Kapitalizmin Sistemik Krizi Derinleşiyor (Ahmet Öncü - 29-10-2008)
Böylesine bir resmin net olarak ortaya çıktığı geçtiğimiz hafta içerisinde Amerikan Merkez Bankasının Sayın Başkanı Ben Bernanke piyasaları sakinleştirebilmek maksadıyla “1930 Büyük Depresyonundan önemli dersler çıkardıklarını, geçmişin hatalarını tekrarlamayacaklarını” açıkladı. Şimdiden tarihe geçen bu pek “bilimsel” konuşma birçok şeyin artık eskisi gibi görülemeyeceği gerçeğini göstermiş oldu. Her şeyden önce bu konuşmayla 1930’ların Büyük Bunalımı tarihsel bir simge ya da ürküntü veren bir hayalet olarak resmi söyleme girmiş oldu. Ülkemizin pek “bilimsel” medya iktisatçılarının canını fena halde sıkması gereken bu gelişme, bundan böyle “felaket telalığının” “bilimsellikten” nasibini alamamış, “para ekonomisinden hiç anlamayan” bir takım radikal iktisatçıların tekelinde olmadığını gözler önüne sermiş oldu. Ne olduysa oldu dünya ekonomisini yönetenler koro halinde felaket telalığına soyundular. AB’nin yönünü belirleyen Sarkozy ve Merkel ikilisi farklı sözcüklerle de olsa kapitalizmin sistemik bir kriz yaşamakta olduğunu beyan buyurdular. Merkel daha da ileri gidip, “insani bir kapitalizmin” inşa edilmesi gerektiği türünden şaşkınlık uyandıran bir açıklama yaptı. Merkel’in açıklaması, sanırız, birçok insanın aklına “acaba kapitalizm bugüne kadar hayvani miydi?” türünden bir soru getirmiş olmalıdır.
Geçtiğimiz hafta krizin sadece siyasi cephesinde değil aynı zamanda “piyasalar” cephesinde de yeni bir evreye girildiğinin işaretleriyle doluydu. Her ne kadar Dow Jones indeksi haftaya bir önceki haftanın 1987’den beri görülmemiş olan % 18’lik düşüşünü bertaraf ederek girdiyse de, rahatlamanın geçici olduğu hafta ortasında ayyuka çıktı. Çarşamba günü indeks % 8’e yakın bir düşüş yaşadı. “Bilimsel” uzmanlar “kredi krizinin” bittiğinin ama maalesef yeni bir krizin başladığının saptamasını yaptılar. Bu akil adamlara ve kadınlara göre, durgunluk, işsizlik ve imalat sanayisinde maliyetlerin yükselmeye başlaması piyasalardaki paniğin yeninden alevlenmesine yol açmıştı. ABD Ticaret Bakanlığı’nın verilerine göre, Eylül ayında tüketim harcamalarında % 1.2’lik bir azalma yaşanmıştı. İşin kötüsü bu ciddi düşüş akil uzmanlarımızın aylardır ağızlarında geveledikleri “bilimsel” öngörülerinin iki katından fazlaydı. Uzmanların kestiremedikleri başka bazı gelişmeler de piyasaların havasını bozdu. ABD ekonomisinin genel eğilimini resmettiği düşünülen otomobil satışlarının % 3.8 oranında azalması ise Amerikan otomotiv devi GM’in iflasıyla başlayan sektördeki krizin derinleşeceğinin habercisiydi. Bu gözlemler neticesinde perakendecilik sektörünün de krizin merkezine kaymakta olduğu düşünülmeye başlandı. Nitekim Çin ile ticaret, üretim ve finans üzerinden kurduğu işbirlikleriyle son on yıla damgasını vuran Amerikan kapitalizminin Truva atlarından Wal-Mart’ın hisseleri % 6.3 gibi ciddi bir düşüş sergiledi. Kısacası borç yükü altında kıvranan milyonlarca dar gelirli Amerikalının yüksek tüketim alışkanlıklarını sürdürmekte güçlük çektikleri görülmüş oldu.
