Kızıla karşı mavi: Ecevit'in tarihsel önemi (08-11-2006)

1979’da Ecevit hükümetinden kurtulmak için çarşaf çarşaf ilân veren TÜSİAD’cılar, bugün ardından büyük bir devlet adamı olduğunu, Türkiye’ye çok şeyler kazandırdığını söyleyebiliyorlar. Çok değil, daha beş yıl önce 76 yaşında bir başbakanken Ecevit’in suratına doğru anayasa kitapçığı fırlatan Ahmet Necdet Sezer, tarihin bir cilvesi olarak Ecevit’in ne kadar “nazik” bir insan olduğunu hatırlatabiliyor, kendi nezaketi konusunda bugün ne hissettiği konusunda merak uyandırır biçimde! (Ecevit o gün yaptığı basın açıklamasında Sezer’in hareketini “son derece terbiye dışı” olarak nitelemişti!) 70’li yıllarda Ecevit’e çektirmediği kalmayan, ondan “başbakan” olarak söz etmemek için “hükümetin başı” deyimini uydurmuş olan Demirel Ecevit’in ölümüne pek üzülüyor. Hürriyet gazetesi “maviyi seninle sevmiştik” diye başlık atıyor. 70’li yıllarda burjuvazinin çoğunluğu ile birlikte “dağlara taşlara Karaoğlan yazdırmakla olmaz” diyerek Ecevit’in mavisinden, kasketinden ve halkın hoşuna giden o kavruk, bıyıklı görünümünden nefret ettiğini unutarak. 12 Eylül koşullarında yıllarca, hatta on yıllarca Ecevit’i dışlayan, Demirel’in takma adı “bir bilen” iken ona “bir bölen” adını takıp aşağılayan bütün o “sosyal demokratlar” şimdi Ecevit dostu kesiliyorlar. Ecevit’e hizip savaşlarıyla çektirmediğini bırakmayan Baykal ya da 2002’de otuz yıllık hamisine sırtını dönerek yeni bir parti ile başbakanlık hayalleri kuran İsmail Cem, bugün Ecevit’i övebiliyorlar! Baykal, verdiği ölüm ilânında CHP adına, Ecevit için tam tamına “Genel Başkanımız” ifadesini kullanıyor. Anlaşılan tek iyi Ecevit, ölü Ecevit! Şimdi bütün burjuvalar Rahşan Ecevit’e saygı içinde taziyelerini sunuyorlar. Ecevitlerin 60 yıl süren ilişkisi romantik bir heyecan konusu oluyor. 70’li yıllarda bütün burjuvaların “Rahşan Hanım”dan nasıl nefret ettiği, onu neredeyse şeytanın cisimleşmiş hali gibi gördüğü pek çabuk unutuluyor. Burjuva dünyasının ikiyüzlülüğü yine diz boyu!

“Ölünün arkasından konuşulmaz” derler. Bunun anlamı elbette hiç konuşulmayacağı değil, kötü konuşulmayacağıdır. Ama bu kadar ikiyüzlülük toplumun zehirlenmesine yol açarken, bu kadar çok yalan söylenirken susmak nasıl mümkün? Bizim bir kişi, bir insan olarak Ecevit’le bir derdimiz yok. Ecevit iyi ya da vasat bir şair olabilir. Şiir sevenler tartışabilir. Ecevit iyi ya da vasat bir gazeteci olabilir. Meslektaşları değerlendirir. Ecevit’in çok nazik bir insan olduğu doğru olabilir. Bu kadar kabalığın kol gezdiği bir toplumda onun büyük erdemidir. Bunları sabah akşam tekrarlamak, Ecevit’in yarım yüzyıllık siyasi hayatında Türkiye’nin gelişmesi açısından nasıl bir yer tuttuğu konusunda insanlara en ufak bir bilgi vermez. Geriye kalan yalanların üstünü örtmek için bir cila olur olsa olsa. Bizi ilgilendiren Ecevit’in bir siyasetçi olarak Türkiye’de bu yarım yüzyılda nasıl bir rol oynadığı konusunda işçilere, emekçilere, ezilenlere doğruyu söylemektir ki, bugün atmosferi zehirlemiş olan yalan bulutunun aralanmasına az da olsa bir katkıda bulunalım.

