu. Şimdi biz onun politik alandaki bu büyük hatasını eleştirerek, kendisini açık bir polemik ile savunmasına ve bizi daha açık biçimde eleştirmesine ortam sağlamış oluyoruz. Üçüncüsü, MT başka siyasi gruplardan farklı olarak bu tartışmaya Lenin'in boykota ilişkin tutumunun doktriner ve sığ bir yorumunu katarak boykotu savunan bizleri ideolojik temellerde de eleştirmeye girişiyor. Lenin'in ya da genel olarak klasiklerin bize yol gösterme bakımından muazzam önemini bu satırların yazarının siyasi hayatı boyunca savunduğunu bu sitenin okuyucuları bilir. Ama klasiklerin mirasına doktriner yaklaşım tam tersine zararlıdır. Bu yüzden işin bu yanını da tartışmak gerekiyor. Artık tartışmaya geçebiliriz.

Anayasa paketi işçi sınıfı açısından olumlu mu?

MT'nin referandumda "evet" çağrısı yapmasının esas gerekçesini, AKP'nin anayasa paketinin "işçi sınıfı açısından mevcut duruma göre bir olumluluk ifade etme"si oluşturuyor. MT yazarı, yazısının, öteki sosyalistleri, esas olarak da "Hayır"cıları eleştirmeye ayırdığı ilk yarısında tuhaf biçimde olumluluğun nerede yattığını bir türlü açıklamıyor. Oysa "evet"in gerekçesi siyasi güçler arasındaki çelişki ve çatışmalar, Kürt sorununun ulaştığı nokta, sosyalist siyasetin buradan nasıl ileri doğru yürüyeceği veya benzeri faktörler değil. "Evet"in gerekçesi, doğrudan doğruya, anayasa paketinin işçi sınıfı açısından olumlu olduğu. Yazar, daha bunu göstermeye zahmet bile etmeden "hayır"cı sosyalistleri, mesela ÖDP'yi, TKP'yi, Halkevleri'ni onlardan alıntılar yaparak yerden yere vuruyor. ÖDP, TKP ve Halkevleri'nden bu yazıyı okuyan akıllı insanların, "keşke bütün eleştirmenlerimiz bu kadar zayıf eleştiler yapsalar" dediklerini duyar gibiyiz!

Yazar, en sonunda sadede geliyor: "Çok açık ki, anayasa değişiklik paketi verili burjuva demokratik çerçeveye göre bir ilerlemeyi, bir reformu ifade etmektedir" cümlesi ile başlayan bir paragrafta, AKP'nin, her renkten liberalin, DSİP ve EDP'nin saydığı gerekçeler, birkaç kelimelik başlıklar halinde özetleniyor.

Bir: Bu gerekçelerin her biri o günden bu yana yaygın okunan yayın organlarında çeşitli yönleriyle tartışıldı. İddiaların en azından bazılarının ne kadar kof olduğu mantıksal argümanlarla ortaya konuldu. Bunları paketi desteklemenin gerekçesi olarak sunan bir siyasi çevre, hiç olmazsa, bu tartışmalara cevap veren bir yeni yazı yazar. Ama hayır: Erensoy'un 30 Temmuz tarihini taşıyan yazısı, bu yazının yazılmakta olduğu 31 Ağustos günü MT'nin sitesinde hâlâ tek başına (ve en tepede!) referandumda "Evet" oyunu kahramanca savunuyordu!

İki: Madem "çok açık ki", o zaman paragraf neden şu cümlelerle bitiyor? Bazı değişiklikleri sayarak soruyor yazar: bunlar "...bugünkü siyasal ortamda neden işçi sınıfının çıkarına aykırı olsun? Bunlar küçük de olsa reformlardır. İşçi sınıfı reformları ret mi edecek?" İşçi sınıfının çıkarına aykırı mı değil, yoksa gerçekten çıkarlarına ciddi katkıda mı bulunuyor? Marksistler bütünüyle burjuvazinin temsilcisi olan iktidarların "küçük reform"larına her zaman destek mi verirler? 12 Eylül referandumu Razaman Bayramı'na denk geliyor, ortada ikram edilen bayram şekeri falan var da, onu mu reddetmemeli işçi sınıfı?

