Ergenekon: Hakim Sınıfların Bataklığı (İşçi Mücadelesi - 10-07-2008)
Darbecilerin ve kontrgerillanın avukatları
Trilyonluk davaların avukatı Deniz Baykal açık konuştu: “Erdoğan Ergenekon’un savcısıysa ben de avukatıyım.” Çok yakışır! 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi sırasında “Türk Silahlı Kuvvetleri en demokratik siyasi parti gibi davranmıştır” diyen Baykal, o zamandan bu yana halkın kendisini başbakan yapmayacağını bildiği için politik stratejisini Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yaranma çizgisinde kurmuş bulunuyor. Bunun insanı darbecilerin ve kontrgerillanın avukatlığı derekesine düşüreceği öngörülebilir bir şeydi. Bugün o da oldu.
Darbecilerin avukatı Deniz Baykal’dan mı ibaret? Haşa! Liste uzun. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, örgütünün burjuvazinin hem Batıcı-laik, hem de İslamcı kanatta yer alan bütün unsurlarını bir araya getiren karma yapısından dolayı bugüne kadar hep uzlaştırıcı bir rol oynamaya çalışmıştı. Ama Sinan Aygün’e bir basın toplantısıyla sahip çıktığında ve cezaevinde ziyaretine gittiğinde darbecilerin yanında yer almış oldu. Burjuva medyasında da darbecilere kol kanat gerenler Cumhuriyet gazetesiyle sınırlı kalmadı. Ertuğrul Özkök ve Hürriyet gazetesi darbeci generallerin tam anlamıyla avukatı kesildi. Manşetten “Glock’u kim koydu?” diye sordu, sanki Aygün’ün kendisinin veya himayesi altındaki bir kontrgerilla fedaisinin koyması mümkün değilmiş gibi. Demokrat kesildi, göz altı operasyonunu çirkin buldu, sanki onyıllardır polisin bütün muhalif güçlere yaptıkları karşısında en ufak bir duyarlılık göstermiş gibi. İnsancıl kesildi, Kuddusi Okkır’ın ölüm döşeğinde ve kefen içinde resimlerini kullanarak operasyona saldırdı. Utanma sıkılma duymadan operasyonu Ziverbey Köşkü’ne benzetti! 12 Mart askeri müdahalesi sırasında sanıkların gözleri kapalı götürülerek pijamalar içinde sorgulandığı, yataklarında uyurken bile prangalandığı o zindan ile bütün kamuoyunun gözleri önünde yürütülen bu operasyonu birbirine benzetmek için insanın ar damarının çatlamış olması gerekir!
Utanmıyor musunuz? Eski jandarma komutanı Şener Eruygur’un 2003-2004 yıllarında iki ayrı darbe planına karıştığı, eski deniz kuvvetleri komutanı Özden Örnek’in, polis ve mahkeme tarafından sahiciliği onaylanmış günlüklerinden açıkça ortaya çıkmadı mı? Ortada bu kadar elle tutulur bir kanıt varken daha ne sayıklıyorsunuz “kanıt kanıt” diye?
Solda da darbecilerin avukatları var. TKP, yurtseverlik bataklığında İşçi Partisi’nin yolunda battıkça batıyor. Velev ki hukuk ihlalleriyle dolu olsun, velev ki AKP’nin kapatılma davasına bir cevap olsun, darbecilere karşı bir saldırıdan “Cumhuriyet’in savunulması” görevini çıkartarak yürüyüş yapıyor. Sizin aziz Cumhuriyet’inizi ancak darbeciler mi koruyabiliyor ki, darbecilere saldırılınca kendinize saldırılmış gibi oluyorsunuz?
Ancak solda darbecilere destek TKP ile sınırlı kalmıyor. TKP Türk Silahlı Kuvvetleri’ni açıkça desteklerken kendine üçüncü bir odak havası vermeye çalışıyor. Sabah akşam emekçilerin üçüncü bir odağından söz edenlerin bir bölümünün duyarlılığı da ondan aşağı kalmıyor. Bunlar yazdıkları yazılarda darbecilere saldırmaksızın ya da darbe karşıtı bir-iki kelime söyler söylemez yine AKP’ye saldırıya geçiyorlar. Nasıl bir üçüncü cephe ise aradıkları!
