Kopara kopara! (05-05-2010)

Şöyle diyor Tayyip Erdoğan:

"32 yıl aradan sonra Taksim Meydanı 100 bini aşkın işçiyi memuru ağırladı. Taksim'de tarihi bir gün yaşandı. Gelişmelerle ilgili kimin ne dediği bizi çok ilgilendirmiyor. Ama biz 33 yıl aradan sonra böyle bir zemini hazırlamanın mutluluğu içerisindeyiz. Bugünün bir Emek ve Dayanışma Günü olarak ilan edilmesi, tatil olarak ilan edilmesi, AK Parti iktidarına nasip olmuştur. Taksim Meydanı ile ilgili verilen karar, AK Parti iktidarına nasip olmuştur. Oradan bazıları şu anda nemalanmak için, ‘Kopara kopara aldık, şöyle yaptık böyle yaptık' diyor. Kimsenin bu iktidardan kopara kopara aldığı bir şey yoktur. Kopara kopara almak isteyen varsa, bunlar 77'den iktidarımız dönemine kadar neredeydi, niye böyle bir şey almadılar?   2010 1 Mayıs'ı hafızalara kazanacaktır. 2010 1 Mayıs'ı Türkiye'nin nasıl değiştiğinin, tabularını nasıl yıktığının, statükoyu nasıl aştığının, korkularından nasıl sıyrıldığının somut  bir abidesi olmuştur" (Radikal, 3 Mayıs 2010).

Demek ki AKP hükümeti 1 Mayıs'ta Taksim alanını işçilere emekçilere bahşetmiştir.

Gerçek elbette bu söylenenden çok farklı. Bunu anlamak için basit bir düşünce deneyi yapmak yeterli. Farz edin ki 12 Eylül'den sonra işçi hareketi ve sol 1 Mayıs'larda 12 Eylül'ün işçi eylemlerine yasakladığı Taksim meydanına çıkmaya hiç çalışmadı. Farz edin ki, 1989 1 Mayıs'ında 17 yaşındaki bir genç işçi Taksim meydanına çıkmaya çalışan topluluk içinden hedef seçilerek polis tarafından katledilmedi. Farz edin ki, ertesi yıl 1 Mayıs'ta bir genç kadın yine Taksim'e çıkmaya çalışan topluluk içindeyken polis kurşunuyla felç olmadı. Farz edin ki, DİSK, KESK ve sosyalist hareket 1977 katliamının 30. yılı olan 2007'de (ve Türk-İş'ten bazı güçlerin kaıtılımıyla 2008'de) Taksim'e çıkmak için mücadele etmedi, gaz ve basınçlı su yemedi. Farz edin ki, yine aynı güçler 2009'da, daha önceki yıllarda devletin sergilediği bütün gaddarlığa rağmen yeniden Taksim'de ısrar ederek 5 bin kişiyle meydana girmedi. Tarih böyle gelişmiş olsaydı, elini vicdanına koyarak "AKP hükümeti yine yüce gönüllülükle Taksim meydanını 1 Mayıs kutlamalarına açardı" diyecek tek bir kişi bulunabilir mi?

Bu şekilde düşünmek, toplumsal olayların doğasının izin verdiği ölçüde, neredeyse matematik bir kesinlikle kanıtlıyor ki, Erdoğan (ve liberaller) 1 Mayıs 2010'un toplumda yarattığı prestijden yararlanarak olumlu puanları hükümetin hanesine yazmaya çalışıyor(lar). Taksim meydanı 1 Mayıs günü "kopara kopara" alınmıştır! (Bu solun terminolojisi değil. Sol genellikle "söke söke almak"tan söz eder. Erdoğan herhalde solun terminolojisine yabancı olduğu için bunu kendi diline tercüme etmiş olmalı.)

Elbette, Taksim'in "kopara kopara" alınmış olması, hükümetin bu yıl Taksim'i 1 Mayıs'a açmasının kaçınılmaz olduğu anlamına gelmez. Hükümet, bu yıl da Taksim'i yasaklayabilir ve kitlelere eziyet etmeyi seçebilirdi. Böyle yapmak yerine 1 Mayıs'ın Taksim'de kutlanmasına olanak tanıması bir tercihtir ve bu tercihi neden yaptığını açıklamak gerekir. Burada da hükümetin âlicenaplığı değil, politik hesaplar rol oynamıştır.

İşçi Mücadelesi'nin uzun süredir yaptığı "burjuvazinin politik iç savaşı" tahlili bu noktada büyük önem kazanıyor. İşçi Mücadelesi, burjuvazinin Batıcı-laik kanadı ile İslamcı kanadı arasındaki çıkar ve iktidar mücadelesi ile bunun sonucunda AKP ile başını Türk Silahlı Kuvvetleri'nin çektiği güçler kampı arasındaki büyük yarılmanın işçi sınıfına ve ezilenlere önemli olanaklar sağlayacağını yıllardır vurguluyor. Üstüste yaşanan iki olay, bu saptamayı doğrulamıştır.