Üç: Ne zamandan beri komünistler, hangi somut siyasi bağlamda gündeme geldiğine bakmadan, "küçük reform"lar konusunda soyut kararlar verirler. MT yazarı boykot konusunda Lenin'den alıntı üstüne alıntı yapıyor. Bunlardan birinde Lenin Bolşeviklerin boykot yaptığı dönemde ona ne amaç atfettiklerini şu cümle ile açıklıyor: "Boykot kampanyasının esas amacı anayasal hayallere karşı mücadele idi." (Lenin alıntı yapılan yazının bir başka yerinde daha da vurgulu olarak anayasal hayallere karşı mücadelenin "boykotun yaşayan ruhu" olduğunu belirtiyor.) MT yazarı keşke alıntıladığı bu cümleyi daha dikkatli okusaydı! MT'nin somut siyasi bağlamdan kopuk "küçük reform"lara yaklaşımını tam da bu terimlerle, "anayasal hayaller" olarak nitelemek gerekiyor çünkü! Yazı, birkaç kez, öteki sol grupları "siyasetten uzak" olmakla suçluyor. Asıl MT'nin yaklaşımı siyasetten uzak, arı anlamda anayasal/hukuki!

"Bilgisizlik" dedik girişte. Biz, sınıf düşmanı dışındaki hasımlarımızı aşağılamaktan özellikle kaçınırız. Bilgi ve bilgisizlik, siyasi fikir farklılığında hiç de  belirleyici değildir. Burada bunun üzerinde duruyorsak, Marksizm adına konuşanların ne dediklerine dikkat etmeleri, üzerine konuştukları meseleleri dikkatle incelemeleri gerektiğine inandığımızdandır. Aksi, sınıf düşmanının eline oynar da onun için.

Şimdi MT yazarının ÖDP'ye atfettiği görüşten kısacık bir alıntı: "Bu pakette yargının yerinden denetimini ortadan kaldırarak özelleştirmelerin, piyasalaştırmanın önü açılmaktadır." ÖDP böyle diyesiymiş. "Yargının yerinden denetimi" ne menem bir şeydir? Danıştay'ın "yerindelik" denetiminden mi söz ediliyor? O zaman neden "yargı" da "Danıştay" değil? Daha vahimi, neden "yerindelik" denetimi "yerinden" olmuş, sanki adem-i merkeziyetçilikten söz ediliyor ya da yargı yerinden kalkmaya zahmet etmeden karar veriyor gibi? İnsan hukuk bilmeyebilir. Bunda ayıp bir şey yok. Ama bir hukuk metni üzerine hasımlarınızla (burada ÖDP) ile tartışacaksanız, önce onların ne dediğini anlayacaksınız. Daha genel olarak, anayasa paketi ile ilgili yazı yazacaksanız, hukuk allamesi olmanız gerekmiyor, hiçbirimiz değiliz, ama elifle merteki ayırmayı bileceksiniz!

MT yazarı bu kadar anladığı ÖDP eleştirisinden (ÖDP'nin her söylediği yanlış olacak diye bir şey yok, bu somut eleştiri sosyalistler açısından tamamen doğrudur!) hareketle, "kapitalist devlet mülkiyetini niye savunacakmışız?" türünden görünüşte ültra sol, gerçekte sağ bir sonuca ulaşıyor. Devlet mülkiyeti ile özel mülkiyet arasındaki farkı doğru kavrayamamak, MT'nin programatik yaklaşımının zayıf halkalarından biridir. Türkiye tarihinin yorumunda olduğu gibi, mülkiyet biçimleri konusunda da MT sol liberallerin görüşleriyle akraba bir yaklaşıma sahiptir. Bu görüşlere bu yazı bağlamında uzun uzun cevap veremeyeceğiz.[2] Sadece şunu hatırlatalım: Yarın işçi sınıfı iktidarı aldığında, daha hiçbir kamulaştırma yapmaya başvurmadan, sırf Ziraat Bankası sayesinde Türkiye'deki mevduatın % 20'sini kendi sosyalist amaçları için kredi olarak kullanabilecektir. Öteki kamu bankaları da cabası! Tartışma "kapitalist devlet mülkiyetini savunmak" ile ilgili değildir. Mevzilerle ilgilidir. "Kapitalist devlet mülkiyetini savunmayalım" diyen birinin, daha sonra Anayasa Mahkemesi'nin üye sayısının artmasını işçi sınıfı lehine bir reform olarak anması ise ironilerin şahı! Bunun Marksizmle hiçbir ilgisi yok! Bunlar liberal hayallerle oyalanan demokratların fikirleri olabilir ancak. Ziraat Bankası'nın (veya Tüpraş'ın) mülkiyeti meselesi, Marksistler için anayasa mahkemesinin yüzlerce üyesi bile olsa, bundan yüzlerce kez daha önemlidir!

