Kuyunun dibi yeniden göründü: Dünya ekonomisinde balonlar patlıyor, kriz derinleşiyor (Yılmaz Tan - 30-09-2007)
Tam da bu gelişmelerin dünya ekonomisini kasıp kavurduğu bir dönemde bir ekonomi gazetesi ilginç bir habere yer vermiş. ABD'deki Harvard üniversitesinden bir hukuk profesörü pokerin gençlere hayatta kalmayı ve risk almayı öğreten bir eğitim yöntemi olarak kullanılması ve müfredata konması için kolları sıvamış (Referans, 25.8.2007). "Herkes poker oynasa bence dünya daha yaşanır hale gelir" diyen profesöre göre kumarla dolu ve her gün risk alınan bir hayatta, poker çocuklara daha doğru kararlar vermelerini ve kendi sınırlı kaynaklarını kumarda daha akıllıca kullanmalarını öğretebilirmiş! Burjuvazinin günümüzde artık dünyayı yönetmekten iyice uzaklaştığının, ateşi bir inen bir çıkan hastanın halüsinasyonlarıyla hareket ettiğinin güzel bir örneğiyle karşı karşıyayız. Zira o çocukların burjuva amcaları zaten yıllardır insan ihtiyaçlarını gidermeye dönük üretim faaliyetini "yan iş" olarak görüp, para piyasalarında "poker oynamayı" adet haline getirmiş durumdalar. Yaklaşık son 20-30 yıldır kapitalizmin krizi kronikleşiyor, ama kapitalistler dünya finans sistemine bütün çeki düzen verme çabalarına rağmen adeta "batan gemide poker oynamaktan" vazgeçmiyorlar, uluslararası finans piyasaları, dünya çapında bir kumarhaneye dönüşmüş durumda.
Daha önceki seferlerde başka spekülatif alanlarda patlayan balon bu sefer konut piyasalarında karşımıza çıktı. Konut fiyatlarındaki yükselişin devam edeceği, bugün alıp yarın satanların daha çok para kazanacağı inancı ya da beklentisi karşısında konut fiyatlarının düşüşe geçmesiyle yüksek faizle kredi kullananlar borçlarını ödeyemez duruma düştü. Borçların teminatı olan konutların para etmemesiyle birlikte, konut kredisine kaynak yaratan finans şirketleri ve fonları kredi vermekte kullandıkları parayı başkalarından topladıklarından, iyice zor duruma düştüler. Söz konusu finansal krizi tetikleyen ana unsur konut kredilerindeki iflaslar olsa da son yıllarda sürekli benzer krizler yaşadığımızı unutmayalım. 1994 Meksika krizi, 1997 Güney Doğu Asya krizi, 1998 Rusya ve Türkiye'de patlak veren krizler, 2002 World Com ve Enron vakalarında açığa çıkan "yeni ekonomi" balonunun patlaması ve nihayet bugünkü 2007 gayrimenkul krizi. Kendisini bir kredi krizi olarak açığa çıkartan bu finansal krizleri açıklayan iki ana yaklaşım söz konusu: Birincisi bu tür krizleri firmaların ve tüketicilerin gereğinden fazla kredi talep etmeleri ve borçlanmalarının ("risk alma iştahı") bir ürünü olarak değerlendiriyor. İMF Başkanı'nın bazı yatırımcıların likidite ve finansal araçların fiyatlandırılması konusunda riskleri küçümsediği ve öngörmediği (Referans, 24.8.207) yönlü görüşü özellikle iyimser sermaye kesimlerinde yaygın kabul görüyor. Bu gelişmelerin bir "düzeltme" hareketi olduğunu iddia eden açıklama tarzını en iyi ABD Hazine Bakanı'nın şu sözleri ortaya koyuyor: "son dönemdeki çalkantı ekonomik zayıflıktan değil, kötü kredi vermekten kaynaklanmaktadır" (Milliyet, 22.8.2007). ABD Başkanı Bush da 2002'de patlak veren daha önceki dalgalanmada "bir kaç kötü aktör tüm serbest girişim sistemimizi lekeliyor" demişti (Milliyet, 2.7.2002). İkinci açıklama tarzı ise daha çok birinci görüşü savunanların varsayımından ("insanlar para karşısında açgözlü ve bencildirler") hareket etmekle birlikte devlet ve benzeri kurumların izledikleri politikaları sorumlu tutan bir anlayışa sahiptir. Buna göre sorun konut piyasasında kredi şişmesi gibi gözükse de bunun altında hükümetlerin izlediği yüksek faiz politikasının ekonomik canlılığı örselemesi ve hızla artan petrol fiyatlarının enflasyona neden olması yatmaktadır.