Önce Aralık 2009 ile Mart 2010 arasındaki iki buçuk ay boyunca hükümetin cepheden karşı karşıya geldiği Tekel işçisini bir aylık sürenin basıncından kurtaran kararıyla Danıştay hükümete bir gol atmıştı. Şimdi de ters yönden AKP karşı cepheyi zorlamak için işçi sınıfına doğru adımlar atıyor. Anayasa paketine sokulan çeşitli türden grev yasaklarının kaldırılması ya da kamu emekçilerine (grevsiz) toplu sözleşme hakkı tanınması türünden hükümler bu türdendir. AKP referandumu kazanmak için işçi sınıfı ve emekçilere ucuz hediyeler dağıtıyor. Ucuz diyoruz, çünkü bu hükümler gelecekte bir aşamada AB uyum faaliyetleri dolayısıyla zaten kaldırılacaktı. Yapmak zorunda olduğu şeyleri bu aşamada yaparak AKP siyasi avantaj elde etmek istiyor.

İşte 1 Mayıs'ta Taksim'in açılması da tam bu bağlama yerleşiyor. AKP hükümeti, son üç 1 Mayıs'ta polis gaddarlığına dayanan uygulamalarıyla "demokrat" imgesinde ciddi bir yıpranma yarattığının farkındaydı. Bunun hele çok riskli bir oylama olacak olan anayasa referandumunun öncesinde tekrarlanması hükümete çok şey kaybettirebilirdi. Hükümet bunun yerine eski tavrından çark ederek "büyüklük bende kalsın" gibi bir tavırla puan toplamaya yöneldi.

Bunu yaparken izlediği bir taktiğe de işaret edilmeli. Hükümet Taksim meydanını açmaya karar verdiğinde AKP'nin işçi bürosu gibi çalışan Hak-İş'e ve memur bürosu gibi çalışan Memur-Sen'e haber vererek onların 1 Mayıs toplantılarına katılmalarını sağladı. Hatta aynı şey, 2008'de Taksim cephesini son anda terk ederek mücadeleye ihanet eden, 2007 ve 2009'da ise Kadıköy'de Taksim mücadelesini zayıflatma mitingleri düzenleyen Kumlu için de geçerlidir. Böylece, hükümet, Taksim kutlamasını kendine yakın konfedrasyonların da katıldığı bir "şölen"e dönüştürerek geçmiş mücadelenin izlerini daha da fazla silmeye çaba göstermiş oluyordu. Ah, Tekel işçileri! Kumlu'yu meydanı terk etmeye zorlamamış olsalardı, şov ne kadar bütünsel olacaktı!

Evcilleştirme

Yukarıda söylenenleri, soldan konuşarak 2010 1 Mayıs'ına özel bir misyon atfetmeye yönelenlerin tezlerinden dikkatle ayırmak gerekir. Türkiye burjuvazisi, bütün kanatlarıyla 2010'da tarihinde ilk kez 1 Mayıs'a ilişkin farklı bir yöneliş benimsemiştir: evcilleştirme. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana 1 Mayıs'tan korkan, onu şiddetle bastırmaya çalışan burjuvazi, nihayet 1 Mayıs'a da bir süredir 8 Mart'a ve Newroz'a farklı düzeyde başarıyla uyguladığı taktiği uygulayarak onu düzenin dişlileri arasında öğütmeye doğru ilk adımını atmıştır.

Cumhurbaşkanı Gül'den İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın'a herkes birdenbire "emekçi" olduğunu keşfetmiştir. Başbakan Erdoğan'dan TÜSİAD başkanına kadar herkes "birlik ve beraberlik"ten, "toplumsal barış"tan söz etmeye başlamıştır. AKP'den CHP'ye, milletvekillerinden belediye başkanlarına bütün siyasi güçler 1 Mayıs meydanında aniden hep birlikte zuhur etmiştir. Bu evcilleştirme operasyonuna karşı kararlı bir mücadele gereklidir. 1 Mayıs sınıflara bölünmüş bir toplumun hep birlikte kutlayacağı bir bayram değildir. Toplumun hakim sınfı burjuvaziye ve onun siyasi iktidarına karşı, işçi sınıfının ve emekçilerin uluslararası dayanışma içinde verdikleri mücadelenin sembolik günüdür. 1 Mayıs'ı burjuvazinin projesi doğrultusunda evcilleştirmeye katkıda bulunan hiç kimse "sol" sıfatını taşıyamaz.