Devam edelim. MT yazarı, 54. maddenin dayanışma grevi, siyasi grev, genel grev türü grevleri yasaklayan 7. fıkrasının kaldırılıyor olmasını ciddiye almış! Aynı maddenin birinci fıkrasının grevi toplu pazarlık sürecine hapsettiğinden, dolayısıyla özgürleştiğini sandığı bu grev türlerinin bir hak haline gelmediğinden haberi yok! Bari MT bu yazının yazılmasından sonra defalarca ortaya konulan bu olguyu dikkate alarak bir düzeltmeye gitseydi! Hayır, söz bir kere söylenmiştir. MT yazarı, kamu emekçilerine gerçekten toplu sözleşme hakkı veriliyormuş gibi konuşuyor, zorunlu tahkim meselesini hiç duymamış anlaşılan. Haydi o aşamada duymamıştı, keşke daha sonra düzeltseydi MT tutumunu! Hayır, söz bir kere söylenmiştir. Yazar, yurtdışına çıkış yasağının mahkeme kararına bağlanmasını (bütün liberaller gibi!) solcu yazarların vb. keyfi kararlarla pasaport alamamasıyla ilgili sanıyor. Oysa daha önce yazdık. Bu, patron örgütlerinin isteği üzerine konulmuş bir maddedir ve kapitalistlerin vergi borcu dolayısıyla yurtdışına çıkışının engellenmesini zorlaştırmayı amaçlamaktadır!

İnsan "somut"tan bu kadar söz edip gerçek somuta bu kadar yabancı olabilir mi?

Burjuvazinin iç savaşının liberal yorumu

Aslında anayasa paketine verilen bu desteğin altında, MT'nin Türkiye tarihini esas olarak liberal bakış açısından ele alan yorumu yatıyor. Bu tarih yorumu, MT yazarının yazısına, bugün anayasa paketi karşısında burjuva güçlerinin dizilişine ilişkin analiz aracılığıyla yansıyor. Yazıda AKP'nin anayasa paketinin karşısındaki güçler, "statükocu-darbeci" veya "Kemalist-darbeci" olarak niteleniyor. Böylece iç savaşın taraflarından birinin, yani Batıcı-laik burjuvazinin karmaşık ve çelişkili unsurların bir bileşimi olan cephesi, içindeki aşırı güçlerden birine indirgeniyor. MT yazarı kendi kendine sormuyor: Peki sadece "darbeciler" karşı ise anayasa paketine, TÜSİAD ile Erdoğan'ın anayasa konusundaki kavgası nereden çıktı? TÜSİAD'a bugün, AB dolayısıyla demokratik haklar konusunda bu kadar cila yaparken, dar anlamda "darbeci" denebilir mi? "Darbeci" nitelemesi yazının kendi içinde de komik tutarsızlıklara yol açıyor. Baykal'a karşı komplo sonrasında Kılıçdaroğlu'nun CHP'nin başına getirilmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni dönemde "statükocu-darbeci" güçler gözlerini seçime dikmişler. Diktikleri doğru da, bu, "darbecilik" ile nasıl uzlaşıyor?

İç savaşın tarafları yanlış tanımlandığı gibi, konusu da yanlış niteleniyor: Bütün kavga "vesayetçi-bürokratik anlayış" hakim olduğu için patlak veriyormuş, Kemalist bürokrasi ayrıcalıklarını bırakmak istemediği için kopuyormuş. Böylece, MT bugün düzen güçleri arasında yaşanan kavganın, burjuvazinin, iki farklı tarihsel aşamada ortaya çıkmış, iki farklı siyasi proje etrafında örgütlenmiş ve bugün artı-değerin paylaşımı konusunda boğaz boğaza gelmiş iki fraksiyonu arasında bir mücadele olduğunu kavrayamıyor, meseleyi siyasi üstyapı düzeyinde, vesayet ile demokrasi arasında (AKP'nin niyeti ne olursa olsun) bir mesele olarak görüyor.

Mesele böyle görülünce, insanın demokrasi cephesinin ardında yer alanları anlayışla karşılayacağı geliyor. MT'nin tutumu pek Marksist olmasa da demokrat bir tutum halini alıyor. Bu konuda MT ile DSİP arasında bir fark kalmamıştır! Bu, MT için uçuruma doğru vahim bir adımdır!