İki Ecevit

Aslına bakılırsa, bugün burjuvazinin temsilcilerinin ve sağ politikacıların Ecevit hakkında söyledikleri bütünüyle de yalana ve ikiyüzlülüğe dayanmıyor. Ecevit’in 12 Eylül sonrasındaki evrimi, burjuvazinin her türlü temsilcisinin kendisini eskisinden çok daha olumlu ve birlikte çalışılabilir bir siyasi kişilik olarak görmesine yol açmış ve 12 Eylül öncesinde ona ve önderliğini yaptığı harekete karşı duydukları kızgınlığı büyük ölçüde silmiştir. Ecevit’in Türkiye’nin son yarım yüzyıllık siyasi hayatında tuttuğu yeri doğru kavrayabilmek için kendi evriminde var olan iki ayrı aşamayı birbirinden ayırmak bu bakımdan gereklidir. Bu iki aşamayı 1961-1980 arası ve 1980-2002 arası evreler olarak ele alabiliriz.

1961-1980 arası dönemde Ecevit, giderek belirginleşen bir vurgu ile yüzünü işçi ve emekçi sınıflara dönmüş, onları sorunlarını çözeceğine inandırarak üzerlerinde hegemonya kurmaya çalışmış bir burjuva politikacısıdır. 1963’te Çalışma Bakanlığı sırasında sendikal hakların yasalaşması üzerinde çalışmış, 1965’ten itibaren CHP’nin sol bir kisve kazanmasında önde gelen bir rol oynamış, 12 Mart döneminde askeri müdahaleye karşı burjuva saflarda benzeri olmayan bir çıkış yapmış, 1970’li yıllarda ise “Karaoğlan” imgesi ile işçi sınıfının ve emekçilerin önemli bir bölümünün izlediği bir lider haline gelmiştir.

1980 sonrası Eceviti ise, esas olarak bir intikam çabası içinde çırpınan, yeniden güçlenebilmek ve iktidara geçebilmek için her türlü ideolojik kalıba giren, burjuvaziyle sarsılmış ilişkilerini onarmaya çalışan, bu uğurda bütün radikal sloganlarını terk eden, Türkiye topraklarında mücadele etmekte olan tek toplumsal güce, Kürt halkına düşmanca yaklaşan tutucu bir politikacıdır. İktidar hırsıyla yanıp tutuşan, zamanında köşesine çekilmeyi bilmeyen ve giderek sağlık sorunlarını bile görmezlikten geldiği için gülünç duruma düşen bir hırslı politikacı.

Ecevit’i Türkiye’nin son yarım yüzyıllık siyasi hayatında önemli kılan, ilk aşamanın Ecevit’idir. 12 Eylül sonrası dönemin, özellikle 90’lı yılların Ecevit’inin, etrafındaki bütün öteki vasat politikacılardan üstün ya da daha ilginç bir yanı yoktur. Avrupa finans kapitalinin önde gelen gazetelerinden İngiliz Financial Times, Ecevit’in “Türkiye’nin cücelerle dolu politika dünyasında bir dev olduğunu” yazmış. İkinci dönemin Ecevit’i birinci dönemin devinin cüceleşmiş silik kopyasıdır.

Burjuvazinin iyi polisi

Ecevit’in Türkiye’nin yarım yüzyıllık siyasi hayatındaki gerçekten önemli yerini doğru kavrayabilmek için, bu yarım yüzyıl içinde Türkiye politikasının da iki ayrı evreden geçtiğini hatırlamak gerekiyor. 1960-80 arası iki on yıl, işçi sınıfının ve öteki ezilen sınıf ve katmanların Türkiye’nin bütün tarihi boyunca gördüğü en büyük sınıf mücadelelerini verdiği dönem olmuştur. 12 Eylül, son yarım yüzyıllık Türkiye tarihini keskin bir bıçak gibi ortadan bölmüş, 1980’i izleyen çeyrek yüzyıl, genel hatları itibariyle, burjuvazinin işçi sınıfı ve öteki ezilenler üzerinde ağır bir hakimiyet kurduğu bir dönem olarak yaşanmıştır. Birinci Ecevit işte Türkiye tarihinde işçi sınıfının ilk kez burjuvaziye karşı cepheden mücadeleye girdiği ilk dönemde, büyük kitlelerin düzeni sorgulamasının ve sosyalizmin Türkiye’de büyük bir güç haline gelmesinin önüne geçmek bakımından burjuvazi açısından son derecede önemli bir rol oynamıştır.

