Kördüğüm! (22-03-2008)
İşçi Mücadelesi'nin yayın çizgisini izleyenler, dün gözaltına alınan "ulusalcı", sözde sol şahsiyetlerin gazetemiz tarafından yıllardır yerden yere vurulmakta olduğunu, bunların ilerici kılığına girmiş kaba milliyetçiler, Kürt ve Ermeni düşmanları olarak teşhir edildiğini ve sözde "anti-emperyalist" tavırlarının ne kadar uydurma olduğunun defalarca ortaya konulduğunu hatırlayacaklardır. Ne var ki, İlhan Selçuk, Doğu Perinçek ve ötekilerin göz altına alınış yöntemleri kabul edilemez. Bunlar polis devleti yöntemleridir. Ama bugün bu yöntemleri eleştirenler, yıllardır, onyıllardır sıradan siyasi insanlar, sosyalist ve devrimci demokrat solun örgüt liderleri, Kürt yurtseverleri, radikal aydınlar aynı yöntemlerle gözaltına alındığında susuyorlardı. Hatta bugün bile, "Cumhuriyet gazetesinin başyazarı ve imtiyaz sahibi bu yöntemle gözaltına alınmamalıydı" diyenler var. Yani İlhan Selçuk'a başka standart, solculara ve Kürtlere başka standart!
Ayrıca gözaltına alınan kişilerin Ergenekon örgütünün ne ölçüde içinde olduğunu, eylemlerinin planlanmasına ne kadar katıldığını da sormak gerekir. AKP hükümeti Adalet Bakanı aracılığıyla bu işin içine katıldığı ölçüde, ifade, basın ve siyaset özgürlüğüne bir saldırıda bulunmuş olmaktadır. Elbette İlhan Selçuk'un veya gözaltına alınmış kişilerin Ergenekon diye anılan derin devlet kuruluşuyla ilişkileri kanıtlanabilirse, bu söylenen geçersizleşir. Ama bu tür somut veriler ortaya konulamazsa, bu kişilerin ve onların temsil ettiği gazetelerin ve partilerin baskı altına alınmış olacağı açıktır. AKP hükümeti bu işin içinde olduğu ölçüde özgürlükleri ayaklar altına almaya yönelmiş olmaktadır. Bu konuda Selçuk ve ötekilerin gözaltına alınmasından sonra AKP hükümetinin derin devletin üzerine gitmekte olduğunu ileri sürerek böbürlenen babakan Tayyip Erdoğan ile bu gözaltıların hükümet ile ilişkilendirilmesine celallenen başbakan yardımcısı Mehmet Ali Şahin tam bir çelişkiye düşüyorlar. Eğer Ergenekon operasyonuyla hükümetin bir ilişkisi yoksa, Erdoğan neden böbürleniyor?
AKP hükümeti böylece özgürlükleri tehdit eder bir tavır içine girmekle, karşı tarafın demokrasiyi ayaklar altına almaya hazır tavrını yeniden üretmektedir. Burjuvazinin her iki kanadı da emperyalizmle ilişkiler, işçi ve emekçi karşıtlığı ve Kürt düşmanlığında ortaklaşmaları dolayısıyla politikalarının içeriği bakımından gericidirler. Bu İşçi Mücadelesi sayfalarında tekrar tekrar ortaya konulmuştur. Ama bugün kullandıkları yöntemler de her iki kampın da gerici olduğunu bir kez daha göstermiştir.
12 Mart başka, 21 Mart başka!
İlhan Selçuk'un sabaha karşı evinden alınması, yazarın 12 Mart'ta Ziverbey Köşkü'nde kontrgerilla tarafından sorgulanmasıyla karşılaştırılıyor. Cumhuriyet gazetesi ve yazarları bunu elbette yapıyorlar, ama iş bununla sınırlı değil. Hürriyet gibi askeri darbeleri destkelemesiyle kötü şöhret kazanmış bir gazete dahi manşetini "12 Mart'tan 21 Mart'a" diye atıyor! Aklı sıra böylece gecikmiş AKP muhalifliği heyecanı içinde hükümete bir darbe daha vuracak.
21 Mart 2007'nin İlhan Selçuk'u, 12 Mart'ın İlhan Selçuk'u değildir ki! Selçuk kendisi, 12 Eylül'den sonra Demirel'i destekleyebilmek için diyalektiği tanık göstermiş, insanların koşullara göre değişebileceğini ileri sürmüştü. Diyalektiğin yasalarını Selçuk'un kendisine uyguladığımızda, bir "karşıtına dönüşme" vakası ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Selçuk 12 Mart'ta kontrgerillanın saldırısı altında idi. Bugün kontrgerillanın yanında olduğu için saldırı altındadır! Barikatın öteki yanına geçmiştir. Geçtiğini de 2007 seçimleri öncesinde kendisi, ulusal çıkarlar öyle gerektirdiği için kendisine işkence edenlerle barıştığını yazarak itiraf etmiştir. 12 Mart ile 21 Mart, tam da rakamların ifade ettiği gibi, birbirinin tersidir! Bugün Selçuk'un, Perinçek'in, Alemdaroğlu'nun AKP ile savaşını "ilericilik" ile "gericilik" arasında bir savaş gibi göstermek isteyenler, ya politikadan hiçbir şey anlamıyorlar ya da yalan söylüyorlar! Burada iki gerici kamp arasında verilen bir savaş vardır. Esas görev işçi ve emekçi kitleleri ve gençliği bu iki kampın etkisinden kurtarmaktır.