Lenin'in doktriner okunuşu

MT yazarı, "Hayır" cephesini Kemalizmin kuyruğuna takılmakla suçlarken bir ara boykotçuları da anıyor. Ortak yan her ikisinin de "AKP'nin samimi olmadığını" söylemesi imiş. Bu, eleştirilen iki konumu yakınlaştırmak bakımından ciddiyetsiz bir girişim, çünkü bazı "Hayır"cılar ve bazı boykotçular bu argümanı ileri sürüyor olabilir, ama bu argüman boykotun kurucu, tanımlayıcı, ayırdedici bir argümanı değildir.

Boykotçulara esas eleştiri Lenin üzerinden geliyor. "Leninci geçinen bu çevreler", Lenin'in kendi mücadelesi içinde, boykotun ancak özel koşullarda savunulabileceğini, devrimci bir yükseliş dönemine özgü bir taktik olarak ele alınabileceğini söylediğini unutmuş olmakla suçlanıyor.

(Burada bir parantez açarak, bu yazının konusunun dışında kalan bir noktaya değinmek gerekiyor. Halkevleri çizgisi de Lenin'in boykot konusundaki fikirlerini referandumda boykot çağrısı yapanlara karşı kullanmaya çalışıyor. Bu yüzden sendika.org sitesi, Lenin'in "Boykota Karşı" başlıklı yazısını 32 kısım tekmili birden tefrika halinde yayınlıyor. Yazının başına sendika.org tarafından konulmuş bir notta, boykot taraftarlarının kendilerine katılmayan sosyalistleri "düzen içilik" ile suçladığı belirtiliyor. Bu, her şeyi birbirine karıştırarak kafa karıştırmaya yönelik bir kötü niyet içermiyorsa, en azından dikkatsiz bir ifade. Boykot cephesinin bazı unsurları böyle söylüyor olabilir, ama bütün boykotçular, hatta çoğunluk, bu tür bir suçlama yapmıyor kimseye. Yapmayacaklarını da Halkevleri bütün politik tarihlerinden bilir. Bize gelince, biz de kimseyi boykot yapmıyor diye "düzen içilik" ile suçlamıyoruz. Buna karşılık Halkevleri'ni (ve "Hayır" çağrısı yapan başka birtakım siyasi odakları) genel seçimlerde Kılıçdaroğlu'nu desteklemeye hazırlanmakla eleştiriyoruz. Bu eleştiriye cevaben Lenin'den alıntıların yararlı olacağını sanmıyoruz.

Yeri gelmişken, bütünüyle yanlış nedenlerle de olsa, Halkevleri'nin Lenin'i hatırlamasından memnuniyet duyuyoruz. Sadece örnek olarak söyleyelim: Biz sendika.org'un sık sık Lenin yazısı yayınladığını hatırlamıyoruz. Sık sık Wallerstein yayınladıklarını biliyoruz, ama Lenin'i hiç mi hiç hatırlamıyoruz. Yanılıyorsak, özeleştiriye açığız. Ama yanılmamızın mümkün olmadığı bir başka şey var. Sendika.org'un yayın politikasını bir yana bırakıp Halkevleri'nin genel politikasına dönersek, burada Leninizmin kırıntısının bile bulunamayacağını rahatlıkla iddia edebiliriz. Örneğin proletarya partisi konusuna yaklaşımlarında, örneğin sendika politikasında, örneğin proletaryanın burjuvazinin siyasi güçlerinden bağımsızlığı konusunda, örneğin burjuva devletine yaklaşımda, örneğin ulusal sorunda. Ama şimdi boykot konusunda Leninizmi savunmak istiyorlarsa, bu da bir başlangıçtır!)

Şimdi ana konumuza geri dönelim. Önce doktrin ile doktrinerlik arasındaki ayrıma kısaca değinelim. Doktrin, Marksistler için, uluslararası sınıf mücadelelerinin deneyimiyle etkileşim içinde oluşan ve sınıf mücadelelerine yol gösteren fikirler bütünü olarak son derece önemlidir. Buna karşılık doktrinerlik yukarıda tanımlanan dengeyi bozar, fikir ile eylemi birbirinden koparır, fikri donmuş ve hiçbir zaman değişmeyecek bir soyut ilkeler manzumesi olarak yüceltir ve bu soyut niteliğiyle ilkelerin her somut koşula aynı şekilde uygulanacağı yanılsamasını yaratır. Bu süreçte fikirler sınıf mücadelesine yol gösterme kapasitesini yitirir. Oysa Lenin'in kendisi, politikanın her zaman "somut durumun somut tahlili" üzerinde yükselmesi gerektiğini ısrarla söylemiştir.