Bu 1 Mayıs'ta 1977 yılında yitirilen yoldaşların anılması teması etrafında yaratılan nostalji politikası bu yaklaşıma hizmet etti. Ancak bu bir defalık bir şeydi. Bundan sonra aynı derecede etkili olmayacaktır. Esas burjuvazinin bu günü herkesin birbirine çiçek verdiği bir mutluluk günü, içeriği boşaltılmış bir "emek" ve "dayanışma" bayramı olarak kutlama çabalarına karşı mücadele etmek görevdir. Bunun için devrimci olmak gerekmez. Burjuva toplumunun sınıflara ayrıldığını kabul eden herkes ve elbette sınıf örgütleri olan sendikaların başına geçmiş herkes bu meseleye böyle bakmak zorundadır.

Tekel'den 1 Mayıs'a

1 Mayıs 2010 başarılı bir 1 Mayıs olmuştur. Geçen yıl BirGün gazetesinde Taksim'i ve Kadıköy'ü değerlendiren bir yazımızda şöyle yazmıştık:

"Siz 5 bin yerine 10 bin kişinin Taksim'e girmesini engellemek için bunca gaddarlık uygulayacaksınız, sonra da suçu "marjinal gruplar"a atacaksınız! Gaddarlığın üstüne bir de halkın parasını bu kriz ortamında israf ediyorsunuz. 27 bin polis, bunların fazla mesai ödemeleri, teçhizata, gaz bombalarına, sıkılan suya onca masraf, saymakla bitmez, hepsi 10 bin değil 5 bin olsun diye mi? Hayır, Taksim serbest olsaydı, biliyorlar ki, orada 100 bin olacaktı, onu engellemek için!"

O yazıyı okuyan nice yorgun solcu, bizim verdiğimiz 100 bin sayısının büyük bir hayalperestlik olduğunu düşünmüştür. Oysa bu öngörü fazlasıyla doğrulanmıştır. Çünkü 12 Eylül'ün Türkiye'de kurduğu sistem işçi ve emekçi sınıflar için bir korku sistemi idi. İleri derecede politize olmamış insanlar, birçok protesto ve mitinge polisin saldırısından korktuğu için gelmiyordu. Şimdi burjuvazi, evcilleştirme operasyonuna girişiyor, ama ateşle oynuyor.

Ama bu yıl 1 Mayıs'ın bu kadar görkemli kutlanmasının, örneğin İzmir'de (abartma da olsa) 100 bin rakamının telaffuz edilmesini olanaklı kılan bir kitlenin toplanmasının esas nedeni başkadır. Türkiye'de işçiler ve emekçiler Tekel mücadelesinin etkisiyle uzun bir durgunluk dönemini adım adım geride bırakmaktadırlar. Bu 1 Mayıs'ın coşkusu büyük ölçüde Tekel mücadelesinin emekçilerde yarattığı mücadele isteğiyle ilgilidir.

Bu yılki 1 Mayıs'ın bir başka önemli boyutu da, Kürt hareketinin uzun bir yokluktan sonra bütün ağırlığıyla işçi sınıfının yanında yer almış olmasıdır. Burjuvaziye karşı, başını işçi sınıfı ile ezilen Kürt halkının çekeceği bir Üçüncü Cephe'nin olanağı ufukta yeniden görünmüştür. Tabii sadece ufukta.

Ama bu 1 Mayıs'ı hiçbir biçimde bir sıçrama noktası olarak görmemek gerekir. Bu 1 Mayıs'a damgasını vuran burjuvazinin evcilleştirme çabasıdır. Ortaya çıkan tablodan büyük heyecan duymak, törenlere gerçek mücadeleden daha fazla önem vermek demektir. 1 Mayıs meydanlarında yapılan konuşmalarda hem İstanbul'da hem başka şehirlerde 26 Mayıs için bütün konfederasyonların kararını ortak olarak aldıklar genel greve sadece KESK temsilcileri değinmiştir. 26 Mayıs'a bu yaklaşım işçi hareketinin nasıl bir önderlikle karşı karşıya olduğunu, başka hiçbir şeye gerek kalmadan ortaya koyuyor.

Cumhuriyet gazetesinin eskiden işçi-sendika sorumlusu olan Şükran Soner, 1 Mayıs'ı "Emekten yana yeni bir kırılma noktası" olarak niteliyor. Radikal gazetesinin köşe yazarı Oral Çalışlar da "1 Mayıs 2010 bir dönüm noktası...Sol ve işçi hakları açısından bir dönüm noktası" diye yazıyor. Ulusalcı ile liberalin aynı teşhiste buluşmaları manidar. 1 Mayıs 2010 hiçbir şeyin dönüm noktası değil. Dönüm noktaları grevlerde, direnişlerde, barikatlarda yaratılacak. Ancak bunların güçlü etkisinin hissedildiği ortamlarda, 1 Mayıs, 1976'da ve 1977'de olduğu gibi, gerçek bir anlam ifade edecek.