"Küresel kapitalizmin aktörü" ile ona direnen "ulusalcı-milliyetçi güçler" karşı karşıya...mı?
İlhan Selçuk, Doğu Perinçek ve benzerlerini "ilericiliğin", hatta "anti-emperyalizm"in temsilcileri gibi görenlerin dışında kalanlar da çelişkiyi doğru kavrayamıyorlar. Birgün gazetesi manşetini "Yiyin birbirinizi" diye atmış. Analizine de "egemenlerin iç çatışması" başlığını atmış. İlk bakışta, Birgün'ün duyarlılığını ifade ettiği çevrelerin meselenin özünü yakalamış olduğunu düşünebilirsiniz. (Parantez içinde söylemek gerekir ki "yiyin birbirinizi" ifadesindeki gizlenemeyen sevinç biraz çocuksudur. Çelişkilerin görülmemiş bir doruğa ulaşması, ancak işçi sınıf ve ezilenlerin bu kamplar karşısında bağımsız tavır alabilecek bir gücü olduğu takdirde olumlu bir gelişme olabilir. Bugün durum bundan epeyce uzaktadır. Dolayısıyla bu düzeyde bir çatışma gerici sonuçlar doğurmaya gebedir.) Oysa, bu "egemenler"in niteleniş tarzı, Birgün yöneticilerinin aslında sorunu kavrayamamış olduğunu ortaya koyuyor. Buna göre, AKP "küresel kapitalizmin aktörü" iken, Selçuk, Perinçek ve ötekiler küresel sermayeye uygun bir dünya oluşturma çabasına direnen "ulusalcı-milliyetçi" güçleri temsil etmektedir. Bu, gerçekten bütünüyle uzaktır. Bu güçlerin "ulusalcı" ya da aynı anlama gelmek üzere "milliyetçi" olduğu elbette doğrudur. Ama küresel sermayenin ataklarına "direndikleri" doğru değildir! Bunların milliyetçiliği Kürde karşıdır, Ermeni'ye karşıdır, Yunanlı'ya ve Kıbrıslı Rum'a karşıdır. Barutu bu kadardır, emperyalizme direnmeye müsait değildir. Bunlar AKP iktidardayken onu emperyalizm yanlısı, kendilerini ise emperyalizm karşıtı gösterirler, ama işlerine geldiğinde ya da iktidarda olduklarında emperyalizm yanlısı politikalar izlerler.
Örnek mi istiyorsunuz? Sayalım:
-
Ecevit, uzun yıllar "ulusal sol"un temsilcisi gibi konuştu. Sonra hem 1999 Kosova savaşı, hem de 2001 Afganistan Savaşı'nda ABD'yi fiili olarak destekledi.
-
Baykal, Erdoğan'ı yıllarca Amerikancılıkla suçladı. Barzani ve Talabani'ye saldırdı durdu. Sonra 5 Kasım 2007'de Beyaz Saray görüşmesinde Bush "PKK ortak düşmamızdır" deyince, yelkenleri suya indirdi. "Görüşmenin sonuçları çok önemlidir" diyerek, "Kuzey Irak'a açılım"dan söz etmeye başlayarak bütün dünyayı hayrete düşürdü.
-
İlhan Selçuk'un kendisi, kendi imzasıyla yazdığı yazılarda ABDyi zaman zaman eleştirdi, ama imtiyaz sahibi olduğu Cumhuriyet'in birinci sayfasındaki "Cumhuriyet" imzalı haftalık yazılarda her zaman "müttefikimiz Amerika"dan söz etti, eleştiri yapmadı, sadece sitem etti.
-
Doğu Perinçek 70'li yıllarda Çin bürokrasisinin savunduğu üç dünya teorisinin etkisiyle SSCB'yi baş düşman ilan ederek, ABD emperyalizmine hayırhah bakan siyasal görüşün Türkiye'deki temsilcisi oldu. Ege ordusunun Sovyetlere karşı kuzey doğuya kaydırılmasını savundu. İncirlik üssünü emperyalizmin Türkiye topraklarındaki askeri merkezi olması yüzünden değil, bu üsten kalkan uçakların SSCB'yi Türkiye'ye karşı kışkırttığı gerekçesiyle protesto etti. Nihayet son Irak savaşında emperyalist çıkarların çatışması yüzünden ABD ile Fransa ve Almanya'nın arası açılınca Aydınlık sayfalarından Fransa ve Almanya ile ABD'ye karşı işbirliği yapılabileceğini savundu.