MT yazarı Lenin'in yüzyılın başında, 1905 devriminin yükseliş ve geri çekiliş evrelerinin somut bağlamında yaptığı bir tartışmayı somut içeriğinden kopararak ait olmadığı alanlara doğru genişletiyor ve sonunda ortaya bir karikatür çıkıyor. Bunu anlayabilmek için önce Lenin'in Rus devrimci hareketinin öteki unsurlarıyla giriştiği boykot tartışmasını kısaca özetleyelim. 1905 devrimi bütün hızıyla sürerken, Çar mücadeleyi devrimci rotasından monarşinin hakimiyetini koruyan bir rotaya saptırmak amacıyla danışma meclisi karakterini taşıyan bir parlamento (Duma) vaad eder. Lenin ve Bolşevikler, 1905-1906 yıllarında bu parlamentoyu bütün güçleriyle boykot ederler. Amaç, devrimin rayından çıkmasını hedefleyen bu manevrayı yenilgiye uğratmaktır. 1907'ye gelindiğinde ise, devrim artık yenilmiş, mücadele büyük ölçüde sönümlenmiştir. Bu yüzden Lenin bu kez eskisinden çok daha gerici bir karakter taşıdığı halde parlamentoyu boykot etmenin yanlış olduğunu ısrarla savunur.

1905 Rus devriminin bağlamında Lenin'in politikası bütünüyle doğru olduğu gibi, bu politikanın proletarya devrimcilerinin bütün ülkelerde ve bütün zamanlarda izleyeceği politik hat bakımından son derecede önemli bir sonucu da vardır. Burjuva parlamentosunun temel işlevi  burjuvazinin hakimiyetinin sürdürülmesidir diye devrimciler parlamentoya sırtlarını dönmezler. Parlamentoyu (ve parlamento seçimlerini) hem işçi sınıfının kısa vadeli hedeflerini ilerletmede hem de sınıfı uzun vadede devrime hazırlamada bir alan olarak kullanırlar. Yerine tarihsel olarak daha ileri, proletaryayı iktidara taşımak bakımından daha elverişli bir alternatif kurum önerilecek bir somut durum yoksa, yani esas olarak bir devrimci yükseliş yoksa, parlamento işçi sınıfının mücadelesi yolunda bir araç olarak kullanılmalıdır. Türkiye'de 1970'li yıllardan beri solun daha devrimci eğilimdeki örgütlerinde yaygın olarak kabul gören boykot anlayışı, bu bakımdan Leninist politikaya bütünüyle aykırıdır.

MT yazarına bakılırsa, biz boykotçular somut koşulları göz önüne almıyormuşuz, çünkü sınıftan kopukmuşuz. Neden? Çünkü Lenin boykotun sadece devrimci yükseliş olduğunda anlamlı olduğunu açıkça söylemiştir. Demek ki biz ya Lenin'den haberdar değilizdir, ya da Türkiye'de devrimci yükseliş olduğunu sanmaktayızdır. MT yazarı naziktir. İlk olasılıktan söz etmez. Bizlerin somut durumdan kopuk olmamıza yorar yanlışımızı.

Şimdi işin püf noktasına gelelim. Lenin 1907'deki ünlü "Boykota Karşı" yazısı (MT yazarının sürekli alıntı yaptığı yazı) başta olmak üzere, boykotu reddederken neyin boykotuna karşı çıkıyordu? Duma'nın, yani parlamentonun. Gidin o yazıyı okuyun. Yazının özellikle başlarında Lenin'in nasıl boykot kelimesini her kullandığında "Duma'nın boykotu" yazdığını göreceksiniz. Lenin'in Rus devrimci hareketi içinde yürüttüğü bu tartışma, bir seçim taktiğine falan ilişkin değildi. Lenin devrimci işçi hareketinin ülkenin siyasi tartışmasının içinde yürüdüğü esas mecra olan parlamentodan, gerici vb. olduğu gerekçesiyle uzak durulmasını yerden yere vuruyordu. Biz neyi boykot ediyoruz? Seçimleri bile değil. Bir referandumu! Nasıl oluyor da Lenin'in parlamentonun boykot edilmesine ilişkin fikirleri, genel olarak boykot karşıtı fikirler haline geliyor? İşte doktrinerlik! İşte ilkeleri somut içeriğinden koparmak, fikirleri kof bir dogma haline getirmek! MT yazarının yaklaşımı benimsense, 1960'lı ve 70'li yıllardaki öğrenci boykotları ya da günümüzde tüketim boykotları da "Lenin karşı" diye reddedilecek!