Doğal olarak bu acı gerçeğin doğurabileceği iktisadi sonuçlar hakkındaki korkular ABD’nin sınırlarını çok kısa bir sürede aşarak Asya’nın önde gelen ekonomilerine sıçradı. Bu durumdan en çok Japonya’nın etkilenebileceği Tokyo borsasındaki tarihi düşüşten gözlenebiliyordu. İhracat daralması, yatırımların değer yitirmesi gibi Japonya’nın başına gelebilecek felaketlerin Çin, Hong Kong, Güney Kore, Tayvan gibi Uzak Doğu’nun büyüme motoru rolündeki ekonomilerde de ortaya çıkabileceğini öngörmek için fazlaca “bilimsel” bir iktisat bilgisine haiz olmak gerekmiyordu. Belki de bu tür bir bilgiye sahip olmamak önemli bir avantaj olarak görülmeliydi. Çünkü bu tür bir bilgiye sahip olduklarını iddia eden bazı saygın liberal iktisatçılara göre, ABD ekonomisi durgunluğa girse bile Asya büyümeye devam edecek ve kriz aşılacaktı. ABD’nin durgunluğunun dünya ekonomisinin durgunluğu olacağı artık anlaşılınca bu teori iflas etmiş oldu. Yani, dünya kapitalizminin bir bütün olarak krizin dalgalarına maruz kaldığı gerçeği gün ışığına çıktı. İşte bu anlamda yaşanan sistemik bir krizdi. Demek ki, Marx bir kere daha haklı çıkmış oluyordu. ABD Hazine Bakanı Sayın Paulson’ın iddia ettiği gibi, kurtarma operasyonları neticesinde bankalar arası kredi muslukları açılsa dahi, “sermaye” dünya ölçeğinde ticari ve sanayi karların uzunca bir süre düşük kalacağı gerçeğini görüyor ve bu durum karşısında her zaman olduğu gibi nakit talebini yükseltiyordu.
Nitekim geçtiğimiz haftaya damgasını vuran gelişmelerden bir başkası olan “hedge fund”ların düşüşe geçmesi tam da bu sermayenin nakit açlığı sendromundan kaynaklanıyordu. ABD’de geçtiğimiz on yıl zarfında sayıları hızla artarak dünya finans sisteminde çok önemli bir konuma gelmiş bulunan bu mali oluşumlar, değerlerinin düşeceğini tahmin ettikleri kâğıtları (hisse senedi, tahvil, borç ve benzeri) brokerlardan ödünç alarak, bir taraftan bu kâğıtlardan fonlar yaratıp, bunları yatırımcılara satıyorlardı; diğer yandan da bu kâğıtların değerleri henüz yüksekken bunları satıp, değerleri düşünce yeniden satın alarak aradaki fark üzerinden kar yapıyorlardı. Nakit sıkıntısına giren ya da gireceğini düşünen şirketler brokerları kağıtlarını satma yönünde sıkıştırmaya başlayınca brokerlar da hedge fund’ları onlara daha önceden ödünç verdikleri bu kağıtları satmaya zorladılar. Guardian’da hafta içinde çıkan bir habere göre, şu anda bu tür bir satış baskı altında binlerce hedge fund bulunuyor. Hedge fund’ların zorunlu satışları neticesinde ise hisseler hızlı bir değer kaybına uğrayarak, mali kuruluşların şirketlere açmış oldukları kredilerin ipoteğini eritiyor. Dolayısıyla şirketlerin nakit ihtiyacı daha da artıyor. Böylece şirketler tekrar hedge fund’lara dönüp hisselerini satmalarını istiyorlar. Kısacası borsalarda iniş devam ediyor ve daha da devam edecek gibi görünüyor. Meraklısına duyurulur.
Bize mi ne olur? İnsani kapitalizm olur mu sorusunu sorarak düşünmeyi sürdürelim, derim. Bu tartışmaya katkı olsun diye de küçük bir hatırlatmada bulunmak isterim. Belki de liberal iktisatçılar küçük bir düzeltmeyle haklılar. Onlara göre, insanın doğasında açgözlülük, doymak bilmeyen bir kazanma hırsı, punduna getirince dolandırma gibi bir takım değişmez özellikler bulunuyor. Bu nedenle, diyorlar, kapitalizm insanın doğasına uygundur. Unutmayalım ki onların “insan” diye söz ettikleri belli bir tarihin ürettiği insan türüdür yani kapitalistlerdir. O halde soru şudur: eğer kapitalistler bu özelliklere gerçekten sahiplerse onların elinin altında bulunan bir ekonomik sistemin “insani” olması mümkün müdür? Sistemik kriz derinleştikçe “insanlık” asıl bu soruyu çokça konuşacak. . .