ABD operasyonu mavalı
Solda yaygın bir teori de bu operasyonun ABD’nin bir operasyonu olduğu. Ulusalcı “sol”un ABD’nin Türkiye’yi parçalamak istediği, o olmazsa ılımlı İslam’ı hakim kılmak için AKP’yi sonuna kadar desteklediği, Türk ordusuna karşı komplolar kurduğu yolundaki efsanelerinden başka ne açıklayabilir bu tezi? Hiç kuşku yok, AKP’nin ve Fethullahçı polis şeflerinin ABD ile yakın ilişkisi var. ABD’nin sağladığı olanaklardan ve istihbarattan hiç kuşku yok yararlanıyorlardır. Ama ordunun yok mu? Ordu, en azından NATO dolayımıyla, Türkiye’de ABD ile en içli dışlı kurum değil mi? ABD’nin Türk ordusuna saldırmaktan ne elde edeceğini hiç mi sormazsınız kendi kendinize? 55 yılın NATO’cu Türk ordusunun zayıflamasından bölgedeki emelleri bakımından ABD’nin ancak zarar görebileceğini hiç mi düşünmezsiniz?
Bu teorinin öncülleri de var. Geçen yıl 27 Nisan’da verilen muhtıradan önce de basına sızdırılan bazı bilgilerin ABD’nin orduyu hizaya getirme isteğiyle ilgili olduğu ileri sürülmüştü. Ardından ne oldu? ABD 27 Nisan muhtırasını diplomatik ifadelerin güçlükle gizlediği bir biçimde destekledi.
Bu operasyonu ABD’nin yaptığına inananlar ve kitleleri inandırmaya çalışanlar, sadece kiminle aynı doğrultuyu savunduklarına baksınlar yeter. 1 Temmuz’da operasyon başlar başlamaz Doğu Perinçek cezaevinden bir açıklama yaptı ve “ABD operasyonu başlamıştır” dedi. Perinçek’i rakip görüp ona çok yüklenenlerin onun kuyruğuna takılmış olduklarını anlamalarının vakti geldi geçiyor!
Hayır, ABD de, AB de Türkiye’nin bugün yaşadığı varoluş krizini kontrol edememekte, bunu kaygılı gözlerle izlemektedirler. Bir şeyi kafanıza iyice yerleştirin: Türkiye bütün emperyalist destekçilerinin ve hakim sınıflarının kaygılı gözleri önünde bir bataklıkta çaresiz çırpınıyor. Kimseye her şeyi bilir ve her şeye kâdir payesi atfetmeyin. Hakim güçler çaresiz. O kadar!
“Temiz eller” mi?
Erdoğan, Ergenekon’u İtalya’daki “Temiz Eller” operasyonu ile karşılaştırmış. İslamcı kanadın ideologları ile liberaller de bu olayı bir “milat” olarak sunuyor. Kuvvet veya ordu komutanlığı yapmış orgeneral rütbesindeki askerlerin, emekli olsalar da, sivil yargı ve kolluk tarafından göz altına alınması ve tutuklanması, onlar için Türkiye’nin yaşadığı büyük değişimde önemli bir kilometre taşı. Tabii, AKP özellikle soldaki liberaller nezdinde 1 Mayıs’ta yitirdiği itibarı yeniden kazanıyor.
Bu insanlar kendi çerçeveleri içinde bile bazı soruları sormayı nedense akıl edemiyor. Ergenekon davası neden bir yılı aşkın süredir açılmıyor? İnsanların, velev ki darbeci olsunlar, bir yıl boyunca dava açılmadan tutuklu kalması mübah mı? Bazı gazeteciler neden ciddi hiçbir delil gösterilmeksizin gözaltına alınıyor, sonra salıveriliyor? Bunların hukukun üstünlüğü ve demokrasi ile tutarlılığı var mı? Daha da ötede, neden işin Kürt sorununa değen hiçbir yanı ortaya dökülmüyor? Neden Şemdinli örtbas ediliyor, Şener Eruygur’un sağ kolu Levent Ersöz’ün Silopi komutanlığı sırasında kaybolan HADEP Silopi ilçe başkanı Serdar Tanış ile ilçe sekreteri Ebubekir Deniz vakası deşilmiyor? Türkiye “demokratik devrim”in kapısından böyle mi geçecek?
Bütün bu sorulara ancak Ergenekon operasyonunun gerçek anlamı soğukkanlı bir biçimde tespit edilirse cevap verilebilir. Ergenekon, burjuvazinin iç savaşında yeni bir muharebedir, hepsi bu! AKP, tam da Yargıtay Başsavcısı’nın Anayasa Mahkemesi önünde iddiasını sözlü olarak dile getireceği gün emekli generalleri gözaltına alarak, TSK kampına müthiş bir gözdağı vermiştir. Aynen Anayasa Mahkemesi’nin geçen yılki 367 kararında veya türban ve AKP kapatılma davalarında veya Yargıtay ve Danıştay’ın hükümete cepheden taarruzunda olduğu gibi, burada da ne hukuk, ne demokrasi ve insan haklarının korunması söz konusudur. Kurumlar burjuva toplumunun istikrarına ve ayakta kalmasına ilişkin olağan işlevlerini bir kenara bırakmış, burjuvazinin silahsız iç savaşının piyonları haline gelmiştir. Sistemin çivisi çıkmıştır! Rejim, nasıl toparlanacağı sorununa tek bir burjuva kurum veya bireyinin cevap veremediği, emperyalistlerin de çaresiz seyrettiği bir çürüme içindedir. Faşistlerin lideri Devlet Bahçeli dahi solun ve işçi hareketinin saptayamadığı bu durumu tespit ediyor: “Türkiye...tıpkı, ömrünü tamamlamak üzere olan bir köhne ülkenin fetret döneminin emarelerini gösteriyor.”