Bunların hepsi faşist MHP ile işbirliğini savunmuştur. Yoksa bazıları MHP'nin milliyetçiliğinin de "küreselleşme"ye, yani emperyalizme karşı olduğunu mu düşünüyor?
Bunların hepsi, son on yılda Türkiye ne zaman krize düşse, kurtuluşu bir askeri yönetimde görmüş, son dönemdeki yol ayrımına kadar her durumda orduya siyasi destek vermiştir. Oysa Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) hem ABD, hem de AB taraftarıdır. ABD taraftarı olduğunu kanıtlamaya gerek var mı? AB'ye gelince: Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nde AB'ye üye olmanın Türkiye'nin güvenliğinin bir gereği olduğu yazmıyor mu?
Öyleyse durum açıktır: söz konusu güçlerin "ulusalcı-milliyetçi" olması, Ortadoğu ve Balkanların halklarına karşı Türk milliyetçiliği yapmaktan başka bir anlam taşımaz. Tersinden bakılırsa, bu güçleri küresel sermayeye "direnen" güçler olarak göstermek, Birgün'ün "egemenlerin iç çatışması" tezinin altını oyar. Her iki kamp da emperyalizm yanlısıdır, işçi karşıtıdır, Kürt düşmanıdır. Doğrusu budur.
Buradan nereye?
Burjuvazinin iç savaşı yeni bir evreye girmiştir. Çelişkiler gittikçe patlayıcı hale geliyor. Mücadele artık içeriğinden bağımsızlaşmış, karşılıklı hamlelerle kimin kimi alt edeceği sorusu ile belirlenmeye başlamıştır. Bu büyük gerilimi sistemin uzun süre taşıması mümkün değildir. Oysa Batıcı-laik kamp kapatma davası ile aylarca sürecek bir gerginlik başlatmıştır. Yani işin doğası gereği gerginlik devam edecektir. Gerginliğin düşürülmesinin bir yolu elbette Anayasa Mahkemesi'nin iddianameye rağmen dosyaya bakmaması olabilir. Ama Sezer döneminde atanmış bir çoğunluğun bunu yapması pek de olası değildir. Kaldı ki yakında türban konusunda alınacak karar ortalığı bir daha karıştıracaktır.
Düzen bu gerilim düzeyini kaldıramazsa ne yapılacaktır? Bir basit cevap, taraflardan birinin Kürt sorununu harlayarak iki kampı birbirine yaklaşmaya zorlama taktiğini uygulaması olabilir: Örneğin büyük bir suikastin ya da ağır kayıplara yol açacak bir bombalama eyleminin PKK'nin üzerine yıkılması bugünkü gerilimi hiç olmazsa bir süre soğutabilir.
Bunun dışındaki yollar için sadece "bu iş karakolda biter" deyiminden esinlenmek mümkün olurdu-eğer iş zaten karakola ve mahkemeye düşmemiş olsaydı! Türkiye burjuvazisinin politik iç savaşının bir askeri iç savaşa dönmesi bir olasılıktır, ama kısa dönemde düşük bir olasılık. Ancak, gerilimin başka türden bir "askerileşmesi" olasılığı dışlanmamalıdır: Belirli gelişmeler sonucunda TSK siyasi hayata daha olağanüstü yöntemlerle müdahale etmeye yeniden girişebilir. TSK'nın Ocak ayından itibaren, yani türban tartışması başlayalı beri polemiğin merkezinden çekilmiş olması, bu sessizliğin bir süre daha devam etmesi halinde, orduya ileride iki kamp arasında bir "hakem" konumuna yerleşmek bakımından uygun bir imaj yaratabilir.
Sınıf mücadelesini yükseltmenin tam zamanı!
14 Mart'ta Türkiye AKP hükümetine karşı iki girişime tanık oldu. Biri Yargıtay Başsavcısı'nın AKP'nin kapatılmasını talep eden iddianamesiydi. Öteki ise işçi ve emekçilerin bütün Türkiye'ye yayılan eylemleri. Bunlardan birincisi, AKP'nin gerici yöntemlerle tasfiyesini hedefliyor, ikincisi ise bugün burjuvazinin iç savaşının ve ABD-Türkiye-Kuzey Irak ilişkilerinin çapraşık karakterinin Türkiye'yi içine soktuğu kördüğümü çözmenin tek ilerici yöntemini ortaya koyuyor. Bugün birleşik işçi ve emekçi mücadelesinin sürdürülmesi emperyalizmin ve burjuvazinin Türkiye'yi birlikte içine soktukları patlayıcı ortamın panzehiridir. Sendikaların hükümetle görüşmesinde geri adım atılmamalıdır! Hükümet zayıftır ve talepleri reddetme lüksüne sahip değildir. İşçi hareketi Türk-İş'in ve öteki konfederasyonların bürokrasisi üzerinde denetim kurarak mücadeleyi yükseltmenin önünü açmalıdır. İşçi-emekçi hareketi sadece kendi için mücadele etmeyecektir. İşçi sınıfı Türkiye'nin kördüğümünü çözme göreviyle karşı karşıyadır.