Türkiye işçi sınıfı 27 Mayıs sonrasında Saraçhane mitingi ve Kavel grevi ile başlayarak muazzam bir hak mücadelesine girmiştir. Bu mücadelecilik siyasi düzeyde ifadesini Türkiye İşçi Partisi’nin yükselişinde bulmuş, sosyalistler, sınıf mücadeleci sendikalar ve Kürt solcularını bir araya getiren bu parti, burjuvazinin siyasi kadrolarında ciddi bir kaygı yaratmıştır. İşte 1965 yılında, seçimlerin arifesinde kırk yılın İsmet İnönü’sünün birdenbire “biz hep solcuyduk” diyerek “ortanın solu” sloganını ortaya atmasının arka planında, mücadele içindeki işçi sınıfının sosyalizmle buluşmasını engelleme çabası yatmaktadır. Buna rağmen TİP 1965 seçimlerinde 15 milletvekilliği kazanarak Türkiye tarihinde sosyalistlerin ilk kez parlamentoya girmesini sağlamıştır.

Bunu 1967’de sınıf mücadeleci sendikacıların, rejimin kölesi Türk-İş bürokrasisinden koparak DİSK’i kurması izlemiştir. 1967-68 yılları aynı zamanda gençliğin, Kürt halkının ve üretici köylülüğün radikalleşmesine tanık olmuştur. Burjuvazi deneyimli bir sınıftır—hele Türkiye gibi yüzyıllardır bir imparatorluk yönetmiş olan bir hâkim sınıfın varisi bir burjuvazi. Değişik toplumsal katmanlarda işçi sınıfının ardından gelen bu hareketlenme burjuvaziye erkenden önlemler alınması gerektiğini göstermiştir. Bunun bir ifadesi, 1960’lı yılların sonunda başlayarak 1970’li yıllarda çığrından çıkan faşist saldırı ve cinayetler olmuştur. Baştan itibaren kontrgerilla desteğine sahip olan bu hareket, 70’li yıllarda ayrıca Demirel, Erbakan ve Türkeş arasında kurulan koalisyonlara dayanan Milliyetçi Cephe hükümetlerinin de himayesinden yararlanmıştır. Kitlelerin sosyalizme doğru evrilmesinin önünü kesmeyi amaçlayan ikinci büyük operasyon Türkiye’de bir burjuva partisinden sözde “sosyal demokrasi” yaratma operasyonudur. Türkeş’in MHP’si işçi hareketini ve öteki katmanların mücadelesini kırmak için çabalarken, Ecevit’in zamanla önderi haline geldiği “sosyal demokrasi” de hareketi sınıf mücadelesinden kopararak burjuvazinin ileriye bakan kanadının peşinde evcilleştirmeyi amaçlamaktadır. Eğer Türkeş kötü polis ise, Ecevit de burjuvazinin iyi polisidir.

Bu büyük operasyonlara rağmen, sınıf mücadelesi 70’li yıllarda yükselmeye devam etmiş, 15-16 Haziran’daki isyanı 70’li yıllarda DİSK’in hızla büyümesi, öteki ezilen sınıf ve katmanların sayısız sendika ve dernekte örgütlenmesi, sol parti ve grupların yüz binlerce, milyonlarca emekçiye hitap edecek kadar güçlenmesi izlemiştir. Faşist saldırılara karşı yaygın olarak silahlanan sol her kentin belirli mahallelerinde ve birçok fabrikada işçilerin ve halkın desteğini de aldığı için büyük bir tehdit oluşturmaya başlamıştır. İşte Ecevit’in CHP’si bu vahim durumda burjuvazi için büyük bir hizmet görmüş, sola kayan kitleleri yarı yolda durdurmayı ve bir düzen partisinin peşinde evcilleştirmeyi başarmıştır. Bunda elde ettiği gücü seçimlerde bağımsız bir odağa tercüme edemeyen, ya açık destek yoluyla, ya da boykot kisvesi altında kitleleri CHP’ye yönlendiren solun da büyük bir tarihsel sorumluluğu vardır.