Burada ne bir “demokratik devrim” yaşanıyor, ne “cumhuriyet savunusu” var. Burada aynı sınıfın birbiriyle yenişemeyen iki kampının ülkeyi sürüklediği bir uçurumdan başka hiçbir şey yok.
Tek çözüm işçi sınıfı ile Kürt halkının ittifakı
Bu yolun sonu çeşitli felâketlere gebe. “Bugün Türkiye’de askeri darbe tehlikesi yok” diyenler neye dayanıyorlar belli değil. Dış koşullar ancak bir yere kadar geçerli olabilir. Üstelik, özellikle ABD’nin İran savaşı öncesi Türkiye’nin bu vahim durumu güçlü bir rejim yönünde aşmasında çıkarı var. Burjuvazinin Batıcı-laik kanadı bu bataklıktan gittikçe daha fazla boğuntu duyuyor. Rahmi Koç, son günlerde “demokrasi dediler, herkes araba üretti, hepimiz başarısız olduk” derken sadece tarihe ilişkin bir düşünce ileri sürmüyor, bilinç altından dahi olsa Batıcı-laik burjuvazinin bugüne ilişkin ruh durumunu dile getiriyor. Ekonomik kriz gözle görülür biçimde yükseliyor. Türkiye burjuvazisi yarın kriz patlak verince askerin müdahalesine daha da fazla ihtiyaç duyacaktır. Bu, ordunun idareyi açıktan ele alması biçiminde olmayabilir, örtülü bir müdahale halini de alabilir.
Politik iç savaşın askeri bir iç savaşa dönüşmesi diğer bir olasılık. Bunun zamanlamasını kestirmek güç, ama Türkiye’nin şu anda en güçlü siyasi hareketi olan İslamcı akımlar içinde parlamenter rejimin çıkmaz yol olduğuna içinde yaşadığımız koşullarda ne kadar çok genç kadronun ikna olduğunu tahmin etmek için çok akıllı olmak gerekmiyor.
Cezayir’de 90’lı yılların başında ordunun İslamcı partinin seçim zaferini darbe ile engellemesinden sonra yaşananlar hatırlanırsa, darbe ya da örtülü askeri müdahale ile askeri iç savaş senaryosu tek bir senaryoya da dönüşebilir.
Krizin parlamenter çözümü ancak iki yolla gelebilir. CHP’nin veya o cenahta herhangi başka bir gücün bir erken seçim durumunda iktidara geçmesi olanaksızdır. Öyleyse, ya sağda kurulacak bir başka parti (örneğin Abdüllatif Şener ya da Mesut Yılmaz’ın yeni partisi) AKP’yi bölecektir ya da MHP seçimden “üçüncü güç” görünümüyle büyük bir kazançla çıkacaktır. İlki son derecede düşük bir olasılıktır. İkincisine ise Bahçeli soyunmuştur bile. Parti teşkilâtına yolladığı genelgede şu talimatı veriyor: “MHP’liler çatışmaların bulandırdığı puslu ortamın dağılması için, ayrışmalardan, gerilim ve çatışma ortamlarından uzak duracaklar, yapay farklılıkları körüklemekten ısrarla kaçınacaklardır.” Faşizmin “uzlaşma” ve “barış” havariliğine soyunduğu bir ortamdan işçilere, emekçilere ve ezilenlere ne hayır geleceğini herkesin iyi hesaplaması gerekiyor.
Tek çıkar yol işçi hareketinin bir sendikal güçbirliği ile üçüncü cephenin inşası görevini eline almasıdır. Türkiye’yi hızla yaklaşmakta olduğu uçurumun kenarından ancak işçi sınıfı önderliğinde başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilenlerin bir cephesi kurtarabilir. Hem Batıcı-laik kampla hem de İslamcı kampla bağlarını bütünüyle koparan, sınıf bağımsızlığı temelinde örgütlenen bir üçüncü cephe tek çıkar yoldur.