"Leninci geçinen" başka çevrelerin savunusu bizi ilgilendirmez. Bizim DİP Girişimi olarak parlamento meselesine ilişkin yaklaşımımız tarihimizde berrak biçimde ortadadır. DİP Girişimi'nin anası olan hareketler de, kurulduğundan bu yana partinin kendisi de belirli seçimlerde (1995, 2002, 2007, 2009, hatta bir bakıma 1987), kendi yoldaşlarını da aday göstermeye kadar giden bir tavırla her zaman parlamenter alanı politik tartışmanın bir mecrası olarak kullanmaya yönelik bir politika izlemiştir. Daha çarpıcısı, DİP Girişimi'nin bu referanduma ilişkin ana bildirisinin başlığı, "Referandumda boykot, seçimde Üçüncü Cephe"dir (bkz. http://www.iscimucadelesi.net/index.php?option=com_content&task=view&id=1060). Bir parti referanduma ilişkin oy çağrısını seçim tavrı ile ilişkilendirir, hatta daha da ötede onunla gerekçelendirirse, bunun Lenin'in anlamında parlamentoyu boykot ile bir ilişkisi kalır mı?

Yukarıda "seçimleri bile değil, referandumu" boykot ettiğimizi söyledik. Bu ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Seçimleri boykot eden parlamentoyu boykot etmiş olmaz mı? Tutarlı ve sürekli bir davranış olarak benimsendiği takdirde elbette evet. Ama bazı durumlarda seçim boykotu parlamentonun boykot edilmesinden farklılaşabilir. DİP Girişimi'nin tarihsel öncülü, 90'lı yılların Patronsuz Generalsiz Bürokratsız Sosyalizm hareketi, 1994 belediye seçimlerinde Kürt halkını temsil eden DEP'in adayları devletin ağır bir baskısı altında seçimden çekilmek zorunda kalınca seçimleri boykot etmiştir. Ama hemen ertesi yıl yapılacak genel seçimlere Emek ve Özgürlük Bloku olarak katılınmasını savunmaya devam etmiş, bu öneri başta Kürt hareketi olmak üzere benimsenince kendisi de Emek, Barış, Özgürlük Bloku'nun içinde yer almıştır. 1994'te parlamentonun boykot edilmediği ortadadır. Elbette seçimlerin boykotu zor bir karardır; her durum kendi içinde değerlendirilmelidir. Karar doğru ya da yanlış olabilir. Ama parlamentonun boykotundan farklıdır.

Lenin'in ve diğer tarihsel önderlerin doktriner biçimde okunuşu çok zararlıdır. Devrimci Marksist harekette yaratıcılığa ciddi bir darbe anlamına gelir. Ama bu durumda daha da acıklı bir şey vardır. MT yazarı grubunun bir taktik kararını gerekçelendirebilmek için Lenin'i suistimal etmiştir. Klasiklerin kullanımında en çok bundan kaçınılmalı, bize büyük bir ışık tutan bu büyük zekâlar dar açılı, kısa dönemli, geçici polemiklere kurban edilmemelidir.

Bu bölümü bir ironiye işaret ederek bitirelim. Yukarıda DİP Girişimi'nin ve onun anası olan hareketlerin yaklaşık bir çeyrek yüzyıldır parlamento seçimlerine ilişkin yoğun bir çaba göstermiş olduğuna işaret ettik. Bizi Lenin'in boykota ilişkin fikirlerine aykırı davranmakla eleştiren MT'ye soralım: Bir hareket olarak varolalı beri MT kaç seçimde parlamentoyu ciddiye aldığını gösteren bir politika izlemiştir? Hiçbir tavır almadığınız seçimlerde bu yaklaşımınızın nedenlerini açıklayabilir misiniz?  Parlamentoyu işçi sınıfının mücadelesinin mecralarından biri olarak görmek MT hareketinin bir özelliği midir?

Kim siyaset yapıyor? Kim "anayasal hayaller"le oyalanıyor?