Öyleyse, Ecevit’in 1960’lı yılların ikinci yarısı ile 1970’li yıllarda yüzünü işçilere ve öteki ezilenlere çevirmesinin, söylemini radikalleştirmesinin sırrı ortaya çıkıyor. Ecevit işçileri, köylüleri, bütün ezilenleri meydanlara topladı ve onlara yepyeni haklar vaat ettiyse bu onların kurtuluşunu sağlamak için değil, zayıflamaya başlayan kölelik zincirlerini güçlendirmek içindir. Ecevit mavisi, Türkiye’de yükselmekte olan kızılın panzehiri olarak iş görmüştür. Bazı tarihsel anlarda bir toplumun önünde sadece iki alternatif vardır: devrim veya karşı-devrim kazanacaktır. Ara çözüm yoktur. Ecevit mavisi ile afyonlanan kitleler, kurtuluşlarını adım adım bir kahramana, “Karaoğlan”a teslim ettiklerinde, mücadelenin kaderi de belli olmuştu. Gerileyen işçi sınıfı hareketi, 12 Eylül’le ağır bir yenilgiye uğrayacak ve bu yenilginin etkisinden bir çeyrek yüzyıl boyunca kurtulamayacaktı. Bu anlamda, Ecevit Türkiye tarihinde sadece 60’lı ve 70’li yılların mücadelelerinin bir devrimci yükselişe dönüşmesine engel olmakla kalmamış, burjuvazinin işçi sınıfına ağır bir yenilgi yaşatmasında da önemli bir rol oynamıştır.

Efsaneler

Bugün bütün yağcıları Ecevit’in Türkiye’de demokrasinin gelişmesine muazzam bir katkıda bulunmuş olduğunu ileri sürüyorlar. Bu yetmiyor, Ecevit “işçi babası” gibi gösteriliyor. Hem de buna DİSK’in başkanı Süleyman Çelebi en büyük katkıyı yapıyor. CHP ile DİSK’in bütün tarihleri boyunca ne kadar uyum içinde çalıştıklarını göstermeyi amaçlayan masalsı bir tablo çizmeyi de ihmal etmeden.

Çelebi, Ecevit’in “işçi babası” olduğunu anlatmak için, 1963’te çıkarılan yasalardan birinin adın bile tahrif ediyor: Çelebi’nin Radikal gazetesinde kendi kaleminden çıkan yazı, Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt yasasını Toplu Sözleşme ve Grev Yasası’na dönüştürüyor! Böylece, Ecevit’in hazırladığı ve Anayasa’da tanınmış olan toplu sözleşme ve grev haklarının düzenlenmesini sağlayan yasanın, aynı zamanda, Anayasa’da var olmayan lokavtı da içerdiğini gözlerden gizliyor. Çelebi 12 Mart askeri müdahalesine karşı çıkışları dolayısıyla 1973’te DİSK’in CHP’yi desteklediğini, bunun 1977’de devam ettiğini, 1980’de ise demokrasiyi korumak amacıyla son dakika girişimlerinde bulunduklarını yazıyor, söylüyor. Ama 1978’de ekonomik kriz Türkiye’nin üzerine bir kâbus gibi çöktüğünde başbakan Ecevit’in ücretleri kontrol altına almak için Türk-İş’le yaptığı “Toplumsal Anlaşma”ya DİSK’in karşı çıktığını yazmıyor. 16 Mart 1978’de faşistler İstanbul Üniversitesi önünde öğrencileri katledince DİSK’in iş bıraktığını, ama Ecevit’in “kimseye ödeyecek diyetim yok” diyerek omuz silktiğini belirtmiyor. 1979 1 Mayısında Ecevit hükümetinin DİSK’e gösteri yasağı getirdiğinden, DİSK başkanı Baştürk ile Ecevit’in karşı karşıya geldiğinden söz etmiyor. Ve bütün bunların üstelik sosyal demokratların yönetimindeki bir DİSK’in başına geldiğini söylemiyor!

Ecevit’in gerçekte nasıl bir politikacı ve burjuvazinin pek sevdiği bir terimle “devlet adamı” olduğunu şu yadsınamaz olgular açıkça ortaya koyar:

  • Kıbrıs’ın kuzeyindeki işgali başlatan odur.
  • Bugün İslamcılığa karşı laiklik timsali gibi gösteriliyor, ama ilk döneminde Erbakan’ı ilk kez hükümete taşıyan, ikinci döneminde Fethullah Gülen’le flört eden odur.
  • Bütün bir kitle hareketi kontrgerillaya düşman hale gelmişken, bu örgütün faaliyetleri ayyuka çıkmış, prestiji en düşük noktaya gerilemişken, kendisine de 1977’de suikast düzenleyen bu gücün üzerine gitmekten vazgeçerek Türkiye’nin daha otuz yıl başına bela olmasına yol açan odur.
  • Uzlaşmaların adamı olarak anılmaktadır ama burjuvazinin en anti-demokratik, tek adam yönetimine dayanan partisini kuran ve yıllarca demir yumrukla yöneten odur.
  • Demokrasiye katkılarından söz edilmektedir, ama 28 Şubat askeri müdahalesinin bütünüyle hukuk ve demokrasi dışı yöntemlerle düşürdüğü Refahyol hükümetinin yerine kurdurduğu ilk hükümette başbakan yardımcısı, ikincisinde başbakan olan odur. Böylece, 12 Mart’ta CHP’li Nihat Erim’in askeri yönetimin başbakanı olmasına karşı çıkmış bir siyasi, aradan bir çeyrek yüzyıl geçtikten sonra kendisi askerin tayin ettirdiği başbakan yardımcısı ve başbakan olmayı (kendisinin çok sevdiği bir terimle) “içine sindirebilmiştir”.
  • Demokratik Sol adını taşıyan bir partinin lideri olarak, 70’li yıllarda karşılıklı nefret ilişkisi içinde olduğu MHP’yi Milliyetçi Cephe hükümetlerinin sonuncusunun yıkılmasından 21 yıl sonra, 1999’da yeniden hükümete taşıyan, Türkiye’yi faşizmle birlikte yöneten odur.
  • Hümanizmi göklere çıkarılmaktadır, ama faşistlerle kurduğu hükümet sırasında “Hayata Dönüş” adını taşıyan operasyonu düzenleyerek cezaevindeki savunmasız insanların alev silahlarıyla yakılmasına yol açan odur.
  • Türkiye’yi İMF’nin ellerine o güne kadar hiç olmadığı kadar kapsamlı biçimde teslim eden, İMF-Dünya bankası’nın adamı Kemal Derviş’e ekonomiyi devreden odur.
  • Ulusal çıkarlar konusundaki hassasiyeti pek övülmektedir, ama ABD 2001’de Afganistan savaşı için destek almak üzere 11 Eylül’e ilişkin bir takım bilgiler sunduğunda bunları inceletmek yerine “ABD’ye uygun gelen belgeler bize de uygun gelir” diye diplomasi tarihine geçecek bir teslimiyetçilik gösteren odur.
  • Kürt halkının mücadelesine en düşmanca tavır alan politikacılardan biri odur.

Bütün bunlar yadsınamaz olgularken Ecevit’in demokratlığından, ulusal sol olduğundan, insancıllığından, uzlaşmacılığından, laikliğin kalesi olduğundan nasıl söz edilebilir?Ecevit bütün bunların ötesinde son yıllarda gittikçe MHP’ye benzeyen bir milliyetçiliğe kapılmıştır. Bundan dolayıdır ki, MHP başkanı Devlet Bahçeli ve başkan yardımcısı Mehmet Şandır Ecevit’i bugün yere göğe koyamıyorlar. Bunun içindir ki, Ecevit’e taziye mesajı yazan biri şöyle diyebiliyor: “MHP sempatizanı olmama rağmen sizin çizdiğiniz bu yolu örnek alacağım.” Bunun içindir ki (tarihçi İlber Ortaylı’nın bir televizyon programında belirttiğine göre) Ecevit DSP’nin seçmeninin MHP’nin tabanı olduğunu söylemiştir.

“Hırsız değildi”!

Ecevit’e yöneltilen son bir övgü ile bitirelim. Birçok gözlemci ve siyasi, Ecevit’i yolsuzluğa karşı çok hassas davrandığı için övmektedir. Bunlardan biri Ecevit’i “hırsız değildi” diye methetmektedir. Vah Türkiye’ye! Defalarca başbakanlık yapmış birinin normal olarak namuslu olacağı varsayılamıyor. Herkes hırsız olduğu için hırsızlık yapmamak özel bir erdem haline geliyor.

Bunu da teslim edelim: Ecevit sadece şair ve gazeteci değildi, sadece nazik değildi, yolsuzluğa başvurmayan namuslu bir adamdı. Ama bu, son yarım yüzyılın tarihinde ilerici değil her geçen gün daha gerici bir rol oynadığı gerçeğini görmezlikten gelmek için bir neden olamaz.

Ecevit, işçi sınıfını ve emekçileri bu düzene modern zincirlerle bağlayan tarihi şahsiyet olarak, burjuvazinin kahramanlar müzesinde yerini alabilir. Bu görünmez modern zincirler, bugün işçilerin bir bölümünün dahi Ecevit’in ardından ağlamasına yol açabilir. Ama devrim yeniden yükseldiğinde, işçi sınıfı, emekçiler, bütün ezilenler bir “Karaoğlan”a güvenmek yerine kendi kaderlerini kendi ellerine aldıklarında, doğacak yeni dünyada Ecevit mavisi, devrimin kızılının yanında pek soluk kalacaktır.