Her iki açıklama tarzına hakim olan ortak unsur, bunların yaşanan sorunları kapitalizmin karar birimlerinin (devlet ve hükümetler, girişimciler ve firmalar, tüketiciler) yanlış davranışlarıyla ya da yeteri kadar denetlememesiyle açıklamalarıdır. Oysa gerçek nedenin başka bir yerde yattığını bir burjuva iktisatçısı gayet güzel özetliyor: " ‘Bırakınız yapsınlar' yerine düzenleme içinde bir yapı oluşturulmalı. Para kazananların yaratıcılık ve kural aşma yeteneği ile düzenleyici otoritelerin düzenleme yapma hızı bir türlü kesişmiyor. Düzenleyici otoriteler hep geride kalıyor" (Referans, 22.8.2007). Dolayısıyla yaşanan sorunları davranış bozuklukları, yetersiz denetim ya da Amerika'ya özgü "vahşi kapitalizm"in dünyaya egemen olmasıyla açıklamak doğru değildir. Soru şudur: başta sermayedarlar olmak üzere, hükümetlere ve farklı bölgelerdeki ülke ekonomilerine aynı davranış kalıplarını dayatan, onları böyle davranmak zorunda bırakan dinamikler nelerdir? Bu sorunun cevabı, dünya kapitalizmine son 20-30 yıldır damgasını vuran yapısal bir özellikte, başta ABD ve Japonya olmak üzere pek çok ülkede devletten firmalara ve tüketicilere uzanan bir zincir içinde aşırı ölçüde borçlanılmış olmasında yatmaktadır. Peki neden başta mali sermaye kuruluşları olmak üzere firmalar ve tüketiciler kendilerini bu kadar borçlanmak zorunda hissediyorlar? Bunun temel nedeni kapitalizmin uzun bir kriz içinde olması, azalan kâr oranları karşısında sermayenin kendini üretim alanından kaçarak daha kârlı yatırım alanlarına yönelme zorunluluğu altında hissetmesidir. Bu zorunluluğun en önemli sonucu ortada bir kredi şişkinliği oluşması ve daha fazla kârlılık beklentisi altında sürekli borçlanılmasıdır. Ancak spekülatif işlemler aslında üretim alanından ("reel ekonomi") elde edilecek artı-değer beklentilerine göre şekillendiğinden, bu beklenti balonu ("risk iştahı") bir kez patladığında başta borçlanan sermaye kesimleri olmak üzere tüketiciler ve ülkeler de sözde şişirilmiş servetlere denk düşen reel borçları ödemek amacıyla kârın asıl kaynağı olan artı-değer kitlesini üretmek için mevcut ve gelecekteki emek güçlerini "kiralamak" zorunda kalmaktadırlar. Yani fatura yine mevcut ve potansiyel artı-değer üreticisi işçi sınıfına çıkmaktadır, çıkacaktır!
Konut piyasasında patlayan krizin bütün dünya ekonomisini bir depresyona sürükleme olasılığı oldukça yüksek. Amerikan Merkez Bankası'nın yaşanan finansal krizin derin bir ekonomik krize dönüşmemesi için yapması beklenen faiz indiriminin ise "kurşun yarasına yara bandı" olarak yorumlanması da bunun bir işareti. Oysa uluslararası burjuva dünyasının "resmi" kurumlarına "her şey kontrol altında" yaklaşımı hakim. İMF'nin Başkanı, küresel ekonominin çalkantıya rağmen iyi bir görünüm sergilemekte (Referans, 24.8.2007) olduğunu, yine İMF Başkan Yardımcısı, borsalarda son günlerde kaydedilen iniş çıkışların kaygı verici olmadığını ve bunun sağlıklı bir düzeltme hareketi olduğunu, Dünya Bankası Başkanı büyüme ve gelişme için küresel ekonominin temel yapıtaşlarının oldukça güçlü olduğunu söyleyerek ortamı sakinleştirmeye çalışıyorlar (Milliyet, 3.8.2007). Halbuki bırakın Marksistlerin öngörülerini, burjuva sınıfının aklı selim sözcüleri arasında bile kapitalizmin krizinin derinleştiği ve inişe devam ettiği yönünde tedirgin görüşler yaygınlaşıyor. Uluslararası tefeci George Soros daha birkaç sene önce yaşanan benzer bir krizden sonra "kuyunun dibinden çıkacağız ama kuyudan bütünüyle çıkıp çıkmayacağımızdan emin değilim" demişti. Dünyanın en büyük tahvil fonu yöneticisi Financial Times gazetesine çok değil, üç sene önce dünya ekonomisinin ve mali piyasaların son 20-30 yılın en tehlikeli dönemeçlerinden birinde bulunduğu şeklindeki kaygılarını ifade etmişti (Milliyet, 21.6.2004). Aynı kişi bugün de benzer şekilde kredi piyasasında devam eden sorunlara ve özel sektör tahvillerinin son iki hafta içinde yüzde iki değer kaybetmesine ilişkin olarak "özel sektör tahvillerinin belirli bir kısmı muhtemelen hiç geri gelmeyecek" diyor (Milliyet, 25.8.2007).
Dünya çapında bir depresyon olasılığının Türkiye ekonomisi'ne etkilerinin (artan faiz oranları, yükselen cari açık, artan devlet borçları ve enflasyon, artan işsizlik vd.) tam bir felaket olacağını öngörmek çok zor olmasa gerek. Zira Türkiye ekonomisi yıllardır sürdürülen bütün büyüme efsanesine rağmen şu anda bir uluslararası finans uzmanının ifadesiyle "tefeciden borçlanan çok zor durumdaki bir tüccar görünümünde" (Referans, 6.8.2007).
Gerek dünya ekonomisinde gerekse de buna iyice bağımlı hale gelen Türkiye ekonomisinde yaşanacak bir "büyük iniş" olasılığının bedelini en başta işçi sınıfının ödeyeceğini daha önceki deneyimlerimizden biliyoruz. Burjuvazinin kazdığı "kuyudan" çıkmak mümkün. Asıl mesele dünya işçi sınıfını ve ezilenleri taşıyacak bir "merdiven"in inşa edilme çabalarına hız vermekte.