MT yazarının kendileri dışındaki sol akımlara temel eleştirilerinden birinin "siyasal sorunlara ilgi göstermeyen" bir tavır benimsemeleri olduğuna değinmiştik. Oysa yukarıda MT'nin kendisinin anayasa paketinin içeriğini ve çeşitli hükümlerini, somut siyasal bağlamdan bütünüyle kopararak ele aldığını ve hukuki anlamda bir ilerleme olarak gördüğünü ifade etmiştik. Yazıyı MT'nin tavrı ile DİP Girişimi'nin tavrını bu bakımdan karşılaştırarak bitirelim.

DİP Girişimi'nin boykot çağrısı yapması ve Emekçilerin ve Ezilenlerin Boykot Cephesi'nde yer alması, bu siteyi izleyenlerin gayet iyi bilecekleri gibi, çok somut bir dizi siyasi analizin üzerinde yükseliyor. Her şeyden önce, DİP Girişimi referandumun, ardından gelecek "genel seçimlerin genel provası" olduğu yolunda berrak bir tespit yapmıştır. Boykot politikası bundan koparılarak ele alınamaz. Tuhaf biçimde, MT yazarı da benzer bir tespit ile giriyor yazısına. Daha ilk paragrafta şöyle diyor: "Hiç kuşku yok ki referandum, aynı zamanda gelecek yıl yapılacak genel seçimin pek çok açıdan provası olacaktır." Biz tespitimizin sonucunu çıkarıyoruz. İki bakımdan: Bir, prova hazırlanmak demektir; biz de referandumu seçime hazırlanmak için kullanıyor, şimdiden Üçüncü Cephe'nin kuruluşunun propagandasını yapıyoruz. İki, kendimizi genel seçimde bulunmak istediğimiz yere, burjuvazinin iki cephesinin dışına yerleştiriyoruz. MT ne yapıyor? Provayı seçim için nasıl değerlendiriyor? Ve kendisini nereye yerleştiriyor provada? Biz Üçüncü Cephe'yi kurabilirsek orada mücadele edeceğiz. Halkevleri çok muhtemeldir ki CHP'ye (açık ya da daha kötüsü gizli) destek verecek. MT ne yapacak? AKP'yi mi destekleyecek?

Meseleyi bir başka biçimde de ifade edebiliriz. Biz defalarca yazdık: Referandum seçimlerden daha az önemlidir, çünkü seçimler hem iktidarı belirleyecektir, dolayısıyla ("Evet" kazanmışsa) anayasa değişikliklerinin somut anlamı belirlenmiş olacaktır, hem de, daha da önemlisi, gerçek bir Üçüncü Cephe'nin yani işçi politikasıyla Kürt politikasının bir sentezinin kurulup kurulamayacağını gösterecektir. MT yazarı ise "prova" fikrinden hareketle neredeyse benzer  bir sonuca ulaşıyor: Bu durum "kitlelerin gündemine politik gelişmeleri daha fazla sokmakta ve onları bir tavır almaya zorlamaktadır." "Politik gelişmeler" anayasa maddelerinden farklı bir şeydir. Siyasi partileri, bu partiler arasında güç dengelerini, siyasi iktidarın kimin elinde olacağını ilgilendirir. Peki kitleler bu konularda tavır almaya zorlanmakta ise, komünistler adına MT kitlelere ne diyor? "AKP ile birlikte oy kullanın" mı diyor? Referandum genel seçimin provası ise bu doğru oluyor mu?

Bizim uzun zamandır bütün politikamızın, burjuvazinin içinde yaşanan ve üstyapıyla sınırlı olmayıp sınıf içi bir sınıf mücadelesi olduğunu ileri sürdüğümüz iç savaş tahlili üzerinde yükseldiğini bu sitenin okuyucuları biliyor. Buradan çıkarttığımız politik görevin ne olduğunu da: İşçiler, emekçiler ve bütün ezilenler burjuvazinin her iki cephesinden de kopartılmalı ve bir Üçüncü Cephe kurulmalıdır. Yani işçi, emekçi, ezilen kitlelerin burjuva cephelerinden birinin ya da ötekinin sıra eri haline getirilmesine izin verilmemelidir. Tuhaftır ki MT yazarı da bize benzer bir tespit yapmakta ama bunun politik sonucunu çıkarmaktan kaçınmaktadır: "İşçi sınıfının bu karmaşık siyasal süreçte hem burjuva kesimlerden birisinin payandası olmaması, hem de bağımsız sınıf çizgisini geliştirerek kendi çıkarlarının takipçisi olması için komünistlere büyük görevler düşüyor." (Vurgu bizim.) AKP'nin "küçük reform"larına oy çağrısı yaparak MT işçi sınıfını "burjuva kesimlerden birisinin payandası" olma yoluna itmiş olmuyor mu?

Nihayet, MT yazarının boykotçulara yönelttiği temel eleştirilerden birine geliyoruz. "'Boykot'çu sosyalist çevreler anayasa değişikliğinin karşısına hiçbir şey koymuyorlar." Yine tuhaf. DİP Girişimi bir yana, boykotçu hareketlerin çoğunluğu, bu anayasa paketinin yerine yeni bir demokratik anayasa projesini koyuyor. Yani onlara bile haksızlık var. Biz, tekrar tekrar ifade ettiğimiz gibi, yeni bir anayasa arayışını işçi sınıfı, sol ve Kürt halkı için yararlı olmak bir yana zararlı görüyoruz; ama bu, yeni anayasayı savunanların anayasa değişikliğinin karşısına bir şey çıkardığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Biz ise AKP'nin sefil anayasa paketinin karşısına, Üçüncü Cephe'nin kuruluşunu koyuyoruz. Daha ne kadar somut olabilir? 

MT yazarı yukarıdaki cümleyi yazmadan biraz önce boykotçuların çeşitli gerekçelerini şöyle özetlemişti: "Kimileri, değişikliklerin ‘sivil anayasa' ihtiyacına karşılık vermediği gerekçesiyle; kimileri, ‘işçi sınıfının sivil anayasaya değil üçüncü cepheye ihtiyacı var' gerekçesiyle; kimileri ise ‘burjuvazinin oyununu bozmak ve maskelerini düşürmek' için referandumda boykot çağrısı yaptıklarını söylüyor." Yazının en doğru cümlesi. Bu cümle, birincisi, MT yazarının boykot cephesinde yer alanların farklı gerekçeleri olduğunun bilincinde olduğunu gösteriyor; ikincisi, DİP Girişimi'nin özgün, sadece ona ait olan pozisyonunu (yukarıda ikinci sırada) gayet iyi kavradığını gösteriyor; üçüncüsü, ilk iki pozisyonun referandum karşısında bir şeyler önerdiğini kendisinin de bildiğini. Öyleyse nasıl "karşısına hiçbir şey koymuyorlar?"

Son olarak, boykot konusunda Kürt hareketi ile sosyalistlerin birbirlerinden ayrıştırılmaları fazlasıyla kolaycı bir tavırdır. Ayrıntıya girmeden iki soruna işaret edelim. Birincisi, genel düzeyde bakıldığında, Kürt hareketi Lenin'in boykot politikasında olduğu gibi devrimci bir çözüm arayışı içinde mi ki onun boykotu Lenin'in kriterlerine göre yanlış olmuyor? İkincisi ve daha önemlisi, Türkiye politikası laboratuvarda incelenen bir vaka mı ki sosyalistlerin boykot kararı Kürt sorunundan ve Kürt hareketinden bu kadar kolaylıkla ayrıştırılabiliyor?

MT referandum karşısında aldığı tavırla birlikte son derecede tehlikeli bir yola girmiştir. DSİP'in politikası ile özdeş olan bu politikanın, işçi sınıfı yönelişi ile bağdaşması mümkün değildir. Unutmayalım, DSİP kendisi, Türkiye'nin devrimci eğilimdeki akımları (THKP-C, THKO, TKP-ML-TİKKO) içinden gelenler arasında yüzünü en erkenden işçi sınıfına dönen Kurtuluş'un içinden gelmiştir; üstelik, işçi sınıfı çalışmasında en çok ısrar eden kanadının mirasçısıdır. Bugünkü hali ortada. Politika her zaman sınıf politikasıdır. MT tehlikeli sularda kulaç atmaya başlamıştır.


[1] DSİP Başkanı Doğan Tarkan'ın anayasa paketi konusundaki görüşlerinin bir eleştirisi için bkz. Mustafa Kemal Coşkun, "Kimin İçin İleri?", Radikal İki, 29 Ağustos 2010. Yazı bu sitede de okunabilir: http://www.iscimucadelesi.net/index.php?option=com_content&task=view&id=1094&Itemid=1.

[2] İlgili okuyucu cevabımızı teorik temelleriyle birlikte şu kaynakta bulabilir: "Devlet Mülkiyeti: Toplumsal Mülkiyete Giden Yol", Sınıf Bilinci, sayı 19, Kış 1997.